- 1088 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TELEVİZYONU NASIL BULDUM?
TELEVİZYONU NASIL BULDUM?
Süleyman ÖZEROL
Köyün güneyine doğru uzanan dere, kayaların eteğinden Kayadibi yöresinin alt başındaki kaynaklardan oluşuyordu. Kayalar bir kale gibi sıralanmışlardı koca koca. En büyükleri orta bölümde bulunan Ballıkaya ile onun hemen yanında, batısında bulunan Kurşaklı’dır. Köyümüzün adı daha önceleri Mezirme iken, en yüksek kaya olan Ballıkaya’nın adını almıştır. Artık köyümüzün adı Ballıkaya…
Sıra kayaların üst kısmına Kayabaşı, alt kısmına da Kayadibi diyoruz. Başta sözünü ettiğim dere Mezirme Deresidir. Bu dere güneye doğru akarak Yağca Çayına karışır. Yağca Çayı da Kuruçay yolu ile Fırat’a karışır.
Mezirme Deresinin iki yanı bahçelerle kaplıdır. Bu bahçelerde iki yüz yaşını aştığı söylenen ceviz, dut ağaçları, ayrıca kayısı, elma, armut, vişne, erik, söğüt, kavak gibi ağaçlar bulunur. Birçok yerde derenin tabanı killi çamurlarla kaplıdır. Bu çamurlar macun gibi yumuşak olup, biçimlendirmek de oldukça kolaydır.
Bazı arkadaşlarımla derede oynardım. Daha çok da yalnız olarak kendi çabamla değirmen, araba, yontular yapardım. Killi çamuru yarı katı kale getirerek yaptığım ilerin başında insan, hayvan, çeşitli arabalar, traktör, tekerler, loğ ve ev örnekleri ile değirmen gelirdi. Onlarla oynamaktan, hele de değirmenleri seyretmekten büyük zevk duyardım. Hele de traktör arka tekerini aslına uygun ve güzel bir biçimde yapardım. Tekerlerin topraktaki izlerini gördükçe gururlanırdım yapıtlarımla. Ancak tekerler kuruyup da çatlamaya başlayınca üzülürdüm. Geceleri nemli ve temiz toprakta saklıyordum, yine çatlıyorlardı. Çatlamalarını bir türlü önleyemiyordum. Demek ki toprak ısıyı geçirince çatlamaları kolaylaşıyordu. Onları pişiriyorlarmış, benim elimden ise bir şey gelmiyordu ne yazık ki! Böyle olunca üzüntüm daha da artardı. Bu kez başka uğraşlar edinmeye başlardım.
Bağ damımızın hemen hemen on metre kadar ilerisinde komşumuz ve akrabamız olan İmam Dedenin değirmeni vardı. Ben beş altı yaşlarında iken Ermeni Vartan Usta yapmıştı. Değirmenin suyu bahçemizden, bağ damımızın hemen yanından geçerdi. Geceleri kurbağa vırraklamaları ve suyun şırıltısı kesilmezdi. Bahardan başlayarak güze kadar durmadan akan arkın suyu ayrıca, olukla derenin karşı yanındaki tarlalara geçirilirdi. Değirmene gitmezse karşıya, karşıya gitmezse de dereye akıtılırdı oluğun yanından. Bu su ile köyün en alt başına kadar olan tarla ve bahçeler sulanırdı.
Süpürgelik ya da mısır sapından çarklar yapardım. Çarkları, arktan ayırdığım kendi arkım üzerindeki değirmenlerime kurardım. Çarkları, oluk altına yerleştirdiğim iki çatalın üzerine koyardım, su vurdukça dönerlerdi, dönerlerdi, denerlerdi… Değirmenlerimin oluğu gerçek değirmen oluğunun benzeriydi. Olukla suyun üzerinde biriken çöpler de kıvrıla kıvrıla dönerlerdi. Derenin tabanına da değirmen kurduğum zamanlar olurdu. Aslında sözünü ettiğim yapıtların çoğunu derenin tabanında yapardım. Burada öyle dalardım ki, çoğu kez başımı kaldırdığımda yıldızları görürdüm bir başıma.
