- 1259 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KADIN HİKAYELERİ (HİKÂYÂT'ÜN NİSA)
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
”Üç şey seçildi cennetten: Kelimeler, aşk, annelik duygusu. Kelimeleri Âdem aldı, annelik duygusu Havva’ya kaldı; ama aşk çok ağırdı.”
…………………………….
“Kadınlar vardır, hikâyeleriyle bile üşütürler geceyi… Şimdi sana bazı kadınların üstlerine sabahlık gibi giyindikleri hikâyelerini anlatacağım.”
Hint Okyanusu’nun kenarında az önce tanıştığı, uzun boylu, iri yapılı, derin bakışlı siyahî bir Kenyalıya anlatıyordu Şehrazat bunları, derdini anlatabileceği kadar İngilizcesiyle. Oysa başka dilde dertleşmek ne kadar zordu. Kimse kendi dilinde bile derdini paylaşamazken ötekiyle…
Elindeki hindistancevizi sütünden bir yudum alıp yutkundu. Şu soluk benizli kadın karşısına geçmiş, ıslak saçları ve sırılsıklam elbiseleri ile ciddiye alınmayacak bir hâldeyken bu hikâyelerden söz edecek cesareti ve samimiyeti nereden bulmuştu? Kadının yüzünde kendine ait izler aradı, bulamadı. Yepyeni taptaze bir tanışmaydı bu. Tamamıyla yabancı, bir o kadar eskiyle bağları olan bir tanışma. Adının Şehrazat olduğundan başka bir şey bilmiyordu bu kuzeyli, beyaz ve Müslüman kadının hakkında. Ve yine bütün beyazlara has bencillik ve kararlılıkla kendi hikâyelerini anlatacaktı anlaşılan.
“Kulağına senin kelimelerinle dokunsun istiyorum sesimin. Bana dilinin rengini söyle.”
Kevin bu içten soruya cevap vermek yerine susmayı tercih etti. Dilinin rengini o da bilmiyordu. Kabilesi Svahilicenin bir alt dilini konuşuyor, ona okulda yalnızca İngilizce öğretiliyordu. Düşlerini düşündü. İnsan anadilinde görürdü düşlerini. Hatırlayamadı. Hiç önemsememişti şimdiye kadar anlaşılan dilini. Utanarak başını önüne eğdi. Gözlerini önce Şehrazat’ın yeşil gözlerine, beyaz ellerine, elinde tuttuğu hindistancevizine götürdü, sonra önünde kocaman dalgalarını fütursuzca karaya çarpan Hint okyanusunun en uzak noktasına, ufuk çizgisine bıraktı. Burası güvenli bir alandı, konuşma süresince buradan tutunmaya karar verdi.
Aylardan Mayıs’tı. Burada mevsim sonbahardı ve yağmur yağacaktı belki birazdan. Mombassa’yı tertemiz yıkayacak, o meşhur rainbow’larla (gökkuşaklarıyla) ışıl ışıl donatılmış bir gökyüzü bırakacaktı arkasında. Tutunduğu ufuk çizgisi henüz güvenilirliğini yitirmemiş, Okyanus hala Afrika’nın hüzünlü topraklarını acıtırcasına dövüyordu.
Şehrazat konuşmasına İngilizce devam etti.
“O kadar hikâye biriktirdim ki Kevin, bunları birileriyle paylaşmak zorundayım artık. Yoksa bunun ağırlığı altında kendimi yitirmekten korkuyorum.
Kadınlardan bahsediyorum. Ülkemdeki, ülkendeki, başka toprak ve zamanlara ait kadınlardan…
Mutlu hikâyeler de var elbette… Mutlu başlar her şey sonuçta. Başlangıçları mutluluk sunmasa başlar mıyız hiç birimiz yeni olan bir şeye? Ama hayat som mutluluk vaat etmez, etmemeli zaten. Bu adalet ve imtihan inanışına ters düşerdi, biliyorum. Acıları sorgulamıyorum. Ben yalnızca hikâyelerin kahramanlarının söylemek isteyip de fırsat bulamadıkları, anlatamadıklarını anlatmak istiyorum.
