BUHRANLARIMIZ - S.HALİM PAŞA-ÖZET
BUHRANLARIMIZ.
Sait Halim Paşa/1919
Sait Halim Paşa, 1913-1916 yıllarında, birinci dünya harbinin ilk senesinde sadrazam olarak hükümetin başında bulunuyordu.
1683 yılında Kahire de doğdu. Babası vezirlerden Halim Paşa ve dedesi eski Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali paşadır.
Birinci Cihan harbinin başlamasından birkaç ay önce Almanya ile bir anlaşma gizlice imzalandı. Almanlar bizim de kendileri ile birlikte harbe katılmamızı istediler. Sait Halim Paşanın tarafsız kalmak hususundaki gayretleri fayda vermedi. Alman taraftarlarının başında gelen Enver Paşa derhal harbe girmek taraftarı idi.
İki Alman zırhlısı Goben ve Breslav’ın İngiliz filosundan kaçarak Çanakkale’den içeri girmeleri ile başlayıp, daha sonra Karadeniz’e çıkarak Rus limanlarını bombardıman etmelerine kadar uzayan ve hala iç yüzü karanlık bir takım olaylar sonunda kendimizi harbin içinde bulduk.
Böyle bir emrivaki ile harbe itilmemiz üzerine Sadrazam Sait Halim Paşa istifa etti. Padişahın kendisini davet edip yüzünden öperek, kalmasını rica etmesi üzerine vazifesine devam etti.
İttihatçı vekiller heyeti, kendilerinden saymadıkları sadrazamı idareden uzak tutuyorlardı. En mühim harp kararları ondan habersiz alındı. 1916 da çekildi. Yerine Talat Paşa sadrazam oldu.
Cihan harbi Almanya ve müttefiklerinin mağlubiyeti ile neticelenince Tal’at Paşa kabinesi çekildi. (8 Ekim 1918) yerine İzzet paşa ve kabinesi geçti. Mondros mütarekesi imzalandı.
13 Kasım da İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan harp gemileri İstanbul limanına girip meclis binası ve saray karşısında demirlediler. İzzet paşa çekildi. Yeni kabineyi Tevfik paşa kurdu. Bunun yerine arkasından 4 Mart 1919 da yeni kabineyi Ferit paşa kurdu.
İngiliz kumandanlığının emri ile Sait Halim paşa ile birlikte 67 mahpus Malta adasına sürüldü. 2 yıl malta da sürgün hayatı yaşadı. 1921 de tahliye edilmeleri üzerine Sicilya ya geçti. İstanbul’a gelmek istedi. Kabul edilmedi. Roma’ya gitti. 6 Aralık 1921 Salı günü evinin önünde bir ermeni komitacısının kurşunu ile alnında vurularak şehit düştü. (Mekânı Cennet olsun.) Naşı İstanbul’a getirildi. Sultan Mahmut türbesi bahçesinde yatan babasının yanına gömüldü.)
----------------------------------------------------------------------------------------------------
“Osmanlı imparatorluğunun çöküş sebebi İslamlığın terki idi. Siyasal ve toplumsal konularda rehberlik için Batı’ya gitmeye hiç lüzum yoktu. Siyasal ve toplumsal gelişmenin bütün unsurları, bunları bizzat Batı’nın da kendisinden iktibas ettiği İslam geçmişinde bulunabilirdi. Bunların benimsenmesine ve ilerlemesine İslamlık hiçbir engel göstermezdi. Fakat devlet, hukuk, toplumsal gelenek, eğitim, temel bağlılıkta İslamlık egemen kalmalıydı…” (Bernard Lewis-Yahudi asıllı İngiliz müsteşrik.)
SİYASİ HAYATI HAKKINDA YAZILANLAR:
“O tarihten 1918’e kadar Türkiye, üç adamın egemenliğinde- Enver, Talat ve Cemal paşalar- fiili bir askeri diktatörlükle yönetildi. …Mehmet Sait Halim paşa, İttihatçı liderlerin bir esiri idi. 1917 de sadrazamlığı Talat’a, ülkenin kontrolünü de yukarıdaki üçlüye bırakarak ayan üyeliğine çekildi.” (Bernard Lewis)
“…Sadaret mevkiinde Sait Halim Paşa; bahriye nazırı Cemal paşa, dahiliye nazırı Talat paşa, adliye nazırı Halil bey, harbiye nazırlığına yükseltilen genç, haris ve tecrübesiz Enver paşanın ısrarları ile Alman sefiri ile ittifak antlaşmasını gizlice imzaladı…”(Lütfü Simavi)
MEŞRUTİYET:
Batı’dan alınan fikir ve ilhamlar üzerine kurulacak olan bir Kanuni Esasi’nin tatbik edilmesini kâfi zannettiler. Yenilik taraftarı olan bu nazırlar ve büyük memurlar kendi memleketlerini iyi tanıyorlardı. Kanuni Esasi gereği, milletin değil, kendilerinin istifade edeceklerine kanaat getirmiş bulunuyorlardı. Bunların asıl niyetleri, taşıdıkları devletin mümessili sıfatına bir de hukukun ve milletin koruyucusu sıfatını ilave etmekti. Böylece hükümdara karşı milleti kendilerine alet ediyorlardı. Onlar hükümdara Kanuni Esasi (Meşrutiyet) verdirmek suretiyle hem ona, hem de millete dayanmak imkânına kavuşuyorlardı.
