- 1681 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (15)
..... devam
MEKKE’DE GELEN HÜKÜMLER (6)
Allah mü’minûn Suresi (8-11) ayetlerinde, “Yine onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler; Ve onlar ki, namazlarına devam ederler. İşte, asıl bunlar varis olacaklardır; Firdevs’e (cennet) varis olan bu kimseler, orada ebedi kalıcıdırlar”
Mearic suresinin (32 -35) ayetlerinde ise, “Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler; Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; Namazlarını koruyanlar; İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.”
Emanetlere sahip çıkmak Mekke döneminde çok önemliydi. İnsanların değerli eşyalarını, paralarını saklayacak kasalar, bankalar, kurumlar bugünkü gibi yoktu. Toplumda öne çıkan bazı güvenilir kişiler bu görevi üstlenmişti. Bazıları bunun için ücret alıyordu. Zayıfların emanetlerine hıyanet edebiliyorlardı. Emanetleri korumak sadece güçlülüğe bağlı değildi. İnsan zaaflarının da olmaması gerekiyordu. Emanet alacak kişinin, aldığı emanetleri kendi çıkarlarına kullanmaması gerekiyordu. Bazı insanlar, varlıklarına, güçlerine güvenerek emanetleri çıkarları için değerlendirmeye kalkıyor, eğer kazanırlarsa emanetler üzerinden kazanç sağlıyor. Zarar ederlerse bahaneler ileri sürerek emanetleri iade etmiyorlardı. Çalınma, kaybolma gibi olaylar yoğun olduğundan, emanet verenler çaresiz kalabiliyorlardı. Hâlbuki çalındı, kayboldu gibi ifadelerle emanetler iade edilmediğinde, emanet alan kişilerin zaafları, hırsları öndeydi. Aldığı emanetleri sermaye gibi kullanarak ticarete yatırmak… Kazandığı zaman emanet sahibine hiçbir şey vermemek… Zarar ettiğinde ise, çalındı, kayboldu bahaneleriyle emanetleri iade etmemek… Böylece insanları çaresiz bırakmak olağan, sıradan olaylardı. Onun için emanet ehli olmak önemliydi. Güç bakımından zayıf insanlar, elde ettikleri küçük değerleri emanet ehline vererek korumak istiyorlardı. Genelde aşiretlerin zenginleri, güçlüleri bu konuda insanlara yardım ederken, bazıları aynı zamanda kendi çıkarları için kullanıyorlardı.
Hz. Muhammed aleyhisselam kendisine peygamberlik gelmeden önceki devirde de, güvenilir kişiliğiyle ünlenmişti. İnsanların emanetlerini alıyor. Emanetleri koruyordu. Peygamberlik gelince bu görevi üstlenmekten vazgeçmedi. Zira Hz. Muhammed aleyhisselam, emanet ehli olma değerlerin tümünü taşıyordu. O hiçbir zaman emanetleri kendi çıkarlarına kullanmaz. Emanet sahibinin rızası, izni olmadan asla ticaretin içine sokmazdı. Ona emanet verenler O’nun asla verilen emanetlere ihanet etmeyeceklerine inanıyor. Farklı dini savunsa da, putperestliğe karşı çıksa da, emanetlere hıyanet etmeyeceğini biliyorlardı. Bu nedenle değerli eşyalarını, paralarını peygambere getiriyorlardı. Peygamber inanmayanların mallarını emanet alıyor onları koruyordu. Putperest toplumun elebaşları Müslümanlara baskı, zulüm yaparken, toplum kıymetli emanetlerini Allah’ın resulüne bırakıyor. Peygamberin daha iyi koruyacağına, emanetlere sahip çıkacağına inanıyordu. Allah, insanla, toplum arasında güven unsurlarının temellerinden birini daha Mü’minun suresinin 8. Ayetinde, Mearic suresinin 32. Ayetinde “Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler” diyerek hükmetti. İnananlar, asla emanetlere, akitlere ihanet etmezler. Canları pahasına emanetleri korur, verdikleri sözleri yerine getirir, akit yapmışlarsa harfiyen uyarlardı.