İşte belki o zaman sırtımdaki yükten kurtulmuş olacağım.
Üsame’nin hikâyesiyle başladım biriktirmeye… Üsame Halep’li bir taksici… Biliyorum kadın hikâyeleri olacaktı anlatacaklarım. Ama bütün kadınların hikâyeleri bir erkekle başlamaz mı?
Havva’nın hikâyesi Âdem’in yaradılışıyla başlamıyor mu? Âdem’in yalnızlığını azaltsın diye onun kaburga kemiğinden yaratılan Havva’nın... Onlar insanlığın ilk tohumlarını dünyaya ekmek üzere cennetten çıkıp dünyaya geldiklerinde iki yüz yıl ayrı kalmıştı bedenleri. Bu ayrılık yalnızca bedenlerini ayırmıştı, çünkü ruhları kalubelâda Rab’lerini tanırken birbirlerini de tanımıştı. 200 yıl süren bir hasret ve aşk içinde işlenen günaha yapılan tövbe nasıl kabul olunmaz? Akan, pişmanlık ve hasret dolu gözyaşları ile… Hindistan’dan Havva için yollara düştü Âdem… Arafat’ta buluştular… Böylece insanlığın hikâyesi de başlamış oldu… Üsame’nin ve eşi Meryem’in ve milyarlarcasının…
Onu karanlıkların ortasında sılasız bir gurbette tanıdım...
İnce uzun ve kemikli vücudu, esmer yüzü, ince boynunun üzerinde her zaman öne doğru eğik duran başı, kemerli bir burnu, ensesine doğru uzamış biçimsiz dalgalı saçları, güneşte elaya çalan açık kahverengi gözleri vardı. Boynu o kadar ince ve zayıftı ki yutkunduğu zaman boğazındaki âdem elmasını yutuyor sanırdınız. Yine bir gönüllülük projesiyle gitmiştik Suriye’ye. Savaşta yaralanan insanlara yardım götürüyorduk.
Üsame’yle bizi, Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan Suriye’ye geçiren kamyonet şoförü Ahmet bey tanıştırdı. Yanımızda getirdiğimiz yardım sandıklarını şehre taşımamıza yardım ediyordu. Ülkemden ilk ayrılışımdı. Sesim titriyor, kalbimin çarpış hızına akciğerlerimdeki teneffüs yetişemiyordu. Korkuyordum. Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu ve hala çok korkuyordum. Herkes korkuyordu. Aksini kimse hareketlerine ve mimiklerine yansıtamazdı. Çünkü kaybedilecek en kıymetli şeyi kaybetmekten korkuyordu insanlar. Özgürlük… Bir kıvılcım büyüyor, alevden bir topa dönüşüyor ve koskoca bir tarihi omuzlarının üstünde, gururla gezdiren bir ülkeyi yakıyordu.
Yardım sandıklarımız sayılıydı, içlerinde gıda ve ilaçtan başka biraz da giysi vardı. Bizim hikâyemiz buydu… Hepsi bu kadar…
Üsame yılgın omuz hareketlerini üzerimize yansıtmaktan sakınarak dokunuyordu sandıklara.
Ne zaman gözlerine baktım, ne zaman benim gözlerime dokundu bakışları, ne zaman anladım hatırlamıyorum çektiği acıyı. Ama evrensel kelimeler sunuyor acı insanlara… Ah… …
Suskunluklarımız iliklerimizi kemiren kurt misali… Ağır ağır eriyoruz, acımızı susmuş dillerimizin hissettirdiği işkencelerin altında. Ve yalnız kalana kadar yitiriyoruz elimizdekileri. Kabuklarımızı kaşıyor, kanattıkça içerliyoruz kırılganlıklarımıza. Kırılmakta üzerimize yok biz insanoğullarının çünkü.
