- 475 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İMRALI GÖRÜŞMELERİ ÜZERİNE!
KAZIM ÖZTÜRK
ÖZTÜKÇE
[email protected]
İMRALI GÖRÜŞMELERİ ÜZERİNE!
Gazete Haber Türk’ten Kutlu Esendemir, “Balıkçı” lakabıyla bilinen Batmanlı eski siyasetçi İlhami Işık ile “İmralı görüşmeleri” ni masaya yatırdı.
Muhalefetin anlamadığı bu mesele, bir kriz değil, muhteşem bir algı yönetimi. Tam da tersi: Bizler adaya kimlerin gideceği konusunda her gün çeşitli tahminlerde bulunurken, İmralı görüşmeleri büyük bir akılla ve hedefine doğru şimdiye kadar olmayan bir ciddiyetle ulaştı. Ben buna büyük barış süreci diyorum. Hem MİT’in hem aktörlerin bu konudaki tavırlarını netleştirmede var olan zamanı kendileri açısından değerlendirmeleri durumu yaşandı. Geçen zamanda bölgesel aktörlerin de bu gelişmeden birebir haber edilmeleri, bu gelişmelerden etkilenmeleri ve gelişmeyi etkilemeleri durumunun netleşmesi sağlandı.
İmralı sürecinin başlamasının temel nedeni şuydu: Bölge ülkeleri, bölgesel aktörler bir Kürt-Türk savaşı ve çatışmasıyla iktidarlarını uzatma hamlesi içine girdi. Bunu devlet gördü ve Kürt yönetimiyle, Barzani’yle buna göre adımlar attı. Ama bu yetmiyordu. Çünkü Suriye’de bir Kürt oluşumu vardı ve bu oluşumun mevcut Esad yönetimiyle geçmişe dayanan çok sıkı ilişkileri vardı.
Esad, Suriye’nin kuzey bölgesini boşaltıp PYD’ye teslim etti. Bunun taktik yönü bizim tarafımızdan görüldü. Esad, başka bir cephenin açılmasını engellemek adına bunu yaptı. Ama esas olarak stratejik hamle Kürt ve Türk çatışmasını yaratmaktı. İmralı görüşmesinin özü bölgesel aktörlerin planlamış oldukları Kürt-Türk çatışmasının önüne çelik bir bariyer inşa etmektir. Türkiye’de ulusalcıların ve milliyetçilerin görmediği de üzüntü verici bir biçimde budur. Son bir buçuk aydır yoğun bir görüşme trafiği var.
Görüşme şudur: bir tehlike var. Arap Baharının Suriye’de tıkanması ve bu tıkanmanın bölgedeki fay hatlarını yerinden oynatması, etnik ve mezhepsel ayrışmaya doğru götürmesi. Bunun birinci derecede etkileyecek ülkenin Türkiye olması ve Türkiye’nin bu dalgayı en az hasarla, en az sorunla atlatabilmesi yollarının aranması... İmralı’da görüşülen bu ve bunun felsefesi oluşturuluyor. Bu felsefenin temeli şudur: En aktif, en mobilize güç Kürtler. Ve Kürtler burada tavırlarını Türk ve Kürt tarihsel birliği yönünde karara dönüştürürlerse Suriye’deki bu olumsuzluk bizim ülkemize, yani sınır olmayan o tel örgüden bu tarafa geçmez. Hem Kürtlerin gelmiş olduğu seviye, onların demokratik kazanımları açısından en üst seviye, hem Türkiye’nin kendi iç demokrasisini tamamlaması, bölgesel aktör olma yönündeki engellerin temizlenmesi gerekiyor.
BDP’nin bu 1.5 ayda yapabileceği tek şey vardı. Gittiler, görüştüler ve Öcalan’ın düşüncelerini çeşitli aktörlere ilettiler. PKK’nin kendisini netleştirmesi gerekiyordu, Suriye’de PYD’nin durumunun netleşmesi gerekiyordu. Silahsızlanma sürecinin uzak olmayan bir gelecekte Erbil ile bir konferansla sonuçlanması anlamında Erbil’in kendisini netleştirmesi ve silahlı güçlerin sınır dışına çıkmasının güvencelerinin sadece Türk devleti tarafından yeterli görülmeyip Erbil yönetiminin de bu güvenceyi vermesi gerekiyordu. Bu mekanizmaların hepsi oluştu.
Sorunların hem iktidarlar ve devlet tarafından ve muhalifler tarafından, güçle, silahla çözülmeyeceğinin hukuku yaratılıyor. Şiddet kriteri getiriliyor. Siz şiddeti dışladığınız zaman, sorununuz ne kadar ağır olursa olsun onu çözmenin başka yol ve yöntemlerini aramak zorunda kalırsınız. Öyle olunca ortaya akıl girer, ama şiddet olduğu zaman o akıl sürekli öteleniyor. Bunu getiriyor. İkincisi şiddet kriteri kalktığı zaman siyasetin önü açılıyor. Paket sadece KCK’yı hedeflemiyor zaten. Tutuklu öğrenciler var, Balyoz Davası’nda var, Ergenekon’da var, gazeteciler var.