Derede birlikte oynadığımız arkadaşlarımın içinde başta Abbas Köse gelirdi. Abbas, en yakın komşumuz ve akrabamızdı. Evimiz yan yana, duvar duvaraydı köyde. Benden birkaç yaş küçüktü ve o da kendince bir şeyler yapardı. Derede beni en son terk eden o olurdu. Bazı günler ise yıldızları birlikte görür ve eve de birlikte dönerdik. Yalnız kaldığım zamanlar, karanlık içinden gelen kurbağa sesleri ile suyun sesini ayırt ettiğimde köye dönmeye karar verirdim. Böceklerin ve kuşların sesi de duyulmaz olurdu artık. Uzaklardan baykuş sesleri gelirken ellerimin, ayaklarımın çamurunu yıkar, yokuşa vururdum kendimi. Korkmadan, ıslıkla türküler çalarak kuzey yönünde olan köye dönerdim.
Yaratıcı çalışmalarımı ilkokul ve öğretmen okulu yıllarımda da sürdürdüm. Bugün yolum o killi çamurların bulunduğu dereye düşse, o yaptığım oyuncakların çamurunu hangi yerden aldığımı, nasıl uğraştığımı neler yaptığımı düşünürüm.
Anımsadığım kadarıyla ilkokul beşinci sınıfa geçtiğim yıldı. Yani 1965 yılı. Yeni ilkokul binası yapılalı iki yıl olmuştu. Okulumuzun yenilenmesi bizi çok sevindirmişti. Daha önceleri kullanılmayan evlerde, ahır ve samanlıkları temizleyip okul olarak kullanırdık. Son olarak da minnetin evinde okumuştuk. Üst katta müdür ve araç gereç odası ile birinci sınıflar, alt katta ise diğer sınıflar ile odunluk bulunurdu. Alt kat ahır ve samanlık olarak kullanılmakta iken temizlenmiş, düzenlenmiş ve derslik olarak kullanılıyordu. Nasıl sevinmeyeyim yeni binanın yapılmasına?
Yeni okul binasının yanında tatil günlerinde sık sık bir araya gelir, oyunlar oynardık. Okulun karşısında ölüklük vardı, oraya da gider toprakta kayardık. Ölüğün toprağı taşlaşmış kildendi.
Cırcır böceğinin bollaşmaya başladığı ve yaz yağmurunun yağdığı günlerden birinde, okul duvarının dibinde radyoyu nasıl yaptığımı sizlere anlatacağım.
Yeni okul binasının yanına oynamaya gittiğimizde bir ara yağmur atıştırmaya başladı. Hani, “yaz yağmuru” derler ya, işte ondan. Ya bir dakika ya iki dakika sürdü. Belki de üç dakika. Ölüklüğe koştum. Az da olsa yeri ıslatmıştı yağmur. Yerden aldığım iki topak çamurla okul binasının yanına döndüm. Arkadaşlarım da bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Killi çamuru iyice yoğurduktan sonra radyo biçimine getirdim. Ön kısmını oydum, oyduğum yerin önünü çöplerle parmaklık haline getirdim. Son çöpü yerleştirmeden önce ölülükte yakaladığım ve her yerde “cır cır cır cır” diyerek ötüşen ağustosböceklerinden birini oyuk yere bıraktıktan sonra son çöpü de yerleştirdim. “Radyo”mun sağ yanına bir çöp geçirdim. Bu çöpün başına çamur yapıştırarak “düğme” biçimi verdim. Düğmeyi ileri geri itip çekerek böceğe dokundurduğumda, “cır cır cır cır” diye şarkısına başlıyordu. Canını acıtmıyordum. Hiç canını acıtır mıyım? Bize şarkı söylüyordu o…
Bu buluşumla okulumuzun duvarının dibinde arkadaşlarıma bir “konser” dinletmiştim böylece. İlk programımda, geleneksel şarkıcı cırcırböceği, yani ağustosböceği vardı solist olarak. İlk dinleyicilerim de arkadaşlarımdı.
Hayır, hayır! Bu buluşum radyo olamazdı. Radyoda yalnızca ses var, benim buluşumda görüntü de vardı üstelik. Öyleyse bu bir başka buluştu… O yıllarda bir dağ köyünde büyümüş ve köyden başka hiç bir yeri tanımayan bir köylü çocuğu olarak hiç tanımadığım ve adını duymadığım televizyon’u bulmuştum.
Su ve çamura olan düşkünlüğüm yaratıcılık-yapıcılık yanımı geliştirmesine karşın hasta olmama da neden oldu. Daha bebekken kızamıktan da az çekmemişim. Karlı kış günlerinde ziyaretlere götürmüşler, derman aramışlar “bilinmeyen” hastalığıma. Belki de “Gavurgızı”, “Aman uşak, bu kızamık!” demese daha yaşımı tamamlayamadan göçecekmişim bu dünyadan. Neyse ki bir şeyler bilenler varmış da bugüne kalabilmişiz.