Emanetleri konu alan ayetlere baktığımızda, “namazları korumak, şahitliği dürüst yapmak, verilen sözlere uymak, yapılan akitlere uymak” emanetlere sahip çıkarlar, emanetlere ihanet etmezler hükmüyle eşdeğer olarak belirtiliyordu. İnancın, davranışların hükümleri olarak bu hükümler, birbirinden ayrılmaz parçalardı. Oluşacak olan Mümin kimliğinin, Müslüman toplumunun temel taşlarıydı. Güvenilirliği esas alan bu hükümler, insanda, toplumda yaşatıldıkça, insanlık erdemlerini yükseliyor. Toplumsal ilişkiler; dengeli, düzenli, güvenli hale getiriliyor. Böylece güçlü bir toplumsal yapılanma ortaya çıkıyordu.
Toplumda güven sağlamak. İnsanlara sahip çıkmak… Sevgiyi, saygıyı, paylaşımı toplumun her kesimine ulaştırmak… Mekke’de gönderilen ayetlerin ana konusuydu. Bu hükümleri uygulayan Müslümanlar, toplumda güvenin, eminliğin simgesi olurken, Mekkeli putperest zenginler toplumlarını kaybetmeye başladılar. İnsanlar İslam’a inanmasalar bile, Müslümanlara güveniyorlardı. Toplumun geneli putperest olsa da, kendi önderlerine güvenmiyorlardı. Dolayısıyla Müslümanlar güvenilir, emin olunan anlamında mümin olarak isimlendirildiler. Putperestler ise güvenilmez, emin olunmaz, her şeyi çıkarları doğrultusunda yalanlarıyla örterler anlamında kâfir olarak isimlendirildiler.
Günümüzde durum nasıldır dememe gerek yok. Günümüzde “hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme”. “Nerede yalan dolan, orada namaz kılan” tekerlemeleriyle Müslümanlar tarif ediliyor. Bu karalamaları inkârcılar, laikler, solcular, kapitalistler, feministler, ateistler yapıyor diyebiliriz. Böyle diyerek suçlamaları savuşturabiliriz. Ancak gerçeklik payı var mı yok mu? Gerçekler içinde Müslüman’ım diyenler nerede duruyor? Durum nedir? Asıl mesele bu sorulara adilce, doğru cevap vermektir.
Yaşadığımız hayatta ayetlere aykırı davranışları çok görüyoruz. Hemen her birimiz ayetlere aykırı davranışların acısını yaşıyoruz. Müslüman olduğumuz halde, kendi içimizde, dışımızda, toplumumuzda, dünyamızda, Müslümanların ayetlere aykırı davranışları geleceğimizi karartıyor.
İşin özü, Müslüman olmayanlar insanlığa karşı istediği kadar suç işleyebilirler. Ama Müslümanların insanlığa karşı suç işlemesi mümkün değildir. İster inansın, ister inanmasın insanlara karşı işlenmiş suçları Allah kendisine karşı işlenmiş suç olarak kabul ediyor. Yani bir Müslüman, “ben Müslümanların hakkını korurum, onlara verdiğim sözü tutarım, kâfirlerin hakkı, onlara verdiğim sözler beni ilgilendirmez” diyemez.