TESİR VE NETİCELERİ:
Kanuni Esasi’nin Sultan Abdülhamit idaresine son vereceği hakkındaki ümitler boşa çıkmadı. Kanuni Esasi’nin ilanıyla beraber (1908-ikinci meşrutiyet) bu idare de yıkıldı gitti.
Osmanlı Mebusan Meclisi, eski hakanın kendisinde toplamış olduğu bütün nüfuz ve iktidarı eline almıştı. Bu yüzden yeni hakan (Sultan 5. Mehmet Reşat)saltanat makamını hak ve imtiyazlardan mahrum bırakılmış bir halde buldu.
İcra kuvveti tecrübeden mahrum, hak ve imtiyazları kötüye kullanmaya mahkûm bir meclisin boyunduruğu altına geçti. Her tarafta intizamsızlık ve isyanlara sebep oldu. Memleketi maddi ve manevi tam bir anarşiye sürükledi.
Herkes daha fazla huzur ve selamete kavuşacağını ummuştu. Aksine olarak herkesin huzursuzluğu arttı. Çünkü herkes cüretini arttırmış, başkalarının hakkına hiç çekinmeden tecavüz etmeye başlamıştı.
Milliyet mücadeleleri, ırk rekabetleri gitgide artarak Osmanlılar arasında bir ülkü birliği bırakmadı. Dünkü casus ve rüşvetçiler başımıza hürriyetçi, müceddit ve vatansever kesildiler. İşsiz, geveze ve adi bir avukat, halkın haklarının şiddetli müdafii oldu. Aciz ve rüşvet yiyici memurlar ateşli politikacı kesildi. Bütün memleketin üzerinden sanki bir cinnet rüzgarı esiyordu.
Düştüğümüz bu meşum hata ise şudur: Biz memleketimizin mesut olması için, Avrupa kanunlarını tercüme etmenin kafi geleceğini zannettik.
Mesela: Adalet sistemimizi islah etmek için fransa adalet sistemini aldık. Halbuki Fransız cemiyeti, bizimkine asla benzemeyen aslı ve menşei, ruh hali, adetleri ve gelenekleri, irfanı ve medeniyet seviyesi ile bizden pek farklı olan, ihtiyaçları ise çok ve çeşitli bulunan bir toplumdu. Kimse memleket için bu sistemin uygun olup olmadığını düşünmedi.
Bizim şimdiye kadar hiçbir ıslahatın icrasında muvaffak olamayışımız, yapılması zararlı olan şeyleri yapmak isteyişimizden ileri gelmiştir.
Islahat adı altında kötü ve ahmakça yenilikler memlekete sokuldu.
Bu Kanun-u Esasi büyük bir hatadır. Memleketin siyasi ve içtimai durumu, ruh haleti, inanç ve gelenekleri ile asla uyuşamaz. Hatta Osmanlı milli varlığı için ciddi bir tehlike halini almıştır.
Bütün fenalıkların asıl sebebi bir tanedir. Bu sebep, ecnebi kanun ve müesseseleri kabul ve ithal ettiğimiz takdirde yenilik ve terakkiye mazhar olacağımıza inanmak hatasıdır.
Bütün bu fenalıkları doğuran, batı medeniyetini anlamadan taklit edişimizdir.
KANUN-U ESASİ BİZİM İÇTİMAİ HAL VE MEVKİİMİZE UYGUN DEĞİLDİR.
Reisler, halkın cehaletini kendi hesaplarına kazanç vesilesi yaptılar ve bundan insafsızca istifade ettiler.
Cemiyetin zaruri ihtiyaçlarını dikkate almayan kanunlar, bu ihtiyaçların baskısı ile şekil değiştirmeye mahkûmdur. Hayatın gerçeklerine uymayan kanunlar zararlı olmaktan kurtulamazlar. Bunlar sonunda halkın da ahlakını bozarlar.