Meryem’le amca çocuklarıydı Üsame… Şam’da yaşıyordu Meryem’ler. Aile büyüklerinin verdiği karardı evlilikleri ilk etapta. İkisi de bu karara boyun eğmekten başka çareleri olmaksızın yapılıvermişti düğünleri. Ve Üsame seviyordu amcakızı Meryem’i. Onu korumak, onun için çalışıp evine eli kolu dolu torbalarla dönmek, Meryem’in sunduğu bütün o güzelliklere kâfi gelemezdi tabii ki de. Ve o zifiri karanlık günün gecesinde, ayın ve patlayan topların, Kalaşnikof mermilerinin şavkında Türkiye’ye kaçma kararı almalarına sebep olacak olan haberi fısıldamıştı kulağına Üsame’nin… Üsame baba olacaktı…
Mutluluk boğazına demir leblebi gibi oturmuştu. İki kişilik korkusu üçe katlanmıştı. Hemen denklerini hazırlayıp yola çıkmalarını önerdi Üsame, doğacak olan bebeğinin anasına. Sabah gidip ellerinde neleri varsa paraya çevirecekti. Ne zamandan beri karısını düşen bombaların sağanağından uzaklaştırmak istiyordu zaten. Böylesine güzel bir bahaneyse hiç aklından bile geçmiyordu. Oysa savaş güzel olan her şeyin korkutucu yüzünü yansıtıyordu şimdi.
O gece ikisi de umutla ve heyecanla koydular başlarını yastığa. Üsame, Meryem ve doğacak bebeğini düşünerek daldı rüyalar âlemine. Meryem ise , o gece, hiç ağlamadığı kadar çok ağladı. Ülkesi kanayan bir yaraydı ve merhem yoktu bu yaraya. Şimdi bir anne hassasiyetiyle ağlıyordu ülkesine. Çünkü kardeşin kardeşi kırdığı her hengâmede ağlayan hep annelerdi.
Oysa bu sabah güneş her sabahkinden daha ışıltılı doğmuştu yeryüzüne. Halep’in yüzü gülümsüyor, binalardaki kurşun deliklerinden sokaklara adeta nur yağıyordu. Pencerenin pervazına bir çift kuş konmuş, şakıyordu. Zeytin, ekmek, çaydan oluşan kahvaltısını yapıp aceleyle yutkundu. Meryem’in yüzüne son defa bakmak arzusuyla doldu, Meryem namaza durmuştu. Sürmeli kara gözlerindeki nemli bakışı adeta seccadesine akıyordu. Kuşluk namazını son namazıymışçasına huşu içinde kılarken bıraktı Üsame onu. Sessiz bir tıkırtıdan ileri gitmedi vedası.
Üsame Halep’in bombalar tarafından yağmalanan geniş caddelerinde hızlı adımlarla ilerliyordu. Geçen günkü patlamada minaresi kırılan Emevi camiinin önünden geçti, tarihi çarşının sessiz dükkânlarını ve bu çarşının arkasındaki falafel dükkânını gördü. Bazı günler işi çok olduğunda burada 100 Suriye pounduna karnını tıka basa doyurduğu günleri hatırladı. Buralarını bir daha hiç göremeyeceğini düşündü. Bir zamanlar “minareler şehri “ olan Halep’i… Keyşani taşından yapılmış eski binaların şimdi delik deşik olmuş iskeletlerine baktı. Halep’ten ayrılmadan son bir defa daha, artık keskin nişancıların karargâhı haline gelen kaleye gidip, eski hatıralarını yeniden yaşamak isterdi. Çocukluğunda, kapısının önünde turistlere su sattığı, okul harçlığını çıkardığı, içi sıkıldığı zaman, surlarının üzerine çıkıp bir güzellik abidesi olarak inşa edilmiş şehri izlediği, hayaller kurup bir gün başka ülkeler görme arzusuyla yandığı zamanlar ona, aslında ne kadar güzel bir şehirde yaşadığını hatırlatan Halep Kalesi’ne… Ve yine yıllar öncesinde, ailesinden birçok kişinin evlerinden toplanarak götürüldüğü kanlı Hama olaylarına ilk başkaldırının yapıldığı yaslı Halep kalesine…
Şimdi gitmek vaktiydi. Böylesine melankolik bir insan nasıl bir baba olabilirdi ki? Silkelendi, sarraflık yapan arkadaşı Selahattin’in evine gitti. Bu dar vakitte olsa olsa ancak Selahattin’de para olurdu. Selam verip hal hatır sormayı hızlıca geçiştirdikten sonra akşam aldıkları kararı kabaca anlattı. Selahattin meblağı çok buldu. Yolculuk için yetecek kadar para verebilecekti.”Sonrasını Türkiye’de daha rahat halledersin. Burada elindekileri yok pahasına satarsın” diye tavsiyede bulundu, sırtını sıvazladı, Üsame ve eşini uğurlarla yolculadı.