Gönderilen ayetlerle, toplumda anarşiye izin verilmeden, tutarlı, disiplinli bir toplum oluşturuluyor. Müslümanlar gönderilen ayetlerin hükümleriyle bilenerek, doğru bir insanlığı örnekliyorlar. Müslümanlar, Mekke’nin yönetimine karşı net duruş sergilerken, kavga, itiş kakış, adam öldürme gibi konulardan uzak duruyorlar. Mekke’nin putperest liderleri zayıf gördükleri Müslümanlara karşı baskılar uygularken bile, Müslümanlar güç kullanmıyorlar. Her türlü baskıya sabırla karşı duruyorlar. Azimle inançlarını yaşıyorlar. Hiçbir zaman, bize bu kadar baskı yapılıyor, bizde putperest topluma aynı şekilde davranalım demiyorlar. Müslümanların ayetler doğrultusunda uyguladıkları politikalar, putperest toplumu yönetiminden ayırdı. Hâlbuki toplumda meydana getirilen her anarşik eylem, toplumu yönetiminden yana yapar. Zira toplumsal anarşiden korkan halk, devletlerinden bir an önce bu ayrılıkçı düşünceleri, anarşiyi bitirmesini isterler. Devletlerinin yanında tavır alırlar. Halkla devletin bütünleşmesini sağlarlar. Bugün solun yaptığı anarşiler sayesinde sol gittikçe zayıflarken, sağ iktidarlar güç kazanmıştır. Bunun nedeni budur. Anarşiden korkan halk devletine sığınmış. Devletinin başına sağı iktidar etmiştir. Birinci ve ikinci dünya savaşının ortamlarında meydana gelen, yatla konferansları doğrultusunda sola verilen ülkelerdeki sol devrimlerin dışında, solun anarşik olaylara dayalı hiçbir devrimi yoktur. Belki de, kapitalistlerin yönettiği, yönlerdirdiği solcular, onların istediği gibi anarşi ortamına dâhil olarak, sağ iktidarlara güç kazandırmaktadırlar. Kısaca toplumsal anarşi, devletle-toplumu birleştirir. O nedenle hiçbir şekilde Müslümanlara anarşik eylemler emredilmemiş, izin verilmemiştir. Çünkü bugün olduğu gibi geçmişte de, toplumdaki karışıklıklar her zaman iktidarlara yaramıştır. Karışıklıklardan muzdarip olan her toplum, toplumda dengeyi, barışı sağlayacak güçlü iktidarlar istemiştir. İstedikleri güçlü iktidarlar ileride onlara zulmetse de, onlar iktidara boyun eğdikçe barışın hükümran olacağına inanmışlardır. Ülkemizdeki darbelerin arkasından yapılan anayasa oylamalarında, başka ülkelerdeki darbeci anayasaların oylanmasında görülen yüksek oranda onaylanmanın sırrı buradadır. Çünkü her darbe girişimi, toplumdaki anarşik olayların arkasından olmuştur. Toplumlar anarşik ortamdan kurtulabilmek için güçlülere onay verirler. “Denize düşenin yılana sarılma” hikâyesi gibi, anarşiden korkanlar, anarşiden kurtulmak için zulmü iktidar edeceklere evet derler. Mekke’de olan, bu durumun tamamen tersiydi. Mekke’de güçlüler baskılarıyla, zulümleriyle anarşik ortam doğuruyor. Haksızca Müslümanların üzerine yürüyor. Müslümanlarsa her ne olursa olsun, din gözetmeden, topluma, toplumun zayıflarına, fakirlerine sahip çıkıyor. Zayıfların emanetlerini koruyordu. Böylece Müslümanların yaptığı etkili tebliğ, hükümleri uygulama samimiyeti, toplumu temelinden sarsarak Müslümanlardan yana kıldı. Müslümanlara yapılan boykotu kırdılar. Müslümanlara yardıma yöneldiler.
Verdikleri sözleri yerine getirmek Müslümanların temel şiarıydı. Sözünde durmak, sözleşme yapıldıysa, söyleşmenin şartlarına harfiyen uymak Müslümanlığın temeliydi. Söz verme konusunu bundan önceki bölümde ayrıntılı olarak incelemiştik. Söz verilenin Müslüman, putperest olması önemli değildi. Sözleşme yaptıklarımız Müslüman veya putperest olması önemli değildi. Müslüman kime söz verdiğine, kiminle sözleşme yaptığına bakmadan, sözünü yerine getirir, sözleşme hükümlerini uygulardı. Günümüzde hem Müslümanların, hem de Müslüman olmayanların ortak bahanesi olarak görülen, din değiştirme veya ideoloji değiştirme gibi hususlar nedeniyle sözlerin yerine getirilmemesi, sözleşmelerin uygulanamaz duruma getirilmesi Resul ve arkadaşları için mümkün değildi. Resul ve arkadaşları her halükarda sözlerini yerine getirmeyi inançlarının esası saydılar. Çünkü onlar inanandı, inanılandı. İnançları sözlerinden ibaret değildi. İnançları, yaşamlarının özüydü. Yaşamlarının tek amacıydı. Ancak sonraki yıllar insanların amellerini (yaşamlarını) imandan ayırdılar. İnsanlar Allah’ın ayetlerine aykırı yaşasalar da, Müslüman kaldıklarına inandılar. Halbuki Kur’an okusalardı, davranışlar (ameller) inancın bir parçası, davranışlar (ameller) inancın yeryüzüne yansımasıydı. İnsan yaşamına neyi yansıtıyorsa inancı odur. Bu öz, ayetlerin inancı tarif eden ayetlerin özüydü.