Bizim memurlarımızın aksine olarak, batıdaki asilzade ve burjuva sınıfı mensupları, hareketlerinde serbest ve müstakil, medeni cesaret sahibi ve müteşebbis kimselerdir. İşi ve mesuliyeti arar ve severler, fedakarlık hisleri taşırlar.
Mücedditlerimizi bu kadar büyük hatalara düşüren şey şudur: Onlar memleketin siyasi vaziyetini istedikleri gibi değiştirmekle, içtimai durumunu da değiştirmeye muvaffak olabileceklerini zannettiler.
Bir fenalığın ortadan kaldırılabilmesi için çeşidinin mahiyetinin ve onu meydana getiren sebeplerin tam olarak bilinmesi, zararını yok etmek için de gerekli en doğru ve en tesirli vasıtalara başvurulması lazımdır.
İslam inancından çıkan adalet esasına dayanmakta bulunan kanunlara daima tabi olmaları sayesinde Müslüman toplumlar, her zaman için kâfi derecede eşitlik ve hürriyet taraftarı bir nizam içinde yaşamışlardır.
Müslüman toplumlarda cemiyetler, adalet ve hakkaniyet esaslarını tatbik etmekle mükelleftirler. Garpta din ve mezhep adına yapılan zulümler cemiyeti kanlara boyarken, bu esaslar sayesinde, İslam memleketlerindeki gayri-müslim cemaatler mesut ve rahat bir hayat sürmüşlerdir.
Müslüman toplumlar, batı ülkelerindeki iç mücadeleleri görmediler. Batı toplumlarında ise, aynı memlekette oturan, aynı mezhebe ve ırka mensup kimselerin içtimai ve siyasi bakımlardan birbirlerinden farklı mevkilerde bulunmaları dikkati çekmektedir. Aynı topluma mensup şahısların çoğu zaman böyle aşağı mevkilerde bulunması, onları mücadeleye mecbur etmektedir.
Avrupa milletleri kayıt ve nizamlardan kurtulmaya ve daha fazla içtimai ve siyasi hürriyetler temin etmeye çalıştılar. Bu yolda aristokrasi usulünden ayrılarak içtimai ve siyasi kuruluşlarını demokrasi usul ve kaidelerine uydurmaya devamlı olarak çalıştılar.
Bizlerin kendi milli esaslarımızı korumamız şarttır. Eğer bu milli esaslar korunmazsa, yıkılıp mahvolmaya mahkûmuz.
KANUN-U ESASİ SİYASİ DURUMUMUZA UYGUN DEĞİLDİR.
Bu sebeple Osmanlı siyasi birliği Avrupa Hristiyan hükümetlerinde olduğu gibi milliyet esasına değil, İslam birliği ve kardeşliği esasına dayanmaktadır. Dünyadaki bütün Müslümanlar kendilerini birbirlerinin kardeşi sayarlar.
Ne yazık ki bizim mütefekkirlerimizden pek çoğu, batılı milletleri ne kadar çok taklit edebilirsek, o kadar mesut olacağımıza inanıyorlar. Halbuki bizim garp milletlerini taklit etmemiz kendi şahsiyetimizden, mazimizden, adet ve inançlarımızdan ve adeta varlığımızdan sıyrılıp çıkmamızdan başka bir mana ifade etmez.
Bize göre vazifemiz, her türlü taklit fikrinden uzak kalarak, yalnız Osmanlı birliğini sağlam ve kuvvetli kılmak için, aklın ve gerçeklerin bize göstereceği vasıtalara başvurmaktan ibarettir.
BU HALİN MESULLERİ KİMLERDİR?
En büyük mesuliyet, batı kanun ve nizamlarını alma usulünü koymalarından dolayı son asır devlet adamlarımıza aittir.
Bunlar, batı taklitçiliğinin kendilerine milletin düşmanlığını çekeceğini biliyorlardı. Bu yüzden belki hükümdarın cezasına da uğrayacaklardı. Bu düşüncelerle yabancıların yardımına sığındılar. Ecnebiler de onlara sahip çıkıp yardım etmekten geri durmadılar.
Hükümet idaresinin İttihat ve Terakkinin tecrübesiz ellerine düşmesi bu rical ve ileri gelenlerin acz ve meskenetinden ileri gelmiştir.
MUKALLİTLİKLERİMİZ
Bir müstebiti zorla tahtından indirmekle bir millet hürriyetine kavuşmuş olmaz. Zulüm ve yolsuzluk tohumları yaşar ve istibdadın baskısı bir milleti karşı koymaya sevk edecek yerde korkutursa, millet cesaretsizlik ve itaat gösterirse, zulüm ve yolsuzluklar yeniden baş gösterir.
