Eski Zamanlar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Mahallemiz köy merkezine altı kilometre uzaklıkta otuz üç haneden müteşekkil, yazları mevcut hanelerin hepsi ziyaretçilerle dolu iken kışın en fazla altı hanede çoğunlukla yaşlıların kaldığı muhteşem doğasıyla göz kamaştıran güzel bir Karadeniz köyüdür.
Merkez nahiyeye uzaklığını yıllar önce yapılan araba yolu sayesinde öğrendik. Ondan önce mesafe soranlara iki yol gösterilirdi. Biri daha dik yokuş olmasına rağmen “ bir saatte” ,diğeri daha yumuşak ve zikzaklı yokuşlardan oluşan “bir buçuk bilemedin iki saatte “ ulaşılabilecek güzergâhı olan köyümüze elektrik yol yapıldıktan bir sene sonra geldi.
Biz çocukken köye gittiğimizde evler akşamları genellikle “camlı” denilen gazyağı lambası ile aydınlatılır, ihtiyaç için kilere, ahıra veya tuvalete küçük, isten kapkara olmuş gazyağı fenerleri ile gidilirdi.
Köyün o iptidai ortamında her gece bir komşumuzun evinde toplanılır, geç saatlere kadar oyunlar oynanır, anlatılan masallar, büyüklerin asker anıları ve yayla hikâyeleri merakla dinlenirdi.
Beyaz ışık veren lüks adı verilen büyük ışıldakların olduğu evlerde herkesin yüzünü görmek mümkün iken, lambalı evlerde kıyada köşede oturanların sadece sesi duyulur, dikkatle bakılmayınca anlattıkları heyecanlı veya korku dolu hikâyeler yüz mimiklerinden yoksun olarak dinlenirdi.
Çay servisi yapılmadan evin çocuklarından biri kalabalığın ortasında durur, parmaklarıyla misafirleri sayar, kaç bardak çay doldurulacağı tespit edilmiş olurdu.
Çaylar dağıtıldıktan sonra toz şeker kabı elden ele dolaştırılır nihayet karıştırılan bardaklardan çıkan çak kaşığı sesi durunca hikâye anlatacak olan “ zamanın birinde…” diyerek söze başlardı.
Kaçıncı defa anlatıldığı mühimsenmeyen hikâyeyi her defasında meraklı gözlerle dinleyen kalabalık aynı hazzı, keyfi alırdı.
Köyümüzün o zamanlar “meddah” olduğunu idrak edemediğimiz iki yaşlı dedesi vardı. İkisi de yıllar önce rahmetli olunca televizyonların ele geçirdiği evlerimizde artık o sohbetlerden eser yok.
Almanya işçi olarak gidenler ellerinde “transistorlu” radyolarla döndüler. İlk darbe radyo ile vuruldu akşam sohbetlerimize. Önce “ajans” alınmaya başlandı. Sonra “Burası Amerikanın sesi Vaşington” girdi aramıza, sinsice değiştirdi alışkanlıklarımızı.
Türküler ve oyun havaları, yurttan sesler, radyo tiyatrosu i içimizdeki “öykü” tutkusunu, türkü hevesini yaşattı bütün olumsuzluklara rağmen.
Geçenlerde bir kanalda Kızılderililer ile alakalı bir film seyrettim. Beyaz Amerikalılar katlederek yok edemeyeceklerini anlayınca (masraflı olduğundan galiba) zorunlu ikamete tutarlar Kızılderili milletini. Onlara yiyecek ve giyecek yardımı yaparlar. Kiliseler gitmeleri için baskı gelir ardından. Ve şeflerini “sıradan” vatandaş haline getirdiklerinde, saygı ve sevgi yok olmaya başlıyor. Sosyal disiplin üretim ve tüketim alışkanlıklarının değişmesiyle yitiyor.
Ve köleleşiyor, ayyaş olup çıkıyor büyük bir millet.
Ahşap evler de yerini, soğuk ve kilit vurulup, zil sesiyle açılan kapılara sahip betonarme “dairelere” terk etti.
Televizyonların köylerde yayılması ile her gece yapılan toplantıların muhteviyatında büyük değişikliklere sebep oldu. Ev toplantılarında yapılan sohbetler yerini dizi filmlere bıraktı. Reklam aralarında yapılan muhabbetlerin konusunu genellikle seyredilen filmin yorumları teşkil eder oldu.
Eskiden köyde bir hasta oldu mu, köylü bir araya gelir iki uzun dalın arasına dolanan battaniye ile yapılan ve adına “sal” denilen sedye ile hasta ana yola kadar omuzlarda götürülür, karşılığında ne bir ücret ne de minnet duyulurdu.