Şahitliği düzgün yapmak toplumsal yapılanmanın önemli kurallarındandır. Onun için Allah emanetlere dikkat etme konusuyla birlikte şahitliği de gündeme getiriyor. Zira her yaşanılan olay insandaki bir emanettir. Emanet kapsamında konu sadece, insanlara verilen, paralar, değerler değildir. İnsanın insana verdiği söz, insanın insanlarla birlikte yaşadığı olaylar da insandaki emanettir. Onun için Allah, söz vermeyi, emanetlere ihanet etmemeyi, şahitliği düzgün yapmayı birlikte hükmediyor. Aslında konunun özünde, hepsi aynı anlam içine giriyor. Söz emanettir. Yaşanılan olaylar emanettir. Korunması için verilen değerler emanettir. Şahitlik, emanetin yeri geldiğinde iadesinden ibarettir. Yani, bazı olaylar yaşadık, sözler işittik. Sorulduğunda bizde emanet olarak var olan sözleri, yaşanan olayların ayrıntıları, gerçeğine uygun bir şekilde söylemek, olayları anlatmak, emaneti iade etmektir. Allah’ın yanında, şahitlik önemli bir kavramdır. Huzurdaki hesapta Allah, insanla ilgili her şeyi insanın yaşamına şahit kılacaktır. Ayetleri okuyanlar bilirler. Allah Peygamberlerin resul seçilmesine, resuller tebliğ ettikleri dine, dinin hükümlerine, insanlar insanların yaşadıklarına, söylediklerine, insana verilen bedensel değerler (akıl, muhakeme, irade, göz, kulak, el, ayak, dil vs) insana şahit olacaklardır. “Onların elleri, ayakları, gözleri, dilleri, kulakları kendi aleyhlerine şahit olduğu zaman” cümlesiyle çarpıcı olarak ortaya konulan, dinin şahitlik temeline dayandığını göstermektedir. Müslümanların kültüründe, insanların dine girerken şahadet getirmeleri bir rastlandı değildir. Şahadet getirmek, insanın kendisini şahit olarak ortaya koymasıdır.
Emaneti insanın insana bıraktığı söz, bıraktığı mal, para, kıymetli eşya, yaşanan olaylar olarak genişlettiğimizde, konu önemli hale gelir. Bir insanın diğer insana bıraktığı sır, bir emanettir. İki insan arasındaki konuşma, bir emanettir. Sözleşme, bir emanettir. İnsanların söz vermesi, bir emanettir. İnsanlar arasında yapılan akitler, bir emanettir. Dinin tebliği, insanlara bırakılan bir emanettir. Müslümanlar arasında yapılan istişareler, bir emanettir. Müslümanların birbirlerinin bilgilerini artırmak için yaptıkları çalışmalar, bir emanettir. Yazılan makaleler, kitaplar, hikâyeler, şiirler, topluma bırakılan bir emanettir. Yapılan sunumlar, konferanslar, seminerler, dinleyicilere bırakılan bir emanettir. Bugün burada yaptığımız bu konuşma, bu sohbet, sizlere bırakılan bir emanettir. Allah’ın bildirdiği gerçeklikte, hesap günü insanlar kendilerinde bulunan emanetleri dile getirerek, yani şahitlik ederek emanetlerini iade edeceklerdir. Bir Müslüman, herhangi bir insanla veya başka bir Müslüman’la Allah’ın ayetleri üzerine konuşmalar yaparak bilgilerini paylaşsa, onlar paylaşılan bilgileri kabul etseler de, etmeseler de, kendilerine bırakılan bir emanet olarak taşıyacaklardır. Onun için Medine döneminde gelen ayette “o münafıklar müminlere, inanmayacaklarını bildiğiniz halde niçin onlara anlatıp duruyorsunuz, diyorlardı. Müminler onlara, biz elimizden geleni yapıyoruz. Hidayet Allah’tandır. Umuyoruz ki, yaptığımız şey hesap günü lehimize şahitlik olur” Bu özü yaşayan resul, bu özü kavrayan resulün arkadaşları, bıkmadan, usanmadan insanlara Allah’ın dinini tebliğ ediyor. Ayetlerini insanlara açıklıyorlardı. Onlar için insanların inanıp inanmaması, anlattıklarını kabul edip etmemesi önemli değildi. Zira Müslümanlar ayetleri tebliğ ettiklerinde, insanlara emanet bıraktıklarının