- 6821 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Adem Kütük: Sevdasi Devrimci Yol
Adem Kütük: Sevdası Devrimci Yol
Muhittin Çoban
“Oligarşiye yenilmedim kansere mi yenileceğim”
Bugün hiçbir şey keyfimi kaçırmamalı, kaçırmasına izin vermemeliyim. Böylesine iyi olduğum ender günlerden biri, çok az anımsıyorum böylesi bir günü. Gecem iyi geçti. Rahat uyudum, dinlenmiş olarak kalktım. Huzurluydum. Gece bir birinden güzel rüyalar gördüm. Ne rüyalar gördüm anımsamıyorum ama rüyalarımın güzel olduğu keyifli oluşumdan da pek ala anlaşılıyor. Beni sıkacak, beni bunaltacak sorunlarımda bir biri ardına hücum etmiyor usuma.
Keyifli oluşum sadece bununla alakalı değildir sanırım. “Sevgiliye Mektuplar” adlı kitabımın yayımlanmış olması, olumlu eleştiriler almamın da bunda payı çok. Gece uyumadan önce Facebook sayfama şu not düşülmüştü okuyucu tarafından: “Kitabınızı okudum, sevdim, ilgiyle okudum. Bir kez daha okuyacağım. Sevgiye, aşka dair söyledikleriniz inanılmaz güzel ve etkileyici. Bu söyledikleriniz söylemde mi kalıyor, uygulayabiliyor musunuz bilmem, ama virgülüne kadar uygulanması gereken şeyler. Sormak istediğim, hatta tartışmak istediğim bazı önemli noktalar var, bunu da ikinci kez okuduktan sonra sizinle konuşmak isterim.”
Kitabı sevmek, aşkı sevmek, insanı sevmek, yoldaşı sevmek, güzel sözler, her gün gereksinim duyduğumuz, bizi hayata bağlayacak olan, bizi şımartıp umutlandıracak olan güzel sözleri sevmek…
Mevsimleri sevmek…
Sonbaharı sevmek…
Sonbahar aylarını aratmayacak kadar güzel bir günün içinde olmamın da keyifli olmamda etkisi olduğu kanısındayım. İnsana nerdeyse kahkahalarla gülen, çılgın sevgililer gibi arzulu gözler kırpan bir gün. Koşası geliyor insanın, kendini Aarenin serin sularına bırakası geliyor, bir gülü dalından koparmadan sarhoş oluncaya kadar, ama soldurmadan, ama kırıştırmadan koklayası geliyor.
Bugünüm güzel geçmeli, bu güzelliği kimse bozmamalı, keyfimi hiç kimse kaçırmamalı, hiçbir tatsız olayla karşılaşmamalıyım.
Huzurlu olmalı, sakin olmalı… Kavga olmasın, ölüm olmasın, barış olsun…
Sabah evden çıkarken belki bu yüzden Facebookdaki sayfama bakmadım, bakmaktan kaçtım.
Akşamüstü eve dönerken rüzgâr çıktı. Hani o yer yeri yıkan, çatıları uçuran, ağaçları deviren, kamyonları sarsan bir rüzgâr değil tabii ki, yaprakları dalından düşüren bir rüzgâr sadece…
Evde az oyalandıktan sonra Facebook sayfamı açtım, yedi ileti vardı. İlk ikisi önemsizdi, Erhan Nihat İşbulan’dan gelen iletiyi açtım. Aslında ilk bunu açacaktım. Hamburg da zorunlu olarak yaşamını sürdüren, Kırşehir cezaevi firarilerinden biri olan, yakinen tanıma şansına sahip olduğum güzel insanlarımızdan biriydi. Nedense sıralamayı bozmak istemedim. Kısa bir not vardı:
“Adem hasta.”
Kapatıp öteki iletilere geçtim. Önemsemedim, önemsemekte istemedim o an. Öylesine atılmış bir ileti olarak algıladım, geçiştirdim. Hiç tanımadığım birinin hastalığını bildiriyormuş gibi üzerinde durmadım. Belki de o an -dem e -neyse hastalığı- konduramadığım için de olabilir. Öteki iletileri okudum. Kimisine yanıt vermem de gerekiyordu, bunu ilerleyen saatlere erteledim. O an yanıt vermememin nedeni Adem’in rahatsızlığının giderek büyüyor olmasıydı.
Evde kendimi başka işlere verdim. Kendimi başka işlere verdikçe soru işareti büyüyor, beni etkisi altına alıyor, başka bir şey düşündürmez oluyordu.