Hürriyet; insanoğlunun hakikati arama ve adaleti gerçekleştirme yolundaki çalışmalarının bir meyvesidir. Hayatın gerçek yüzü bizi hala kendisine çekemiyor. Biz hala nazariyeleri tercih ediyoruz.
Bizim dimağımız henüz eşyadan fikirlere intikal edemiyor, fikirlerden eşyaya geçmeyi tercih ediyor. Aydınlarımızın çoğu, elde edilmesi imkânsız birtakım emeller peşinde yorulup beziyorlar.
Her milletin kendine has fikirleri ve ihtiyaçları olduğu için, başka milletlerin tecrübelerinden istifade etmeye kalkışan bir milletin, tamiri imkansız bir takım hatalara düşmemesi güçtür.
Şarkı garptan ayıran en görünür fark, Avrupa’nın putperestlikten Hristiyanlığa geçmesine rağmen, ruhbanlık ve asillik imtiyazlarının baskısı altında yaşamasıdır. Bu hal ise tabii olarak zulme ve düşmanlığa sebep olmuştur.
Şark ise İslamiyet ile şeref bulduktan sonra, hangi ırk ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün insanlar arasında hakiki bir adalet, tabii bir eşitlik ve samimi bir kardeşlik dünyası kurmaktan başka gayesi olmayan bir adalet ve eşitlik kanununa tabi olmuştur.
Müslüman milletler aynı devirde yaşadıkları Hristiyan milletlerden daha fazla müsamahakâr, adalet sahibi ve hürriyet sever olmuşlardır.
Fransa tarihinden çıkardığımız nazariyat ve kaideleri, yeteri kadar kendimize göre değiştirmeden kabul ettik. Kendi muhitimizle gerçekte hiçbir alakası olmayan bir takım fikir ve görüşlere iyi kötü demeden sahip çıktık. Avrupa anayasalarından herhangi birini kopya etmenin kâfi geleceği zan ve inancına düştük.
Bir milletin yaşadığı gerçek hayatın ihtiyaçları kaçınılmaz şeylerdir. Bunların eksikliği hayatı tahrip eder, onulmaz yaralar açar. Hayatın suni şeylere tahammülü yoktur. İhtiyaçlarına uymayan her şey kendiliğinden kaybolmaya mahkûmdur.
Müşterek vatana hizmet edebilmek için aydın fikirli kimselerden, vatanseverlerden meydana gelen meclisin, muhakkak birbirine aleyhtar fırkalara ayrılması mı şarttır?
Vatana faydalı maksatlarla hizmet için bir kısmının tatbik ettiği vasıtalar, diğer kısmın teklif ettiği vasıtalara uymazsa, bu hal iyi niyet ve samimi fikirlere sahip kimseler arasında, muhakkak ayrılık ve düşmanlık sebebi mi olmalıdır?
Aksine olarak fertler manevi ve fikri meselelerde bölünüp zıtlaşacakları yerde, birleşip kaynaşsalar daha çok verimli olurlar. İnsan bir dostluk ve sevgi muhiti içinde vazifesini daha iyi yapar, şahsen yükselir ve olgunlaşır.
Osmanlı parlamentosu, münakaşa ve çekişmeler sahnesi olacağı yerde bereketli bir tenkit ve konuşma zemini, sadece Osmanlılığın ilerlemesi ve yücelmesi his ve heyecanı ile birleşmiş bir vatanseverler topluluğu olmalı idi.
Ecnebilerin Osmanlı ülkesini içinden parçalayabilecek tahriklerine engel olabilecek bir mani yoktu. Çeşitli Osmanlı unsurları arasına ekilen ayrılık ve nefret tohumları herkesin gözü önünde bol bol saçılıyordu. Osmanlı istibdadına karşı, saadet vaatleri açıkça telkin ediliyordu.
Siyasi partiler kurdurmaya çalışmamız, Osmanlılığın yüce menfaatleri aleyhine olmuş, hala hususi menfaatler peşinde koşanların ekmeğine yağ sürmüştür. Onların kanuni bir maske ile kurulmuş partiler sayesinde ve parlamentonun sağladığı dokunulmazlığın himayesi altında zararlı maksatlarını takip etmelerine imkân vermiştir.
Siyasi müesseselerde olduğu gibi, içtimai faaliyetlerimizde de hayranlık marazına duçar olduk. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini birbirine karıştıran ahlak anlayışımız garip bir sarsıntıya uğradı. Bu yüzden biz adap ve ahlakımıza, geleneklerimize ve pek selim, pek afif ve pek insaflı olan Osmanlı şahsiyetimize karşı husumetimizi ilan ettik.