bilincindeydiler. Ne yazık ki günümüzde Müslümanlar bu bilinçte değiller. Bugün Müslümanlar aceleci davranıyorlar. İnsanların inançlarına karışıyorlar. İnsanları yargılıyorlar. Anlattıklarına hemen inansınlar istiyorlar. Anlattıklarına itiraz edilmesin istiyorlar. Böylece emanetin dışına çıkıyorlar. Bilselerdi ki, insanlara yaptıkları suçlamalar da, insanlar anlattıklarını kabul etmediği zaman koydukları tavır da, insanlara bırakılan emanettir. Huzurdaki hesapta, suçlanan insanlar, kendilerine tavır konulan insanlar, aleyhlerinde konuşulan insanlar, emanetlerini Allah’a iade edecekler, yani şahitliklerini yapacaklar. O zaman Allah, suçlayanlara “hangi hakla, hangi yetkiyle suçladıklarını”, tavır koyanlara “hangi hakla, hangi yetkiyle tavır koyduklarını” soracak. Kim Allah’tan kendisine bir yetki, bir görev verilmeden suçlama yapmışsa, haksızca ayetlere aykırı davranışlarda bulunmuşsa, mutlaka karşılığını bulacaktır.
Tekrar ediyorum. Müslümanlar çok iyi kavramalılar ki, Allah’ın ayetleri kendilerine bir emanettir. Müslümanların tarihinden kendilerine gelen kültür bir emanettir. Yaşadığı olaylar bir emanettir. Müslümanların Müslümanlarla konuşmaları, istişareleri bir emanettir. Müslümanların Müslüman olmayanlara karşı söylemleri bir emanettir. Müslümanların, Müslümanlar aleyhine söyledikleri bir emanettir. Müslümanların Müslüman olmayanlar aleyhine söyledikleri bir emanettir. Kısacası yaşamın kendisi insana bırakılan bir emanettir. “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzap-72) Günümüzde insanlar sözlerini hafife alıyorlar. Yaşadıkları olayları hafife alıyorlar. Sözlerine, yaşamlarına, duygularını, benlerini, çıkarlarını, hırslarını karıştırıyorlar. Şahit olacakları konularda adil davranmıyorlar. Kendilerine şahit olacaklara aleyhlerinde çok şey bırakıyorlar. Düşünebiliyor musunuz? Bir insanın düşünce farklılığından dolayı ona, kâfir, sapık, mezhepsiz, akılsız, ahmak dedik. Neden? Acaba bu söylediklerinin kendi aleyhine ileride şahitlik yapacağını biliyorlar mı? Huzurdaki hesapta, görüş farklılıklarından dolayı, kâfir, sapık, mezhepsiz, akılsız, ahmak, aptal denilenler haklarını aradıklarında, unutmayın ki, diliniz aleyhinize şahitlik edecektir. Aklınız aleyhinize şahitlik edecektir. Mantığınız aleyhinize şahitlik edecektir. İradeniz aleyhinize şahitlik edecektir. Kalbiniz aleyhinize şahitlik edecektir. Hâlbuki bu sözleri söylerken ne kadar da, lakayt, umarsız ve bol keseden söylüyoruz. Ne kadar görevsiz, yetkisiz, sorumsuz olarak söylüyoruz. Hâlbuki “dağlar, yerler, gökler sorumluluktan kaçmışlardı” Zira onlar sorumluluğun ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çünkü onlar, emanetin ne demek onu biliyorlardı. Çünkü onlar emaneti yerine getirmenin ne demek olduğunu biliyorlardı.
İnsanın cahilliği, hırsı, kendi kendine görev üstlenmesi, yetki kullanması, emanete ihaneti, başına büyük belalar açacaktır. Kendisine bırakılan sözlere adaletli davranmaması başına büyük felaketler açacaktır. Görüşümüze aykırı bir düşünce söylendiği zaman, “söylediğiniz şeyi doğru bulmuyorum, nedenleri şunlardır” deyip bırakma yerine, “sen böyle mi inanıyorsun, böyle inanıyorsan, sapıksın, kâfirsin, akılsızsın, ahmaksın, aptalsın” demek arasında büyük fark vardır. Birinde görüş ayrılığımızı ortaya koymak. Delillerimizi sunarak insanlara bildiklerimizi aktarmak vardır. Diğerinde suçlamak vardır. Her iki tavır, her iki söz Allah’ın hesabına emanet olarak gidecektir. Her iki tavrımızın, sözlerimizin karşılığını Allah verecektir.