“Neydi hastalığı?”
Önemsiz bir rahatsızlığı olsa yazmazdı.
Neyi vardı Adem’in?
Bana gönderdiğine göre birçok arkadaşa da göndermiştir. Önemsiz olsaydı bana da yazmazdı, demek ki önemli, bu durumda birçok arkadaşa duyurmuştur.
Duramıyorum, dakikalar ilerledikçe kaygım büyüyor. Direk Adem i arayabilirdim, sorabilirdim. Sanırım korktum duyacaklardan. Kompüterin başına hızla döndüm:
“Adem’in neyi var?” diye yazdım.
Hemen yanıt gelmedi, belli ki açık değil. Yedi dakika sonra yanıt geldi:
“Kansermiş!”
Tüm bedenim çözülüverdi. Kendimi kontrol edemiyordum. Odanın içinde dolanırken telefonu aldım. Âdem i arıyordum. Numara kapatılmıştı, buna rağmen kaç kez aradım bilmiyorum.
En son bu numaradan defalarca uzun uzun görüşme yapmıştım. Bir defasında aradığımda Veyis Sami Türkmen, Salman Serttepe, Cabbar Gülşen le birliktelerdi, bir kez aradığımda da Borsa Lisesinde öğretmenimiz olan ve aynı zaman da Zillidede mahallesin de evinde faşistlerce öldürülen İbrahim Geçgil in amcası olan Şükrü Biyan la beraberdi. O sıralar Mustafa Özenç in biyografisini yeniden yazıyor, daha detaylı bilgiler alıyordum Adem’den.
Aradığım bu numaraydı. Aramadığım bu süre içinde telefon hattı değişmiş, kapanmıştı.
“Adem’in telefonu var mı? diye hemen sordum.
Yanıt gecikmedi. Verdiği numarayı hemen arayamadım, tuşlara dokunamadım. Arasaydım ne konuşacaktım, ne diyecektim? Yabancı biri olsa, anılarımız az olan biri olsa arar “geçmiş olsun” der, moral verir kapatırdım.
Aramak için ne kadar, kaç sessiz, kaç sıkıntılı, kaç fırtınalı, kaç tsunamili, kaç şoklu, kaç korlu, kaç acılı zaman geçti bilemiyorum.
Aradım.
Karşımdaydı. Bir nefes kadar yakındı. Bakışlarımız birbirine değiyordu, soluklarımız birbirine karışıyordu, heyecanımız birbirimize akıyordu. Kaç coşkulu dakika geçti bilemedim. Ben ona değil, her zamanki gibi o bana moral verdi, güç verdi. Liderlik, insancıllık böyle bir şey herhalde dedim bir kez daha. Oysa acımasız, vicdansız, kahpe ve kalleş bir düşmanla savaşıyordu hastane yatağında. Faşizm gibi hain bir düşmanı daha olmuştu.
Hastanedeydi aradığımda. İlk açan karısı olmuştu. Daha sonraki aramalarımda da hep karısı açacaktı. Bir önlemdi sanırım bu, Adem’i koruma güdüsüydü herhalde. İstenmeyen, moral bozucu aramaları Adem’den uzak tutmaktı sanırım. Kapatırken şöyle demişti:
“Takma kafana Maho, Oligarşiye yenilmedim kansere mi yenileceğim.”
İçim içimi yiyordu, dakikalar geçtikçe büyüyordu haberin korkunçluğu. Duramaz oldum evin içinde, dar gelmeye başladı odalar. Kabullenemiyordum, yakıştıramıyordum sana. Sen faşizme karşı bir kavga sonucunda yıldızlardaki yoldaşlarının yanına gitmeliydin, bu sana yakışırdı, sana bunu yakıştırmıştım.
Sonra anladım ki hastalığa karşı kavgada, faşizme karşı kavga gibidir.
Öğrenmeliydim, daha detaylı bilgi almalıydım, soramadıklarımı sormalıydım. Yarım saat geçti geçmedi telefona sarıldım. Nasıl olsa eşi bakıyordu telefonlara. En doğru en sağlıklı bilgide eşinden alınırdı. Karısı karşımdaydı. Ben sordum o yanıtladı, o yanıtladıkça dallarım eğilmeye yapraklarım dökülmeye başladı.
Kanserin en kötü türüne rastlamış Akciğerde başlamış, beyne sıçramış, doktorlar engellemeye çalışıyormuş. Umutsuz değildi sesi ama umutta veremiyordu ses tonu.