Vakit öğleyi aşmış ikindiden çalıyordu. Çarşıdaki işlerini görüp Türkiye’ye götürecek adamları ayarlamış, eve dönüyordu. Evinin sokağına yeni girmişti ki kulağını gelen feryatlara kabarttı. Bir kadın zılgıt çalıyor, bir başkası ulu orta küfür savuruyor, bazılarıysa tırnaklarıyla yüzlerini yırtıyor, saçlarını yoluyordu. Adımlarını o kadar hızlandırdı ki sanki yerle ilişiği kesilmişti. Evinin önünde biriken kalabalığı yara yara ilerledi. Menteşesinden ayrılmış, geçen yaz verniklediği, üzerinde ahşap kabartmadan lale resmi bulunan tahta kapının karşısında donakaldı. Kapı kırılmıştı.
Kahvaltı tepsisi karısının çeyiz olarak getirdiği kilimin üzerinde, ortalığa savrulmuş zeytin tabağı, kırık bardaklar, karnı deşilmiş gibi acınaklı görünen sandık ve içinden fırlamış giysiler, odanın muhtelif yerlerinde, yataklar, kırılmış kap kacak, minderin üzerinde kanlar içindeki Meryem… Üsame kapının önünde öylece beklemekte…
Bir kâbustan uyanmaya çabalıyor, karabasan göğsüne iki eliyle ve bütün kuvvetiyle basıyor, kâbus böylece sürüp gidiyordu. Üsame komşu kadınların şefkatli silkeleyişleriyle açtı dünyaya duyargalarını. Her şeyi hisseden, en acıyan yeriydi şimdi kaburgasının altındaki yüreği.
Hadice anlatıyordu... Hayal meyal şeylerdi duyduğu… Beynindeki uğultular arasından güçlükle seçmeye çalışıyordu kelimeleri… Hükümet askerleri evlere baskın yapmış, altın, mücevher ne var ne yok yağmalamışlardı. Meryem hiçbir şeyinin olmadığını defalarca yinelese de adamların anlayacağı yoktu. O zaman yağmalanacak geriye tek bir şey kalıyordu ve bu evden nefisleri için bir şey almadan çıkmayacaklardı. Zaten Suriye’den göç eden çoğu kadın bu isim vermekte bile zorlandıkları duruma düşmemek için kaçıyordu… Kardeşin kardeşe yaptığı en vahşi arzulayıştan… Askerler geride iki şey bırakmışlardı: Birincisi bebeğinin varlığını hissedemeden yitiren kanlar içindeki Meryem’i, ikincisi hala kurşunları sürgüsünde ateşlenmeye hazır bir makineyi… Üzerindeki kiri kendi kanıyla yıkamak isteğiyse Meryem’im şu dünyada belki de yaptığı tek seçimi…
Yardım sandıkları tökezliyordu Üsame’nin kollarında. Bana bu hikâyeyi Türkçe anlatmıştı Ahmet Bey. Üsame’nin Türkçe bilmediğini biliyor, ayaküstü anlatılıveren bu hikâyeyi yaşayanın anlatılanları Korece de olsa anlayacağını bilmiyordum. İşte böyle başladım hikâyeler biriktirmeye. Ve ben insan olduğumu hatırlamak amaçlı çıktığım bu yolda yalnız yürüyecek kadar cesur olmadığımı işte o zaman anladım.