Şahitliği dünya yaşamında doğru yapın. Zaten huzurdaki hesapta eğri yapma şansınız yok. Orada dilinizi eğip bükemeyeceksiniz. Ama dünyada eğip bükebilirsiniz. Orada akli oyunlarla, çıkarcı muhakemelerle, hırsa dayalı azgın tavırlarla şahitlik yapamayacaksınız. Ama dünyada aklınızı, muhakemenizi, hırslarınızı, hayallerinizi, azgınlıklarınızı ortaya koyarak şahitlik yapabilirsiniz. Müminler, namazlarını korurlar, sözlerine riayet ederler, emanetlerine sahip çıkarlar, şahitliklerini doğru yaparlar. Nerede doğru yaparlar? Dünyada! İşte dünyada namazlarını koruyanlar, sözlerine riayet edenler, emanetlerine sahip çıkanlar, şahitliklerini doğru yapanlar, cennetle mükâfatlanacaklardır. Huzurdaki hesapta cennetle mükâfatlanmak nimetlerin en güzelidir. Peki, dünyada cennetle mükâfatlanacak işleri yapanlar ne yapmış olacaklardır? İşte burası önemlidir.
Ayetlerin hükümlerini dünyada yerine getirenler, topluma sevgiyi, saygıyı, paylaşımı hâkim kılacaklardır. İnsanlar arasında güven duygularını yaşatacaklardır. Hangi dinden, hangi görüşten olursa olsun, ayetlerin hükmünü yerine getiren müminleri gördükçe, insanlığın ulaşabileceği erdemliliği göstereceklerdir. Dün, bugün, ideolojilerin, sosyolojinin, felsefenin dinlerin aradığı, insanlığa sunduğu insanlık gerçekleşecektir. Hem de Allah’ın ayetleri doğrultusunda gerçekleşerek, deneme tahtasına dönüştürülmeyen bir yapıyla gerçekleştirecektir. İnsanlar insanlık için çeşitli erdemler hayal edebilirler. Kültürlerine, bilgilerine, içinde yaşadıkları şartlara göre, ideallerindeki insanlığın resmini çizebilirler. Ancak insanlığın kültürü, bilgileri, yaşadığı şartlar değişebilir. Değişen kültüre, bilgilere, şartlara göre insanlık değerleri de değişebilir. Her değişen değerlere göre insanın deneme tahtasına dönüştürülmesi, yazboz insan figürü ortaya çıkaracaktır. Hâlbuki insanları yaratan Allah gönderdiği kurallarla yazboz insan önermez. İdealdeki insanı tarif eder. İdealdeki insanın uyacağı kuralları gönderir. İdealdeki insan, verdikleri sözleri mutlaka yerine getirendir. Kendilerine bırakılan emanetlere sahip çıkan, koruyandır. Her konudaki şahitliği, çıkarsız bir şekilde adaletli yapandır. Bu sayılan değerler dini ne olursa olsun her insan içindir. Müslümanlar bu değerlere namazlarını korumayı da ekleyerek ideal insanın doruğuna ulaşırlar. İşte burası önemlidir. Müslümanlar hangi dinden, hangi görüşten olursa olsun, insanlar arasında sözleri yerine getirmeyi… Emanetlere sahip çıkmayı… Şahitliği doğru yapmayı göstererek, uygulayarak toplumsal güce ulaşmanın yolunu insanlara öğretirler. Ne yazık ki bugün Müslümanlar böyle bir hedeften, idealden uzaktırlar. Bugün Müslümanların idealinde, hedefinde bunlar yoktur. Bugün özellikle Müslümanların yaşamları, kendilerinin oluşturduğu yazboz insan figürüdür. Bugün Müslümanların hedefinde, idealinde, bir an önce, insanlık değerlerini içselleştirmeden, toplumsallaştırmadan iktidar olma vardır. İnsanlara, toplumlara, devletlere haddini bildirme vardır. İnsanları değerlendirme, suçlama, yargılama, öteleme vardır. Müslümanlar Mekke’deki resulü izlemiyorlar. Mekke’de inançlarını yaşayan Müslümanları izlemiyorlar. Mekke’de Allah’ın Müslümanlara gönderdiği hükümlerin önemini kavramıyorlar. Eğer bugün Müslümanlar Mekke’deki Müslümanları izleselerdi. Medine’de devlet kuruluncaya kadar, bir kez olsun dillerinden, düşüncelerinden iktidar olma hayalinin, idealinin, hedefinin geçmediğini bilirlerdi. Mekke’deki Müslümanları izleselerdi, resulün önüne konan iktidar şanslarına, resulün nasıl cevap verdiğini bilirlerdi.