"Barış eşittir demokrasi" tanımı başlı başına yanlış bir tanımdır. Çok tarihsel barışlar demokrasi getirmemiştir. Örneğin IRA barışını Tony Blair sağladı değil mi? Göklere çıkarılır bu yüzden. Blair, Irak savaşında milyonlarca insanın ölmesinin de mimarıdır. Bu barışı demokrasinin neresine koyacağız?
Tecrübe, süzgeçten geçen akıl demektir. "Yaşanmış akıl" demektir. Bir sürü olmazları tanıdık, bir sürü engeller nereden gelebilir? Kimler nereye kadar yürüyebilir? Direnç noktaları neler olabilir ve neler bunun önünü açabilir? Bunlar yaşanarak öğrenilir. Türkiye kendi dönüşümünü tamamlamanın doruğunda bu sürece el attı şu anda.
SHP’nin 1989 Kürt raporu, CHP’nin raporları, 1999’da Öcalan’ın idamının ertelenmesinde MHP’nin tavrı, DSP’nin tavrı. CHP’nin 12 Haziran seçimlerinden önce hazırladığı demokratikleşme raporu. Tüm bunlar oturtulması anlamında birbirinden değerli çalışmalar ve katkılardı. Ama Baykal’ın açıklaması berbattı. Kendisi savaşın bittiğini bilmeyen Japon askeri gibi.
Barışı hayata geçirmek için de güçlü bir siyasal iktidara ihtiyaç vardı ve tabii Sayın Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir lidere. Çünkü kırılma tehlikesi olan sosyal olayları çözmek, karizması dorukta olan liderlere nasip. Aynı şekilde İngiltere’de Tony Blair, karizmasının doruğundayken bunu hayata geçirebildi. (21 ŞUBAT 2013)
YORUMLAR
Altındaki tarihe bakılırsa, bu yazı yarın yayınlanacak. Ölümü görüp sıtmaya rıza göstermemizi isteyen bir ekol, her yandan bahaneler türetiyor, yarın belli ki bu bahanelerden biri daha okurla, gazete aracılığıyla buluşacak.
Bu mevzuda uzun uzun konuşmak yazmak mümkün. Kimi girelim Irak'a ve alalım bize ait olanı diyor, kimi aman etrafımızda yeni yapılanmalar oluşmak üzere biz pozisyon alalım diyor, kimi dağdakilerin ellerindeki silahları alalım diyor, kimi bir koyup on alalım diyor.
Fakat hiç kimse durup bir soluk alalım demiyor. O soluğu alırken azıcık düşünelim, geçmişimize bir bakalım, eskimeyen oyunların sahnelenip durduğu bu cografyanın nelere tanıklık ettiğini irdeleyelim demiyor.
Karşıt görüşlerin marjinalize edildiği, aykırı söylemlerin kan ve barut yanlısı olarak nitelendirildiği, insanların tek tip düşünmeye ve tek sesi duymaya mecbur kılındığı bir dönem bu. Sonuçlarını erkenden kestirip yargılara varmak, her şeyin gayet yolunda olduğunu söylemek bence aşırı iyi niyet değilse kesin manipülasyon gayretinden başka bir şey değil.
Kendimizi inkara kalkışırsak, bazı argümanları yok sayarak meseleye çözüm önerileri getirirsek eksik davranırız kanaatindeyim. Bir büyük mücadelemiz vardı terörle. Şimdi o terörün göz önündeki lideri ile müzakere ediyoruz. Eğer kalıcı çözüm bu ise, tamam diyor insanlar. Tıpkı şu anda hapishaneleri dolduran ergenekon ve balyoz tutuklularının gerçekten suçları var ise cezalandırılsınlar dedikleri gibi. Yani kimse aslında birbirinden farklı şeyler söylemiyor. Kışkırtıcıların, kan emicilerin, ülkemiz üzerinde hesaplar peşinde olanların dışında. Galiba bitaraf olunamayacak kadar bizi ilgilendiren bu meselenin halli noktasında bertaraf edilmiş durumdayız. Yoksa olan biteni yalnızca izlemez, söz de söyleyebilirdik.
Talihsiz açıklamalar da birbirine ulanıyor bu arada. En son Sayın Başbakanımız milliyetçiliği ayaklarımızın altına alırız diyebildi. Hangi milliyetçiliği? Faşizmin her türünü ayak altı etmeye eyvallah. Lakin milliyetçilik, Atatürk ilkelerimizden biridir. Keşke bu ikisinin altını kalın çizgilerle çizseydi bu açıklamayı yaparken. Ben söyledim, arif olan anlar deyip yarım bırakmasaydı söylenmesi gerekenleri.
Ben kılıç kuşanıp kan dökelim demedim hiç. Ama müzakerenin de kendi kuralları ve adabı olmalı, böylesi inciterek sonuç alınmasına çabalanmamalı. Bize, yani bu ülkenin vatandaşlarına rağmen kararlar verilip üzerimize yeni elbiseler dikilirken, en kötüsü de suskunluğa ve görmezden gelmeye zorlanmamızdır. Yukarıdaki yazı, sanıyorum var olan sürecin katkı koyucusu olmaya namzet. Yalnız tarih, umarım bu yazılanları, o yapılanlarla birlikte sınıflandırdığında hiçbirimiz söyleyip yazdıklarımızdan ötürü pişmanlık duymayız. Affınıza sığınarak aktardım düşüncelerimi. Sürçilisan etttimse bağışlayınız.