Bu gün memleketimiz insan düşüncesinden çıkmış ne kadar içtimai nazariye ve usul varsa hepsine birden geniş bir hayat alanı olmuştur.
Osmanlı cemiyeti, kendine has mahiyetini de gitgide kaybederek tam bir çökme tehlikesine doğru gidiyor.
Her değişikliğin iyilik işareti olduğu inancını taşımak, acayip bir düşünce ve gaflettir. Çünkü gerileme ve çöküşler de ancak örf ve adetlerin değişmesi ile olur.
Biz, kuruluş devrimizden beri en hakiki bir demokrasi usulü ile yaşamış, esasen demokrat bir milletiz. Garp demokrasisi ise henüz dün vücuda gelmiştir. Bizim vazifemiz mevcut olan demokrasimizin gelişmesine gayret etmektir.
Garp medeniyetinin şaşasına o derecede hayran ve hayrette kalmışız ki, onu meydana getiren sebepleri kavramaktan aciz olup, gördüğümüz neticeleri medeniyetin sebepleri sanmış ve görünüşe aldanmışız.
Garp milletleri ilerlemek ve olgunlaşmak için önce suiistimallere, adaletsizliğe ve cehalete karşı savaş açmışlardır. İnsanlığın yükselmesine tabii olarak hasım olan bu kötülüklerle, hiç çekinmeden, tam bir inançla, gerektiğinde can ve mallarını feda etmek hususunda tereddüt etmeksizin mücadele etmişlerdir. Kendilerini sömüren, aşağılayan, zulmeden krallığa ve kiliseye karşı bir demokrasi mücadelesi vermiştir.
Garptaki müesseselerde görülen değişik şekiller işte bu şekilde meydana gelmiştir.
Asıl gıpta verici şeyler, onların çalışma tarzı, eğitim usulü ve fedakârca vatanperverlikleridir.
Bir ferdin veya bir cemiyetin düzelmesi, manen ve fikren yücelmesi, ancak kendi gayretleri sayesinde müyesser olur.
Onları mümkün olduğu kadar öğrenmeliyiz. Yalnız bu öğrenmeden maksat, onları aynen almak değil, vazifemizi en güzel şekilde başarmak için bilgimizi artırmak olmalıdır.
FİKRİ BUHRANIMIZ
Memleketimizin yükselmesini ve ilerlemesini temin edebilmek için batı medeniyetinden faydalanmak mecburiyetinde kaldık. İlerlemeye olan ihtiyacımızın icaplarını yerine getirmek üzere yetiştirilen bu aydın sınıf, bugün memleket idaresinde büyük bir tesire sahiptir.
Hâlbuki bu aydın sınıf, batı medeniyetinin tesiri altında şahsiyetini kaybetmiş, aşırı bir batı hayranlığına müptela olmuştur. Milli kurtuluşumuzun çaresini, kendisinin tutulduğu bu hastalığın bütün memlekete yayılmasında görmektedir.
Bu yüzden yükselme ve ilerleme adına, vicdanları bulandırıp fikirleri karıştırarak, buhranlara sebep oluyor. Memleketi de karanlık ve meçhul bir istikbale doğru sürükleyip götürüyor.
Bu aydın sınıfın böyle karanlık bir kötümserliğe düşmesinin sebebi, vatanındaki her şeyi, ıslahat ve düzeltmelerle kurtulamayacak kadar bozuk görmesidir. Bu yüzden kurtuluşu mevcut olanı yıkmakta buluyor. Yerine, az çok garplılaşmış olan bilgi, mantık ve ahlakına, iyice Frenkleşmiş olan içtimai ve siyasi tasavvurlarına göre şekil vereceği yeni bir cemiyet kuracaktır.
Başka memleketlerde, herhangi bir şeyde görülen yanlış veya eksiğin giderilmesine lüzum hissedildiği anda buna gayret edilir, ıslahına çalışılır. Biz de ise, ıslahı arzu edilen şeyin, hiç tereddüt etmeden ortadan kaldırılmasına ve yerine daha iyi olduğu zannedilen bir başkasının konulmasına kalkışılır.
Batı hayranları kendi toplumuna yabancılaşmışlardır. Kendi milletinin inancını, ahlakını, yaşantısını küçümsemişler, hakir görmüşlerdir. Batı hayranları ecdadının büyüklüğünden şüphe ediyorlar. Kendi toplumlarını tanımadıklarından yıkıcı olmuşlardır. Avrupa’nın medeni kanunlarını devşirmekle bize uyuvereceğini zannetmişlerdir.