Yapılan iyiliğin “komşuluk hakkı” olduğuna, vazife olduğuna inanılırdı.
Yapılmaması abes olan bu fedakârlık araba yolunun yapılması ile ticari faaliyete döndü. Zira çarşıdan (ilçeden) telefonla çağrılan araçlara ücret ödenmesi gerekiyordu.
Bir evden ilçedeki hastaneye giden hastadan haber almak zorlaşmıştı.
Köy düğünleri en çok zevk aldığım eğlencelerdi. Tabancalardan dökülen boş fişekleri toplayıp oyunlar oynadığımız o günler tamamen silindi, kayboldu.
Düğünlerde yapılan eğlenceler unutulmaya yüz tuttu.
Horonlar, düğün şakaları, karşılama, tepsi tepsi baklavalar, kazanlar dolusu pilav ve yemekler ile uzak köylerden gelen misafirler için hazırlanan ve düğün bitiminde misafirleri evlerine davet etmek için kapıda bekleyip “bizim evde yer var, buyurun “ diyen hiç kimse kalmadı.
Onun yerini konsantre içeceklerin, bayat kurabiyelerin, maytaplı sıradan düğün pastalarının sunulduğu, alakasız türkülerin okunduğu, mahalli sanatçıların cıvık renkli kostümleriyle sahne aldığı, düğün sahibine masraf olmaktan öteye gidemeyen kişiliksiz “toplaşmalar” aldı maalesef.
Bazen eski evde misafir olduğu zaman yemek verilecek oldu mu, bana “hadi ibriği de sen getir” derler, bende bir çırpıda hazırlanan ibriği bir elime alır, omzuma atılan havlu ve diğer elimdeki leğen ile ahşap evlerimizin ( bizim “hayat” dediğimiz) salonuna dalardım.
Sıra ile her misafirin önünde durur eline su döker, leğenin kenarındaki yerinden beyaz sabunun kokusunu içime çeker, omzumdaki havluya ellerini silmelerini beklerdim.
Dışarıda kuru ayaz olduğu bir akşam misafirlerden biri bana “ayakyolu nerde?” diye sorunca ne olduğunu anlamamış, ben de elimle kapıyı göstermiştim. Dedem merhum kulağıma eğilerek “Kenefi sorar” deyince koşarak anneme “kefef ne demek?” diye sormuş nihayetinde her ikisinin de tuvalet olduğunu öğrenmiş, o gece yatana kadar ikisini de yüz kere tekrar etmiştim.
Bizim eski Karadeniz evlerimizde “oda” denilen bir bölüm vardır. Her evde muhakkak mevcuttur.
Yıllarca köylerde gezen biri olarak “odası” olmayan ev görmediğimi söyleyebilirim.
Misafir için ayrılmış, içerisinde sobası, yakın yerde yığılmış kuru odunu, çırası, lambası, yüklüğünde birkaç takım yatak yorgan ve bembeyaz çarşaflar bulunan odadır.
Genellikle evin üst kısmında bulunur.
Eski evin hemen her gece bir konuğu olurdu. Yolu bizim köyümüzden geçen uzak köylere giden ve gelen yolcular da o odada misafir edilir, ertesi sabah kahvaltı verildikten sonra eksiği varsa giderilir ve yola koşulurdu.
Misafir yolcu edildikten sonra oda açılır, yıkanacaklar alüminyum leğene alınır, soba temizlenirdi.
Unutamadığım bir usul ise her yıl kapımızda kurulan “kalaycı” ocağıydı. Sırf onların ocakta eriyen kalayı bakır kaplara ellerindeki çullarla sürüp parlatmalarını seyretmek, o sırada etrafa yayılan o muhteşem kokuyu hissetmek için tatili iple çekerdim.
Ön üç dişi altın kaplama kalaycı ustasının tütün sarıp içerken bir ayağıyla körüğü pompalayıp bir eliyle ocağın üzerindeki kazanları çevirmesini, arada bir bize sorduğu “evli misun ula ?” sorularına “daha küçüğüz evli değiliz” cevabına yalandan hayret etmiş gibi “şimdi sizun evunuz yog mi?” diyerek altın dişlerini göstererek kahkaha atmasından ne çok zevk alırdık.
Artık kalaycıların kap kacak kalaylamasını seyreden çocuk var mı?
Sabahın erken saatlerinde eski evin kapısında semeri özenle sırtına giydirilen beyaz katır’ın yükü vurulup, süsleri, çanları takıldığında hayvanın yüz ifadesi değişir, eğlenceli bir faaliyete dâhil olduğunu hissederdi sanki.