Büyüdü korkum.
Anladım ki korkuların büyümesi budur!
Tanışmak hayata yeni bir renk eklemektir.
Ama kimi zamanda var olan bir rengin tonunu eklemektir.
Kimi tanışmalar hayata güzellik katsa da, kimi tanışmalar da hayatları olumsuz etkiler, çekilmez kılar ve hatta şöyle denir: “Lanet olsun seni tanıdığım güne.”
Pişmandır tanıştığından, hayatına aldığından bin pişmandır. :Çünkü berbat etmiştir, mundar etmiştir hayatını, yaşama sevincini öldürmüştür, geleceğe dair umutlarını tüketmiştir, bakışındaki renkleri soldurmuştur.
Oysa kimi tanışmalarda ileriye taşımıştır, ufkunu açmıştır, karanlıklarını aydınlatmıştır, kaygılarını, korkularını, güvensizliklerini gidermiş, farklılaştırmıştır.
İşte sen beni farklılaştıran, öz güvenimi çoğaltan, değişik bakış açıları sunan, korkularımı azaltan, ufkumu genişleten, yaşamı sorgulatan, hayal kurmasını öğreten oldun.
Hani derler ya, hayatıma meteor gibi düştün; işte sen de benim hayatıma bir meteor gibi düştün tartışmalı bir toplantı anında.
Hani ilkler unutulmaz ya, iz bırakanlarda unutulmaz.
Sayısız toplantıların birindeydi tanışmamız. Yer arıyorduk bir araya gelecek. Elli altmış kişiyi içine sığdıracak salon bulmak zordu, sınırlıydı olanaklar, her kurum kapısını açmıyordu devrimcilere. CHP açtı kapısını bize. Doluştuk salona, dar geldi salon, kapıda yığılmalar oldu. Her geçen gün artan faşist saldırılara karşı bir araya gelmiştik. Bir zorunluluğun ihtiyacıydı bu buluşma, her birey, her fraksiyon olanca iyimserliğiyle katılmıştı toplantıya. Var olmanın yolu faşizme karşı direnmeyi örgütlemekten geçtiğini idrak etmiştik. Borsa lisesinin sorunlarını konuşacak, komite kurulacak, direnişi organize bir şekilde verilecekti.
Toplantıyı düzenli yürütecek bir divana gereksinim vardı. Bir divan seçilmeliydi. Pratik yürüsün diye tek kişilik bir divan olsun dendi. Halkın Kurtuluşundan Tekin in önerisiyle sen seçildin. İlk kez o zaman seni gördüm, ilk kez o an adını duydum.
İlk intiba önemlidir, bir şeyin hem başlangıcı hem de sonucudur dense de bu her zaman böyle değildir. Böyle olsaydı yaklaşık iki saatlik o toplantıdan sonra kalan ömrüm boyunda bir an bile hayatım giremez, yol arkadaşım, kavgadaşım olamaz, ben de kalıcı izler bırakmazdın ve senin ardında şunları söyleyemezdim:
“Adem iyi ki seninle aynı yüz yılı paylaştım, iyi ki seninle aynı kulvarda yürüdüm, iyi ki faşizme karşı birlikte kavga ettim…”
Okumak ufku genişletmekti
Eğitim çalışmaları yapılırdı bazı günlerde Zeki Gümüş’ ün bazı günlerde Mahmut Yontar’ın evinde. Mahmut’ un evde bir odası, Zeki’nin de Damda bir odası vardı. Soğuk kış gecelerinde, sıcak yaz günlerinde döşeklerin üzerine oturur diyalektik Materyalizm, Emperyalizm, Mahirin kesintisiz devrim üzerine yazıları okunur, konuya hakim olanlar tarafından anlatılırdı. Keyifli geçerdi eğitim çalışmalarımız. Sigaraların biri sönüp biri yanarken ocakta da çaydanlıktaki çayımız demlenir, ayak kokularımıza aldırmadan keyifle çaylarımızı yudumlardık.
Sen de katıldın bu eğitim çalışmalarına. Daha renkli geçmeye başlamıştı. Bafra sigarasının dumanını ağzının kovasına doldurarak konuşma yapman, ardından ince belli cam bardağa üç şeker atarak höpürdeterek içmen dikkatimi çekmişti. Bu beni rahatsız etmemiş, hatta sempatikçe gelmişti. Hatta bu yüzden Adana belediyesinin Fuayene salonunda kavga çıkacaktı araya giren olmasaydı. Kantinden sıcak çaylarımızı almıştık. Salon boştu. Yine sen bardağın ağzını dudağına götürünce höpürdeterek çayı çektin içine. Bu ses salonda öyle bir yankı yaptı ki, giriş kapısına yakın yerde duranların tepkisini çektin.