Kendi cemiyetimiz ile diğerleri arasında mukayese yapabilecek kadar kendimiz hakkında bilgi sahibi olmalıyız.
Edebiyatımız, kaçak olarak yurdumuza sokulmuş fikir ve hislerden meydana gelmiş suni bileşimlerdir.
Edebiyatımız, kuvvetli ve gerçek imanlar meydana getireceğine, zararlı şüpheler, tereddütler ve inançsızlıklar saçıyor. Neticede tabii olarak, çok tesirli bir bozgun ve çözülme oluyor.
Bugün memleketimizde bir fikir hayatı yoktur denilebilir.
Bu halden doğan kötümserlik, fikirleri bunaltıp, ruhları karartarak süratle yayılıp genişlemektedir. Bu kötümserliğin doğurduğu bencil ve alçak bir menfaatperestlik, milli ruh ile beraber, milli gayeleri de basitleştirmektedir.
Batı hayranlarının zihniyetleri, batı zihniyetine nispetle sadece bir asalaktır. Kendileri ise, cemiyete karşı ilgisiz kalmakla beraber yine onun sayesinde yaşıyorlar. Öyleyse bu bakımdan da cemiyetin sırtında bir asalaktır.
Eski devirlerde aydın sınıfımızın en büyük kusuru, batı medeniyetini tanımamak, bu yüzden de ona karşı daimi bir düşmanlık beslemek idi.
Dün de, bugün de ilerleyip gelişmemize engel, maarifteki geriliğimiz olmuştur.
Milletçe yükselmek için batı medeniyetinden istifade etmek lüzumunu duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa, bunun için mutlaka batılılaşmamız gereklidir gibi yanlış bir kanaat doğurdu.
Ne yazık ki, bu kanaat ve zanlara uyarak bütün varlığımızla taklide koyulduk. Bunu o kadar başardık ki, inancı, his ve an’anesi, ilim ve fenni tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurabildik. Şimdi artık dışı parlak, ama aslında ölüm getiren arzu ve hayaller içinde mest ve müstağrak yaşayıp durmaktayız.
Gerçekte ise, hatalı anlayış ve düşünceler üzerine kurulmuş yalancı bir âlem içinde yaşamaktayız.
Garplılaşmak ihtiyacına olan inancımızın, bu kadar kötü neticelere varması, milliyetimize aykırı bulunmasındandır. Çünkü milliyet ile medeniyet aynı şey demek olduğundan Garplılaşmak arzusu, kendi medeniyetimizi, terk veya inkar etmek manasını taşır.
Kendi memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfanını inkar eden veya hakir gören milliyetini kaybeder.
Her tarafta şüphe ve itimatsızlık derin bir boş veriş, her işte deli gibi acelecilik ve sabırsızlık görülüyor. Hiç kimse, kime veya neye inanacağını, kime veya neye hürmet ve riayet edeceğini bilemiyor. Herkes her şeyi biliyor. Fakat hiç kimse bir şey yapmaya muvaffak olamıyor.
Batı medeniyetinden istifade edebiliriz ancak, onu körü körüne taklit ederek değil, kendi medeniyetimize uydurarak yararlanabiliriz. Bazı milletler bu şekilde başarıya ulaşmışlardır. İlim, fen ve medeniyet, milletlerin ortak malıdır.
Bizim idealimiz, içtimai ve siyasi kanaatlerimiz, tamamıyla dinimizden doğmuştur. Dolayısıyla, ona saygı göstermek mecburiyetinde olduğumuz gibi üzerimizdeki bütün haklarını da kabul etmek zorundayız.
Her milletin milli kanun ve ananeleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir manevi vatan meydana getirirler. Başka bir kavmin tahakkümü altına düşen millet, arazisini değil, kanun ve ananelerini kaybettiği için istiklalinden olur, esirdir, çünkü milli değerlerini kaybetmiştir. Milli değerlerimizin ister bizim ihmalimizle olsun, ister bir darbe zoru ile olsun ortadan kalkması, esarete düşmemizden başka bir netice vermez.
Milliyetimize muhabbet ve hizmet etmek lazım. O medeniyet ki, hudutsuz bir imparatorluk kurarak, bozkırlarda şehirler meydana getirmiştir. Türk medeniyetini, irfanını ve ruhunu kabul eden her Müslümana Osmanlı Türküyüm demek salahiyetini kazandırmıştır.
İçinde çırpınıp durduğumuz şu elemli buhranın tek sebebi, batı medeniyetine kayıtsız şartsız girmek ve kendi medeniyetimizi tanımamak isteyişimizdir.