O toprak zeminli, taş bileğinin sırtını dedemin babasının diktiği o zamanlarda kocaman yaşlı bir armut ağacına yaslayıp beklediği kapıda saatlerce katırın hazırlanmasını, yük vurulmasını ve neşeli sesiyle çanlarının sallanıp durmasını ve nihayet yola çıkma anını seyrederdik.
Köy yollarında katırın üzerine kimse binemezdi, dedem kızardı. Fakat yaylanın çok dik yollarında takatimizin tükendiğini hissettiğimizi anlayan dedem, bizi sıra ile katırın üzerine oturtur, yuları başına verir, yıllardır geçtiği yolları ezberleyen katır mola yerlerinde kendiliğinden durup geriden gelenleri beklerdi.
Biz katıra güvenirdik. Dedem “yaramazlık yaparsanız bana haber verir” derdi. O sebeple katırın yanında yaramazlık yapmaz, haylazlıkla alakalı konuşmalarımızı duyamaması için alçak sesle yapardık. Dedem de gelince katıra bir şey sorarmış gibi yapar, kulağını katırın dudaklarına dayatır, o kalın morumsu dudaklar oynamaya başlayınca herkes birbirini ihbar ederdi. “dede ben demedim Erol dedi” ,” ben demedim ki Adnan dedi ki…”
Yıllar sonra katırın dudaklarını dedemin verdiği arpayı ağzında öğütmek için kıpırdattığını öğrendik.
Yıllar sonra dememdeki maksadım en fazla bir bilemedin iki yıl sadece, fazla değil, inanın.
Yayla yollarında uzaklarda otlayan karacaları amcamın Almanya’dan getirdiği dürbünle seyrederdik. Bizim bölgemizde karaca, geyik, ceylan avlamak, kuş vurmak adam vurmaktan ağır günah kabul edilirdi o zamanlar. Bizim bölgemizde “atmaca” tutulmaz. Çünkü atmaca yakalanır ve eğitilir ve diğer kuşları avlanmada kullanılır.
Karadeniz değişik kültürlerin yoğrulduğu, kaynaştığı ancak kırmızı hatların hala muhafaza edildiği bölgedir bana sorarsanız. Bizim köylerimizde hala ceylan, kuş avı yapılmazken başka ilçelerden (kavimlerden) gelip av yapıldığına şahit oldum.
Yıllar geçti, bizim kullandığımız gazyağı fenerleri artık “nostalji” ifadesi olarak kültürel mekanlarda sergileniyor.
Sergilenmesi gereken o şen şakrak muhabbetlerden eser kalmadı.
Heybeleri “muhabbet” dolu dedelerimiz önce televizyona mağlup oldular, sonra zamana.
YORUMLAR
Yazını daha yeni okuyabildim abi anladım ki rekek ve kadın gözü çok farklı, buda doğal tabi,bende köyle ilgili bir yazı yazmıştım ama konular çok farklı bir gün üşenmezsem buraya geçiririm yazımı biraz uzun .Güzel yazmışsın ben yazınca anlayacaksın farkı :))Bayan gözü demek ki başka şeyleri görüyor.Senin yaşadıklarını ben yaşamadım.Selamlar
erolabi
farklıdır ..
:))))
Yürükçü
ben de öyküm neden kurdele almadı diye düşünüyordum.
meğer nostalji engeline takılmış:)
bazı yerlerine yetişmiştim yazınızın.
lüks lambası hala var köyümüzdeki evde ve elektrikler ne zaman kesilse, lüks lambanın ışığında anlattığımız hikayeler, masallar; oynadığımız oyunlar ve ettiğimiz muhabbetler gelir aklıma.
teknolojinin azizliğinden midir, vurdumduymazlığımızdan mıdır bilemiyorum ama bireyselleşmenin faturası yalnızlık olarak çıkıyor karşımıza ve iletişimsizlik.
ilginç değil mi; iletişim çağındayız ama en yakınımızdakilerden kopuk bir iletişim yaşıyoruz.
yardımseverlik, komşuluk eskilerde kaldı.
''evde soğan bitmiş.Hadi kızım git komşudan 2 soğan al, gel' tarzı cümleler gerilerde kaldığından, her daim soğan, patates kovanızı gözden geçiriniz.)
çok güzeldi hocam.
teşekkür ederiz bu yazı için.
saygılar...
erolabi
İletişim hızlı ve yaygın.Ancak insani değil.