Sonra burada, Kenya’da Fatima’yı tanıdım. Kısaca anlatacağım onu sana. Belki de tanıdık gelecek beni çok etkileyen bu hikâye.” Ne olmuş sanki?” diye bile sorabilirsin. Razıyım. Anlatmaktaysa ısrarlıyım. Çünkü seviyorum Fatima’yı. Çünkü onun gözlerindeki ışık benim yolumdaki karartıları aydınlatan bir nura dönüştü. Çünkü bu Fatima’nın hikâyesi…
Fatima… Uganda’lı Zeyneb’in en küçük kızı. Otuz yaşındaydı tanıdığımda. Altmış üç yaşındaki eşinin evinde kalırken tanıştım onunla. Eşinin birkaç tane evi vardı. Bu konuya değinmeyeceğim. Kenya’da yaşıyorlar. Burada Mombassa’da hatta. Belki tanıyorsundur.
Onun hikâyesi Uganda’da başlıyor. Babasının ölümünden sonra kendisiyle beraber sekiz kardeşine bakamayan annesinin ikinci kez evlenmek zorunda kalışıyla… Yedi çocuklu biriymiş annesinin evlendiği adam. On beş kardeşlik bir aile oluşturmuşlar Afrika’nın kıtlıklarla mücadele eden zamanlarında. Üvey babası zengin birinin yanında kâhyalık yapıyor, aylık yüz dolar kazanıyormuş. Fakat bu kadar kalabalık nüfusa yetmeyecek kadar az bu para. Üvey babası sekizi de kız olan ve evlenme çağına gelmiş üvey kızlarını zengin fakir ayırmaksızın para karşılığı evlendirmiş. Fatima’nın nasibine de Mohammed’in üçüncü karısı olarak evlenmek düşmüş... Evlendiğinde yirmi dört yaşındaymış. Hayatta arzuladığı tek şey anne olmak… Kocasının diğer eşlerinden de çocukları olduğu için bu tek taraflı bir arzulayış… Ama iyi bir insanmış kocası. En azından bir keresinde onu doktora bile götürmüş. Fatima… Seni ne çok seviyorum bir bilsen. Bana anlatmadığın ne çok şey var biliyorum. Gözlerini yere indirişinden, içini uzun uzun çekişinden ve gözlerime hülyayla bakışından belli…
“Ne var ki bunda” diyorsun sen şimdi. Biliyorum herkes aşinası olduğu hikâyeleri alışılmadık şekilde normalleştirir hayatında. Bundandır belki de aynı topraklarda yaşayan insanların acılarını, uzakta yaşayanlar kadar iyi anlayamaması. Yaşanmamış hayaller var bu hikâyede. Yarım kalmış emeller, karşılanmamış arzular, serzenişler, yenilgiler, hüzünler… Ama en çok inanç gördüm ben onun gözlerinde. Umudu inanca dönüştürmüş bir simyagerdi Fatima… Ve onu tanıdığımdan beri dünyada yapılabilecek iyiliklerin içine, tanımadan bildiğin ve sevdiğin insanlar için dua etmeyi de ekledim…
Ve Kevin, biliyor musun şimdi anlatacağım hikâyeyi neden sona sakladım? Anlatacağım hikâye ülkeme dair… Ülkemdeki kadınlara. Bana. Seni de ilgilendiriyor bir bakıma. Şu an burada oturmuş konuşuyorsak ikimiz, bütün detaylar birbiriyle ilintili olduğu için.
Aşkın sizin dilinizde anlamı nedir? Bizim dilimizde bir karşılığı yok! Varsa da ben algılayamıyorum bu anlamlandıramadığım kalp hastalığını. Artık yok sayıyorum bu ölümcül virüsü. Doğru, aşk bir virüs belki ve bizlere bu virüs porterlerden (taşıyıcılardan) bulaşıyor ve kalplerimizi sarmalayan korkunç yaralara dönüşüyor. Herkesin porteri farklı suret veya yaşam formunda. Benimki yaşamımı alt üst edecek derecede farklı biriydi. Sanki başka dünyadan bir uzaylı…
Onu İstanbul’da bir fotoğraf kulübünde tanıdım, arkadaşım Rabia’nın eşiyle arkadaştılar. Rabia’nın da bir hikâyesi var. Çok uzun sürmedi yaşamı. O yüzden yaşadığı kadar kısa anlatacağım sana onu.