Mekke’de gönderilen hükümlerin özü, Allah’ın kurallarına uyanları, insanlık erdemini yaşayanları, olgunlaşan insanları, toplumsallaştırmaktır. O gün başta resul olmak üzere, Müslümanların öne çıkanları, ayetleri uygulayarak toplumsallaşmışlardır. Bugünse, Müslümanlar güçlü bir toplum istiyorlar ama kendileri ayetler doğrultusunda yaşarak, güçlü bir insan olmak istemiyorlar. Duygularının yelpazesinde hareket ederek bireyselleşiyorlar. Çıkarlarına uygun hareket ederek dünyevileşiyorlar. Benliklerine göre hareket ederek, parçalandıkça parçalanıyorlar. İnançlarıyla, düşünceleriyle, suçlamalarıyla, yargılamalarıyla, ötelemeleriyle toplumsallaşamıyorlar.
Bugün insanlar şahitliklerini doğru yapmıyorlar. Kişilerden kulaklarıyla duyduklarını, düşüncelerine göre yorumlayarak başkalarına aktarıyorlar. Kişiler hakkında başkalarından duyduklarını teyit ettirmeden başkalarına aktarıyorlar. Hâlbuki Müslüman’a düşen adil olmaktır. Adil olan Müslüman, bir kişi hakkında söz duymuşsa, kişinin kendisi tarafından teyit edilmeden yorum yapmaması, başkasına aktarmaması gerekir. Adil olmanın temel kuralı budur. Ancak böyle yaptığı zaman, Müslüman dedikodudan gıybetten uzak durmuş olur. Günümüzde, Müslümanlar arasında dedikodu, gıybet hükmünü sürdürmektedir. Filanca hakkında filanca şöyle demiş diye başlayan konuşmalar, Müslümanlara asla yakışmaz. Günümüzün iletişim teknolojisi, imkânları geçmişten daha güçlüdür. Adil olan insan, anında duyduğu hakkında gerekli bilgilere ulaşabilir. Duyduklarına göre insanlar hakkında konuşacağına, bizzat insanların kendilerine ulaşarak, duyduklarının gerçeğini öğrenebilir. Eğer bilginin gerçeğine ulaşamıyorsa, bizzat kişilerin kendinden teyit ettiremiyorsa, susması hayırlıdır.
Allah’ın koyduğu kurallara aykırı davranışların başında gelen “filanca kişi hakkında ne düşünüyorsun” sözüyle başlayan konuşmalardır. Bakın, “şöyle bir görüş ortalıkta tartışılıyor, bu konuda sen ne düşünüyorsun” demiyor. Filanca kişi hakkında ne düşünüyorsun diyor. Düşünceleri, görüşleri konuşmanın ötesine çıkarak kişilerle uğraşmayı öne çıkarıyor. Hâlbuki cahil, acizler kişilerle uğraşır. Erdemli, inançlı, akıllı kişiler ise, fikirler üzerinde konuşurlar. Bütün bu konuları emanet kavramında inceleyebiliriz. Şahitlik konusunda inceleyebiliriz. Ayetlerin anlamlarını daralttıkça Allah’ın ne demek istediğini anlayamayız. Ayetlerin anlamlarını, insanın düşüncelerine, yaşamına ne kadar çok genişletirsek, Allah’ın insan için koyduğu kuralları daha çok anlarız. Kelimeler üzerine tartışmak yerine, anlamlar üzerine konuşmak daima iyidir. Her ayet kelimelerden oluşuyor. Ayetleri oluşturan kelimeler üzerinde, tartışma, konuşma yerine, konuyu ayetlerin bütünlüğünde, kur’an-ın bütünlüğünde kavrayıp, anlamları üzerinde konuşmamız gerekir. Ama bu konuşmalar, asla suçlayıcı, yargılayıcı, öteleyici olmamalıdır. Doğru bildiğimiz her şeyle içselleşip, daha doğruya ulaşmak için, Müslümanlarla bilgi, fikir alışverişinde bulunmamız Allah’ın bize gösterdiği yoldur. İnsanlarla, özellikle Müslümanlarla bilgi, görüş alışverişlerinde aceleci olmamız, suçlayıcı, yargılayıcı, öteleyici olmamız bizim şahitliği doğru yapmadığımız anlamına gelir.