Kurbanda sıcak sıcak et yersin ya...köylerde
bir de şehirde soğuk ve bol et düşün...
fazla olması iyi olmasına insani olmasına delalet değil...
adam dün seninle sanal arkadaş oluyor yarın seni tanımıyor
fincanla gelirdi kapımıza komşunun kızı "annem tuz istediiii" "yağ istedi"" çay istediii" ya valla dedin de anımsadım "iki patatez iki sovan" derlerdi hatta...
çocuğu bize bırakır sinemaya giderdi komşu...
sen yetişmedin o zamanlara televizyon için sandalyeler dizerdik salona
akşam küçük sahne gibi olurdu..
bir de çay servisi yapardı babam...
valla o günler bi daha gelmez..
biz gidecez mecburen o zamanlara..
selam ve saygılarımla değerli deniz-ce !
Nedendir bilinmez hep eski dostluklar eski günler eski güzellikler aranır ama eskilere kimse sahip çıkmaz kimse onlara değer vermez hep yenilik hep yenilik.
N e gördük'ki bu yeniliklerden radyasyondan başka insanı inasandan soğutmadımı arkadaşlıkları alıp gitmedimi evde karı kocayı ayırmadımı herkes düşmüş yenilik peşine herbiri ayrı diziler internetler kimse kimseyle iki kelime laflayamıyor..
Ben çok arar oldum o eski güzel günleri arkadaş muhabbetleri konu komşu gezmeleri ah bir çıkabilsem köyümün dağlarına haykırsam oradan yemyeşil ovalarına gaz lambası özler oldum...
Tebrikler beni çocukluğuma kadar götürdü bu güzel yazınız.
Her şey gönlünüzce her şey gönlümüzce olması, sadece dileklerimle dileklerde kalacağını bilerek hoşça kalın...
Ah o eski günler yeniden yaşanabilse...
erolabi
Herkes kendi derdinde..Komşusu kurtulmadan kim kurtulmuş dünyada..
Komşusu mutlu olmadan mtlu olan var mı?
Bir daha geri getirilmemek üzere anı oldu her biri..
Selam ve muhabbetle...
Sizim köylere de gidilir hani.
Yemyeşil ,toprağı bereketli oralar.
Tetova,Kumanova,Üsküp,Ohrid Manastır( Manastır'a Bitola dediğimde ordaki arkadaşlarım beni fırçalamıştı) ve Gostivar gezdim...
Kahvehanelerinde okey oynadım...Dondurmasını tattım..Pazarda sohbet ettim yaşlılarla...
Çok güzeldi her biri herkes..
Kurdele yi hak eden güzel anlatımınızla, bizleri o hayalini bile unuttuğumuz günlere götürdünüz,
ESaygılarımla.vet yoktu , ama kimsede yoktu. Bu kabullene biliyor da biri tepede biri çukurda olunca çok zor.
erolabi
Selam ve muhabbetle...
sayfaya düşen içten vede hatırlatılması güzel bir yazı okudum yazan kaleminizi kutlarım değerli dost
erolabi
Hüseyin TOPHAN
erolabi
Selam ve saygı ile...
bizler gecis süreci sancilarini en yakindan ve en derinden yasayan kusagiz ne yazik ki... Öylesine sanssiziz ki,daha yasarken hem mektubu gördük, tanidik, yazdik hem de e-maillleri. Aradaki ucuruma bakin.
Mektubu bilmeyen yeni kusak nesine uzulecek ki gecmisin sohbetlerine, yazilan hasret, ask, gurbet mektuplarina.
Bizler hizla gelsen teknoloji yuzunden sanki iki asirdir yasiyoruz. Mektup ve e-mail arasi mesafeyi katettik bizler.
Bu yuzden de bu türden yazilari okurken üzülelim mi eski güzel, insancil günlere gecip gittiler diye, yoksa sevinellim mi iyi ki yasamisiz o günleri diye, bilemiyorum,
Her zamanki gibi güzeldi anlatimin Erol Bey.
saygilar....
erolabi
Bizim var.
Ben o kadar çok mektup yazardım ki yurtta kalırken arkadaşlarım çalışma salonunun en "İneği" seçmişti beni. Ders çalıştığımı zannederek.
Zevk alırdım yazmaktan.
Bir arkadaşım "Bu hafta mektubun gelmeyince işyerinde morallerimiz yerlere düştü ,sen arayı açma.Bu haftanın mektubunu da gönder " diye yazmıştı.
Biz dedelerimiz gibi olacak mıyız?
Bizim gibi torunlar olacak mı?
Çok teşekkür eder selam ve saygılarımı sunarım.
bu gün internet arızası geçti.... hemen güzel sayfaya koştum... kutluyorum erolabim sevgiler
erolabi
Ben de hafta sonu çocuklar yurttan eve gelince el süremiyorum bilgisayara.