Severek, ailelerinin destek, yardım ve onaylarıyla mutlu bir başlangıç yapmışlardı evliliklerine. Ta ki Erdal’ın evlendikten sonra tamamen menfi istikamette değişmesine kadar... Rabia yaşadığı psikolojik şiddetten bıktığını her fırsatta anlatıyordu. Boşanma kararını verişindeki ivedilik de yaşadığı sıkıntıları perçinlemişti. Yaşadığı işkence, evliliğinin bitmesiyle bile son bulmamış hatta daha da tedirgin edici boyutlara varmıştı. Hepimizin tanıdığı o melek gibi Erdal gitmiş, sanki içine şeytan kaçmıştı. Yakalandığı her tenhada, Erdal’ın tehdidine uğrayan Rabia, birkaç defa ben de dâhil olmak üzere arkadaşlarının evinde kalmış ve nihayetinde bir eylül İkindisi saat 17:30 ‘da, iş çıkışı çalıştığı şirketin önünde, uğruna hayaller kurduğu, mutluluk planları yaptığı ve bu planların bazılarını birlikte gerçekleştirdikleri eski eşi, eski sevdiği, eski âşık olduğu adam tarafından dünyevi hayatından ebediyen çıkarılmıştı. Rabia ile ilgili en son aklımda kalan, nedense hep Erdal’ın silahını ateşlerken söylediği sözlerdi: ”Evlilik yıldönümümüz kutlu olsun!”
Bütün güzel başlangıçların sonları hep farklı tonlarda acılarla süsleniyor.
Benim kalbime hastalık bulaştıran porterimin adı Ömer’di… Bütün güzellikleri üzerinde taşıyan bir mükemmellik abidesiydi. Konuşması, sesi, yetenekleri, eğitimi, kendinden emin ama ukala olmayan son derece mütevazı tavırlarıyla o güne kadar sağlıklı oluşuyla övündüğüm kalbime habis aşk virüsünü gizliden gizliye bulaştırmayı başarmıştı. Birbirimizden hem bu kadar farklı hem birbirimize bu kadar aşina nasıl olabildik, anlamıyorum.
Bâtıla yakın da olsa inançlı bir muhitte büyüyüp dini anlamda kendi yolumu bulana kadar türlü arayışlar içinde bulunmuştum. Arayışlarımın neticesinde İslam dinini kendime güvenilir bir liman edineliyse yıllar oluyordu. İnançlarım yüzünden karşılaştığım zorlukları sana anlatmaya bile kalkışmayacağım. O kadar ülke gezdim, kendi vatandaşının inancını bu kadar sorgulayan bir ülke daha görmedim. Artık şimdilerde bu denetim devletin elinden alındı ve yalnızca halkın belirli bir kesimine geçti. Ülkemde buna biz “mahlle baskısı” diyoruz” artık. Çok şükür şimdi sıkıntılarımız ayıplanmanın ötesine gitmiyor.
Böyle bir halet-i ruhiyeyle yoğrulmuş bir yaşayışa sahipken öğrendim onun tercihinin inanmamaktan yana olduğunu. Hep kalbimi emanet edeceğim insanla Allah yolunda kendimizi feda edeceğimizi hayal ederdim. Ve şimdi gitmiş bir kâfire gönül vermiştim. Herkes mi bana karşı olurdu? Her şey mi engel? Yetişme şeklimizden, sosyoekonomik kültürümüze kadar birbirinden tamamen yabancı, uzak, birbirine öteki…
Hiçbir zaman birleşmeyecekti kalplerimiz. Kalbimin olur dediğine aklım imkân vermiyordu. En güzel yerinde yıkılıverme korkusu bizi güzel bir yuva inşa etmekten alıkoyuyordu. Tek bildiğim, habis hastalığın kalbimi ve beynimi günden güne erittiğiydi. Aşk denilen bu tarifi zor his benim ömür sermayemi tüketen bir asalak olarak kalbimde ömür boyu yaşama garantisi kazanmıştı. Ve sonunda duydum ki kendi gezegeninden biriyle yolunu birleştirmiş. Ona mutluluklar bile dileyemeden kendimi psikologlarla psikiyatristlerle görüşürken buldum.