Allah inancında kesin, keskin, sözlerinde, davranışlarında adil, alçak gönüllü, yumuşak bir Müslüman’dan söz ediyor. İnsanlara ne kadar sert, katı, suçlayıcı, yargılayıcı davranırsak, o kadar Allah’tan uzaklaşmış oluruz. Bunu kavradığımız gün Allah’ın gerçeğini kavramış oluruz. Unutmayalım ki, Allah hiçbir zaman verdiği sözden vazgeçmiyor. İşte kendini tanımayan insanlar ortada. İnsanlara zulmeden, haklarını yiyen, çalan çırpan, üzerlerinde haksız iktidar olanlar ortada. Allah onlara bir şey yapmıyor. Zira tüm insanlığa, Allah bir söz verdi. Dünya hayatı sizin imtihanınızdır. İmtihanda insanlar sorulara, ister yanlış cevap verirler, ister doğru cevap verirler. Sorulara cevapların, İnsanın inancı, sözü, davranışları olduğu bilinmelidir. İnsanlar imtihan süresince istediklerini yapacaklardır. Süre bitince yapılanlar değerlendirilecek, doğru cevaplayanlar mükâfatlanacak, yanlış cevaplayanlar kaybedeceklerdir. Bu Allah’ın insanlara verdiği sözdür. Allah sözlerine duygularını karıştırmıyor. Allah kendine karşı yapılan haksızlıkları bahane kılarak sözünden dönmüyor, adaletten sapmıyor. Allah insanların imtihan sürecinde yaptıkları yanlışları görerek imtihan süresini kısaltmıyor. Böyleyken insanlara ne oluyor ki, Allah’ın yapmadığı şeyleri yapıyorlar? İnsanlara ne oluyor ki, duygularını, benliklerini işe karıştırarak adaletten uzaklaşıyorlar? İnsanlara ne oluyor ki, kendilerine emanet edilen, dine, ayetlere, sözlere, akla, muhakemeye, iradeye aykırı davranıyorlar? Halbuki Allah kendisine karşı yapılan, saygısızlıklara, karşı çıkışlara, düzenini (dinini) bozanlara dünya hayatında bir şey demezken, insanlara meşru müdafaa hakkı veriyor. İnsanlar, inançlarına, canlarına, mallarına, nesillerine yönelmiş tehlikelere karşı kendilerini savunabilirler. Meşru müdafaa hakkını kullanabilirler. Ama Allah dünya hayatında meşru müdafaa hakkını kullanmıyor. Kendisine yöneltilen her türlü kötülüğe karşı, hesap gününü gösteriyor. İnsanların kendi yaptıklarından dolayı başlarına gelecekleri gösteriyor. Dünya hayatı etki, tepki kurallarında kendi dengesini bulmuştur. Yalancı, yalancıyla. Zalim, başka bir zalimle… Dinsiz, imansızla… Tağut başka bir tağutla yıkılır. Yerle bir edilir. Allah bu gerçeği insanlara gösteriyor. Allah’ın insanlara gösterdiği bu gerçekler, insan henüz hesap gününe gelmeden de, yaptıklarını bulur esprisini taşıyor. Allah olaylara müdahale etmeyeceğini, insanların iyilikte, kötülükte birbirleriyle yarışacaklarını, daima iyiliğin, iyilerin yanında olduğunu belirtiyor. İyi, iyilikten yana olarak, Allah ile beraber olmak, dünya hayatının başarısı olduğunu anlayanlardan olmak, insanın dünyadaki amacı olmalıdır.
devam edecek....
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.