İlkokul ikinci sınıftaydım. Sonbaharda bronşit olduğumdan ebemle eşekler binerek birlikte Asmaca köyüne, oradan da Arguvan’a gittik. Orada köylümüz olan bir sağlık memuru vardı. Onun evine vardık, ebem evde kaldı, sağlık memuru beni yanına alıp doktora götürdü. Doktor kulaklarına bir alet takarak göğsümden ve sırtımdan dinledi, bir süre sonra da başını kaldırarak şöyle dedi:
“Yahu Seyfi Bey, bu çocuğun kalbi sağ tarafta!”
Köylümüz olan sağlık memurunun adı Seyfi Koç’tu. O da şaşırdı bu duruma. İkisi bir süre birbirine bakıştılar. Demek ki “kalp” denen şey sağda olmazmış! Olsaydı hem doktor, hem sağlık memuru şaşırmazlardı bu duruma.
Seyfi Bey:
“Doktor Bey, bir daha bak hele”, dedi. Doktor kulaklığını bir daha takarak muayene etti beni. Bu kez önceki kadar şaşkınlığı kalmamıştı elbette.
“ Gerçekten de sağ tarafta Seyfi Bey”, dedikten sonra bana dönerek, “Oğlum senin kalbin ne tarafta?” dedi. Ben de kendisinden duyduğum için, “sağda” olduğunu söyledim. Her ikisinin de şaşkınlığı sürüyordu…
Seyfi Bey, doktorun yazdığı reçeteyi aldı, birlikte bir yere gittik, oradan da ilaçları aldı. İlaçları alırken bir de pire ilacı alması dikkatimi çekti. Demek ki iç giysilerimdeki pire boklarını gördüklerinden. Evlerine gittik, yemek hazırlanmıştı. Ninem yanıma geldi;
“Hastalığın çok kötüymüş bana demediler, bir daha da suya girme ha!” dedi. Doktor, “şiddetli bronşit” demişti.
Birlikte Asmaca köyüne döndük. Birkaç gün orada kaldık. İbrahim Amcanın büyük oğlu Abdullah yeni evlenmiş, eşi köydeydi. Gelin, Satı Abla benimle sessizce konuşuyor, bu nedenle konuştuklarını da anlamıyordum. Diğer oğlu Tahsin, on iki yaşında plak doldurmuş olan Sivaslı Ali Rıza Aslandoğan’ın “Karamık Dalını Atmış Kenara” adlı türküsünü döndürüp döndürüp çalıyor, sesini de oldukça açıyordu. Türkü, bir Arguvan havasıydı. Ali Rıza Aslandoğan da çok güzel çalıp söylüyordu, oldukça etkilenmiştim.
Karamık dalını atmış kenara
Yolcular yolundan kalmasın deyi
Mevla’m her kuluna bir sevda vermiş
Yetimler yuvada kalmasın deyi
Başındaki puşu benim aldığım
Daha yırtmadın mı gurban olduğum
Duydum havadisler bozuk geliyi
Boşuna mı benim sana yandığım
Köye döndükten sonra, Satı ablanın “gelinlik ettiğini” öğrendim. Yeni gelinler evde yüksek sesle konuşmazlarmış. Hatta bazı gelinlerin yıllarca gelinlik ettiği olurmuş.
Doktorum verdiği iğneleri her gün sabahleyin okula gitmeden önce köyün kuzeyinde Faraza Hüsüğün evinde oturan sağlık memuru vuruyordu. Rıza Aydoğdu, Köy Enstitüsü çıkışlı olup komşu köy İğdirliydi. Diğer ilaçları da kullanıyordum.
Suya ve çamura olan düşkünlüğüm hem “televizyonu bulmama” hem de “kalbimin sağda olduğunu öğrenmeme” neden oluşturmuştu. Duyanlar hala inanamıyorlar. Tıpta Latince, “Olması gereken yerde olmayan” anlamında “Sitüs İnversüs” sözcükleriyle adlandırılıyor. Yani, sizin anlayacağının benim tüm organlarım, olması gereken yerlerin tam zıddında bulunuyor…
Mayıs 1986-Malatya
Süleyman ÖZEROL: "Telvizyonu Nasıl Buldum?", Karataş Gayret Matbaası, Malatya 1999, s. 28
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.