“Efendi gibi içemiyor musun çayını?” dedi.
Sen altta kalır mısın?
“Senden mi öğreneceğim efendiliği, rahatsız olduysan çıkarsın dışarıya” demiştin gür ve sert sesinle!
Bunun üzerine üstüne yürümüş, sen üzerine yürümüştün, araya girenlerin sayesinde kavga engellenmişti.
Senin evinde de eğitim çalışmaları yapmaya başlamıştık. Devrimci Yol dergisinin orta sayfa yazılarını tekrar tekrar okur, üzerinde konuşulurdu. Heyecanlı ve coşkulu geçerdi, ama kimi zamanda baygınlık verecek kadar sıkıcı geçerdi. Gürül gürül yanan sobada çayımız demlenir, ortada olan Bafra, Birinci sigaralarımız hızla tükenir, küllük dolar, oda sigara dumanıyla dolar, her defasında da annesi bağırır çağırırdı. Bana da “mercimeğin dölü senin bunlarla ne işin var, git evine” der, kızar, beni korumaya çalışırdı.
Gelmeleri gitmeleri yaşamak
Ayrılıklar yaşanır yaşamın akışı içerisinde, buluşmalar, birleşmeler gibi. Ayrılıkları hep trajediden, felaketten saymışızdır. Gideni iyiden kalanı kötüden görmüşüzdür. Tersten bakmak işimize gelmemiştir hiç. Kolayına kaçmışızdır. Kendimizi suçlamış, kendimizi aşağı görmüşüzdür.
Kimi ayrılıklar vardır güzellikler getirir, netleşmeyi, olgunlaşmayı getirir. Ayıklanırsın çürükten, kanserli, vebalı hücrelerden. Gideni her daim iyiden saymamaya başlamaktır bu aynı zamanda.
Dostlarının biri gider, yeni biri katılır hayatına. Bu ağacın sonbaharda yaprak dökmesi, ilkbaharda yeni ve taze bir yaprakla buluşması gibidir.
Aşklar da böyledir.
Giden giderken geride güzellik bırakır, gitmesi gereken kalırsa kötülük bırakır.
Siyasette de durum farklı değildir.
Kimi ayrışmalar sancılı yaşanır. Giden giderken güzellikleri de götürür.
İşte dikkat edilmesi gerekende burasıdır.
İki sancılı, fırtınalı, tartışmalı ayrılık yaşadık.
İlk ayrılığımız Devrimci Kurtuluş sürecinde olmuştu. Bu ayrışmayı en şiddetli yaşayan bölgelerden biride Sümer Mahallesi olmuştu. Mahmut Yontar, Zeki Gümüş bu ayrılıkta başrol oynuyordu. Borsa Lisesinde ve Sümer mahallesinde ikiye bölünmüştük. Önemli oranda arkadaşımızı etkilemişlerdi. Senin üzerinde çok yoğunlaşıyorlardı. Seni saflarına çektiklerinde hepimiz onların saflarında olacaktık, bunu biliyorlardı. Bu ayrılık süreci benim için gel git’ li geçmemişti nedense. İbrahim Çenet in sık sık gelip gitmesi, Zeki Gümüş’ ün evinde hepimizle uzun uzun konuşması ben de güçlü tesir yaratmamış, tavrımı Devrimci Yoldan yana, senden yana koymuştum. Senin bulunduğun yer, senin durduğun yer, senin baktığın yer benim içim önemliydi.
Öyle ki sınıfı geçemeseydim, senin gibi okuldan uzaklaştırılsaydım İskenderun’ a gelecek, Cumhuriyet lisesinde seninle birlikte olacaktım. Gece seninle birlikte Cumhuriyet lisesine gidecek, hademeyi etkisiz hale getirip, Cumhuriyet lisesi tabelasını indirip, yerine büyük harflerle MAHİR ÇAYAN lisesi yazacaktım.
Met-cezirleri Devrimci Sol ayrışmasında yaşadım. Seninle konuşuyor Devrimci Yolda kalıyordum, Rıza Aydın, İsmail ve Osman Burgaç la konuşuyor, etkileniyor, Devrimci Yolu pasifist görüyor, silahlı mücadele vermediğini söylüyor, Mahiri dolaylı yoldan inkara gittiğini ifade ediyordum.