Bu buhran ancak, o fahiş hatanın tamirine çalışılması ile ortadan kaldırılabilir.
Derin bir perişanlık içinde bulunan ruhumuz ve dimağımız da bu sayede, mazideki huzur ve rahatını tekrar kazanır.
İÇTİMAİ BUHRANIMIZ
Vaktiyle o kadar kuvvetli, o kadar zinde olan Osmanlı toplumu bu kadar az bir zaman içinde bu derece nasıl bozuldu.
DIŞ TESİRLER
Devletin gitgide zaafa uğraması sebebiyle garbın, bilhassa Fransa ve İngiltere’nin siyasi ve iktisadi nüfuzu, tesirlerini daha çok hissettiriyor, memleketin içişlerine müdahale şeklini alıyordu.
Bu suretle durmadan vahimleşen ve iyice karışan umumi hal, neticede telaşa düşen idarecilerimizin ve siyasi liderlerimizin dikkat ve itinasını ciddi olarak Avrupa’ya çevirdi.
Orada debdebe ve dârât içinde şaşaalı, safa bahşeden zevklerle dolu, parıltılar saçan bir medeniyet gördüler. Bu parlak medeniyetin ışıklar saçan cemaliyle gözleri kamaştı. Bu medeniyetin eserlerini, o medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler. Garbın ahlak ve yaşayışını memleketlerine de tatbik etmenin, dertlerine çare olacağına inandılar.
O vakitler bu medeniyetin bütün incelikleri, parlaklıklarıyla göründüğü yer Fransa olduğundan, takip olunan medenileşme gayesi de Osmanlı toplumunu Frenkleştirmekten ibaret kaldı. Böylece Fransız ahlak ve adetlerinin taklidi ve fikirlerinin benimsenmesinden başlanarak meziyetlerinin hatta noksanlarının alınmasına özenildi.
Artık Türkçe yerine Fransızca konuşmak, dinsiz ve sefih geçinmek, servetini kumarda yahut bir Fransız metres kullanarak tüketmek, en yüksek tavır ve hareketler sayılıyor, medeni insanları medeni olmayanlardan ayıran ölçüler olarak kabul olunuyordu.
Tahsil için veya sefaret vazifesi ile memur olarak batı memleketlerine giden gençlerden, ecnebi ahlak ve yaşayışını benimsemiş olarak dönenler pek çoktu. Çeşitli milletlerin her biri yurdumuzda müntesipler, himayeciler, fikirlerini yayanlar ve taraftarlar kazanmak için mali müesseseler veya öğretim teşkilatları kurdular.
Memleket bu suretle ananelerinin ve medeni hayatının koruyucusu, milli ahlak ve yaşayışının düzenleyicisi olan yüksek sınıftan mahrum kaldı.
Artık bir tarafta her şeyi kabul eden ve caiz gören, yüksek ve aydın sınıf çeşitli yabancı milletleri en aşırı bir şekilde benimseyip taklit ediyorken, öteki tarafta bir kısım aydınlarla geri kalan halk, her türlü yeniliğe karşı yumuşatılması imkânsız bir sertlikle karşı koyuyordu. Yenilikten şiddetle nefretin ve ürküntü hissinin eserleri her yerde kendini gösteriyordu.
Ahlakı yozlaşmış genç nesiller ve sözde aydınlar, yöneticiler yetiştirildi. Bu kesim kendi milletine yabancılaşmış adeta Frenkleşmiş bir garabet kesim idi.
Evladın saygısı ve babanın haysiyeti ortadan kalktı. Asırlara mukavemet ederek, maruz kaldığı en şiddetli felaketlere rağmen varlığını koruyabilmiş olan Osmanlı cemiyeti, mahut şekilde yetiştirilmiş birkaç nesil talebe tarafından bozuldu.
ESKİ TEŞKİLAT
Sultan Mahmut hanın bir memurlar kadrosu ihdas olundu. Hükümdarın şahsında toplanan kudretin itaatli bir aleti olmaktan başka bir şeyle mükellef değildiler.
Lazım olan istiklal, istikrar ve anane gibi manevi ve fikri meziyetleri toplamamıştı. Ehliyetlerinin kıtlığına ilave olarak meseleleri kavrayışı da noksan olduğundan ecnebi müesseselerin kurulmasını tercih etmişlerdir.
İÇTİMAİ ESASLAR
Sultan Hamit idaresi, derebeylik yerine geçen siyasi ve idari merkeziyet usulünü tahrip etmişti. Sultan Hamit saltanatının ortadan kalkması ile onun zamanında meydana gelen seçkin içtimai sınıf da kayboldu gitti. Memleket tam bir fetrete düştü.