Selam ve saygı ile...
teknoloji;
önce mektupları vaurdu sonra aşkları...
sırasıyla düğünler, dostluklar,kitaplar ,...
vurulan vurulana.!
harikaydı
günün yazısıydı
iyi ki rastladım.
erolabi
Şimdi de o güzelim doğayı "HES" inşaatlarıyla katlediyorlar.
Biz yine eskisi gibi susuyoruz.
En içten teşekkürlerimi,saygılarımı sunarım sayın Ozan.
hakkını vererek yazan kalem
ve
haklı bir başarı
çok güzeldi Erol Bey
kutlarım
saygılarımla
erolabi
Selam ve saygı ile.
erolabi
Büyük yaylanın oralar...
Geçen sene gittim Anzer2e.
İstanbuldan gelen bir misafirimle oradaki ortak arkadaşımızı evinde ziyaret ettik.Eski Kültür bakanı İsmail Kahramanın köyünde.
O kadar yüksekteydi ki köy,çay yetişmiyordu. Daha doğrusu yaylada köy kurmuşlar.
ya da gelişmiş yayla diyebiliriz.
Bir gün önve "Kürtlük Yaylasına " Büyük Yaylaya doğru gitmişler. Yolda iki yavrusu ile Likapa yiyen bir ayıya rastlamışlar.
Ayı çemkirmiş bunlara..Arabanın içerisinde korkudan öldük dedi.
Cennet..yeminle.
Bazen "ben şehir adamı değilim,köylerin yaylaların yollarında yaşlanmalı,ölmeliyim diyorum.
Ah...gidi ah!
"Geldi bi alçak duman sardi dort yanumuzi
Bu kaybana sevdaluk alacak canumuzi" demiş atalarımız.
Selam ve muhabbetlerimle değerli hemşerim..
Biliyor musunuz sizi bir konuda zararsız bir şekilde kıskanıyorum Erol bey!
Köy hayatını hiç bilmem sadece çocukken ortam değişikliği amaçlı amcamları ziyarete giderdik ve bu bana çok büyük bir keyif verirdi... Onların doğal yaşamı ve şeffaf masalları!
Ve anlatımlarınızdaki bu Anadolu köy rengini hep kıskanmışımdır yazılarımda hiç bir zaman yapamadığım bir anlatım şekli...
Doğallığın zirve yaptığı sayfalardan biridir sizin sayfanız...
Gönülden kutluyorum...
erolabi
Sizin gibi kelimelere hakim,cümleleri muhteşem dizayn edebilen yazardan bunları duymak mutlu etti beni.
Ben de lise tahsilimi ilçede bitirdim.Köye tatillerde,düğünlerde ,cenazelerde gidebiliyordum.
Benim cennetimdi köy.
Bir başkadır...başkaydı o zamanlar.
Her şey gibi oaralar da değişti.
Yollar yakınlaştırdı şehirlere köyleri.
Şehrin kirliliği köylere kadar vardı..
Çok teşekkür ediyorum değerli yorumunuza.
En içten saygı ile.
erolabi
Farklılıklar kültürel zenginlikten kaynaklanıyor.Ben annemin dedesini çok severdim.Daima hikayeler eski olaylar anlatırdı bize geldiğinde.Sabahları köy arabasından inip doğruca bizim eve gelirdi. Ona kahvaltı hazırlamak kadar zevkli bir uğraşım daha yoktu. Su bardağıyla içerdi çayı.ekmeği bardağa bandırıp öyle atardı ağzına...
Şimdi onlar yok..
yarın biz olmayacağız.
Onlardan gördüklerimizi,öğrendiklerimizi,sevgimizi aktaracağımız torunlarımız olacak mı?
Olur ise de bizim dinlediğimiz gibi can kulağıyla dinleyebilecekler mi bizi?
Bizim merakla dinlenecek anılarımız olacak mı?
Ah...
İşte bekle gör..
Selam ve saygı ile...
Davidoff
Öyle çok severdim ki; ona dede dersem, yaşlanıp öleceğinden korkardım. İlk torun olmanın verdiği avantajla isim takmış ve bütün geriden gelen torunlara aynı ismi kullanmasını öğretmiştim.
Artık kimse dedeme, dede diyemiyordu.
Dedem de yaşlanmıyordu. Haftasonu geldi mi, Balattan bize bir tekne tutup, bütün torunlarını içine bindirip, doğru Heybeli ada...
Dedem II. Kaptan. Bizlerse 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. :)
Saygıyla erolabi Birgün mutlaka bu anılarımı yazmalıyım.
erolabi
"arkadaşım dede" derdim ben de..
birgün'e bırakma hemen yaz..