Onlarda senin etkinin farkındalardı. Seni örgütlediklerinde hepimizi örgütlemiş olacaklardı. İstanbul’dan gelen sorumluları özellikle seninle saatlerce konuşuyorlar, peşini bırakmıyorlardı. Senin Devrimci Yola inancın öyle sağlamdı ki, ideolojisini öyle bir içselleştirmiştin ki fırtınalardan, tsunamilerden etkilenmiyordu.
Her ayrılık bizi biraz güçsüzleştirse de, faşizme mücadeleden alıkoymuyordu.
Eylemler seninle bir başka güzeldi
Akşamları yazılamaya çıkardık. Gece geç vakte kalmazdık o zamanlar. Sokaklardan el ayak çekilince tenekelerimize doldurduğumuz boyalarla sokağa çıkar, boş duvarlara sloganlarımızı yazar evlerimize çekilirdik. Kimi günler boş duvar bulamaz hale gelirdik. Örgütlerin sloganlarıyla dolu olurdu duvarlar. Kimseye söylemeden duvarda ki yazıları siler kendi yazımızı yazabilirdik. Ama bunu istemezdin. Örgüt sorumlularına söyler öyle duvardaki günü geçmiş yazıları silerdik. Afiş asmalara çıkardık yine birlikte. Hazırlardık sud kostiği. Fırçamızı elimize alarak en güzel duvarlara en güzel şekilde afişimizi asardık. Nizamettin Orhangazi’nin afişlerini asma sırasında boynundan yaralanmıştı İsmet Gökdemir’ imiz.
4 sıcak saat süren Borsa Lisesi işgalinde de seninle birlikte olmak unutulmaz bir güzellikti.
Adana’nın her okulunda boykotlar başlamış eğitim sistemi protesto ediliyordu. Ali Yavuz bize siz ne zaman başlayacaksınız, bir an önce siz de okulu bu sürece katın dediğinde tamam demiş, sonradan bizlere “bizim yapacağımız eylem farklı olmalı, etkili olmalı” demiştin, işgali önermiştin. Bu önerin kabul edilmeme şansı yoktu. Hazırlıklar başladı. Sümer Dev-Genç derneğinde işgalin ayrıntıları konuşuldu, pankart hazırlandı, masa örtüsünden CHE yazılı maskeler yapıldı, görev bölümü dağıtıldı.
Öğlen bir de işgal başladığında Adana yerinden oynayacak, Başbakan olaya müdahale edecek, Vali gelecek, pazarlığı yapan sen olacaktın. Yer yer çatışmalı geçen işgal zayiatsız sonuçlanacak, kimse tutuklanmadan okul boşaltılacaktı.
Sonra senin mahpusluk sürecin başlayacaktı. Sayısız kez girecek çıkacaktın. İdamla yargılanacak, ağır cezalar alacaktın.
Hiç bağımız kopmayacak, kavgadaşlığımız sürecekti.
Mustafa Özenç in biyografisini yazmak için senin notlarından yararlanacaktım.
Yazmak birlikte üretmekti
Özenç’ i yazmak geleceğe taşımak istiyordum. Bu bireysel emekle olacak bir şey değildi. Ortaklaşma, dayanışma, bilginin aktarımı gerekiyordu.
Bizi en iyi biz anlatırdık. Anlatmalıydık! Başkasına kalmamalı, bizi biz geleceğe akıtmalıydık. Seninle konuştum. Notlarını bana verdin. Sonraki yıllarda yetersiz kalmıştı yayınlanan Özenç in kitabı. Yeniden üzerinde çalıştım. Bu kez yurt dışındaydım. Seni aradım. Uzun sohbetler ettik. Ben sordum sen anlattın, notlar aldım. Adana kapalıdan kaçışınızı anlattın, Binboğalarda kalışınızı, koğuşlarda geçen günlerinizi, hücredeki konuşmanızı…
Her birinizin anlatımlarını bozmadan yazdım Özenç’i.
Sana da demiştim, yaz Adem, anılarını yaz, bu hayat, bu yaşanmışlıklar unutulması, yazmakta devrimci bir eylemdir, basite alma yaz demiştim. “Tamam Maho” diyerek hep ertelemiştin.
Ertelemek ertelenmektir, ertelenmek önemsememektir!