Ta ki; bir akşamüzeri arkadaşım Nurcan’dan bir telefon alana kadar. Bu gönüllülük projesinden bahsediyor, sağlıkla ilgili çalıştığım için benim bir şey yapıp yapamayacağımı soruyordu. Yaralı gönlüme sargı bezi gibi oldu bu teklif bana. İtiraf etmeliyim ki önce sadece İstanbul’dan uzaklaşmak fikriyle ilgilendim. İnsanlarla iletişim kurup onların acılarıyla hemhal olunca anladım ki benim çektiğim acı yalnız bana kadar! Oysa şimdi her gittiğim ülkede karşıma bir Ömer çıkıyor ve ben incinmesinden ürktüğüm yüreğimin kilidini kimselere veremiyorum. Ve her uçağa binişimde, hani kolunda bir kırığı olan insanın soğukta nasıl o kırık yeri sızlarsa, benim de kalbimin kırık yeri ince bir sızıyla sızlıyor Kevin.
Bunları sana niye anlatıyorum? Burada gerçekte ne arıyorum? Gerçek ismim sahiden Şehrazat mı? Yoksa bir masal anlatıcısı olmak mı tek gayem? Ben kimim? Ömer nerede bitiyor? Benim başlangıcım hangi ülke? Bunları cevaplayamam sana. Ama sana verebileceğim tek yanıt şu; senin ruhunu bu güne kadar taşımış olan bedenini, okyanusun azgın sularına öylesine aldırmaz bir bıkkınlıkla bırakıverişinin hiç de adil olmadığı… Hayat bitmesi üzerine kurgulanmış bir düzenek. Ve biteceği vakit önceden tasarlanmış, beklemekte. Eğer şanslıysan, sen bu sonun yalnızca nasıl olacağına karar verebilirsin. Hepsi bu kadar.Hangi dine mensup olursan ol, hatta istersen hiç inanma, yazgının önüne kimse geçemez. Herkes kendi tercihlerini yaşar Kevin. Karar senin.
Seni şuracıkta, okyanusun kenarında, kaderinle baş başa bırakıyorum şimdi. Dört saat sonra uçağım kalkıyor. Yarın akşam Batı Şeria’da olacağım inşallah. Ben tercihimi yaptım. Sıra sende. Bizim dinimizde bir tabir vardır, nasıl tanımlasam bilmem ki: Hakkını helal et! Benimki helaldir.”
Az önce yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi gördüğü Kevin’ın gözlerine son defa daha baktı Şehrazat. Ömer’in adını senelerdir ağzına almadığını hatırladı. Ağzında buruk, hafif şekerli bir tat bırakan adını.
Kevin Şehrazat’ın arkasından bakarken ufak tefek bir kadının o azgın sularla nasıl bu kadar ustaca mücadele edebildiğini şimdi daha iyi anlamaya başlamıştı. O yaptığı her şeyi hastalık olarak adlandırdığı duyguyla, aşkla yapıyordu. Dinlediği hikâyelerde Üsame’yi kendine o kadar yakın bulmuştu ki, Christina’ın sıtmadan üç gün üç gece ateşler içinde titredikten sonra, bütün bedeniyle sarsılarak ve arkasında kalan, iki hafta sonra evlenmek üzere düğün hazırlıkları yaptığı nişanlısı Kevin’ı da sarsarak dünyayı terk edişini Üsame’nin hikâyesiyle bağlıyordu şimdi. Farklı kara parçalarında, farklı coğrafyalarda yaşayan farklı inançlara mensup kardeşlerdi artık onlar. Mombasa’nın sonbaharda bile sıcak güneşinde çabucak kuruyan kıyafetlerini elleriyle silkeledi. Sırtını okyanusa dönüp yürümeye başladığında aklındaki tek şey Christina’ın mezarına, onun, o çok sevdiği ve şimdi tam mevsimi olan msnapatilerden bırakmaktı… Arkasından kiliseye gidip günah çıkaracaktı…
Foto:Ö.ErginYücebaş
YORUMLAR
öykümsü
hayati gercekleri ve detaylari ile kaleme alan güzel yürek.
Kutluyorum cokca
sevgiler.
mahpeyker
seni çok özledim nar çiçeği...arada bir selam ver!
selametle.