Bir insan topluluğunun teşkilatlı bir cemiyet haline getirilebilmesinin şartı, fertlerin müşterek his ve adetlerine, birbirine uygun fikir ve inançlarla da aynı gaye etrafında birlik halinde bulunmalarına bağlı olduğunun bilinmesidir.
İçtimai bağlar, mazide birlikte geçirilen hayat ile ecdattan kalan manevi ve fikri mirastan doğar. Maziye, ananeye, ahlak ve teamüllere gösterilecek hürmet de içtimai temel vazifelerimizdendir.
Gaye birliğini temin edecek olan müşterek ahlak ve inancı, dini hasletlerin doğurduğunu, bu sebeple dine hürmet ve bağlılık göstererek, ahkâmını yerine getirmenin de en mühim içtimai vazifelerden olduğunu bilmeliyiz.
Dolayısıyla kendi güzel sanatlarımızı, kendi musikimizi, kendi mimari üslubumuzu, kendi bedii eserlerimizi teşvik etmenin de içtimai vazifelerimizden olduğunu öğrenmeliyiz.
İçtimai vazifelerimiz, dinimizin esasında mevcuttur. Fakat selamet ve kurtuluşu maddiyatta arayarak dini ve maneviyatı ihmal etmeye başladığımızdan beri bu imkânı kaybettik.
Maddecilik fikir ve zihniyetinin garptaki çıkış sebebi Hristiyanlık inançları ile yeni fenni inançların birbiriyle uyuşmasına imkân bulunamayışıdır.
İslam inançlarının fennin buluşlarına zıt olması şöyle dursun, inançlarımız onların hepsini de ihata ettiği için, dini ve fenni bilgilerimiz birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil eder.
İlim ve fennin bize meçhul kalması ise milli tekâmülümüzü durdurmuş ve bizi batılı milletlere nispetle geri bir duruma indirmiştir.
Bu hale sebep âlimlerimiz ve ileri gelenlerimiz olduğu ve onların itham edilmesi gerektiği halde, maneviyat ve ahlakımız dinimizin eseri olduğu için, bu hata da dinden bilindi.
İslam dininin parlak bir medeniyetle insanlığı yükselttiği, Osmanlı devletini emsalsiz bir satvetle kurduğu, zamanımızda hayranlık duyulan batı medeniyetine bile herkesin bildiği yardımlarda bulunduğu gerçeğini unutarak, bu yanlış zanna düştüler. İslamiyet’in ilerlemeye engel olduğuna hükmettiler.
Maddecilik, muhitimize tatbik edilince Osmanlı cemiyetinin çöküşünü son haddine vardırmaktan başka bir işe yaramadı.
EŞİTLİK
Bir memlekette hangi çeşit idare yürürlükte olursa olsun, maneviyat ve ahlakın en büyük hâkimi ve koruyucusu hükümdardır.
İlim, fen ve sanatın diyanet ve ahlakın, ilim ve irfan sahiplerinin en tabii hamisi, seçkin sınıfın en üstün şahsiyeti hükümdardır.
Bu vazife idari ve siyasi bütün diğer vazifelerden üstündür. Çünkü milli varlığın devamı ve memleketin güzelce idaresi bu vazifenin ifasına bağlıdır.
İÇTİMAİ ŞARTLAR
Milletin âlimlerini, vatanperverlerini, seçkin idare adamlarını ve memurlarını, muntazam içtimai sınıflar yetiştirir. Çocukları terbiye edebilmek, aileyi mesut kılabilmek bu intizamın sayesinde mümkün olabilir.
Cemiyetin durumu da kendisini teşkil eden fertlerin ahlak ve zihniyetine bağlıdır. Biz hala bütün felaketlerimizin sebebini cehaletimizden biliyor ve bunda ısrar ediyoruz. Bu vatanda herkesin bir mesuliyeti vardır. Herkes mesuliyetini en güzel şekilde yerine getirmelidir.
Halkın kendisi de cahillikten kurtulmayı ve güzel ahlaka kavuşmayı isteyecek. Gerçek İslam âlimleri de buna rehberlik edecekler.
Ahlaki noksanlarımız, yapmakla mükellef olduğumuz vazifeleri yerine getirmeye mani oluyor. Gurur ve bencilliğimiz, noksanlarımızı ve kendi gerçek mahiyetimizi anlamamızı önlüyor. Kendimizi beğenerek layık olmadığımız şeyleri elde etmek istiyoruz.
Her ferdin ilk ve en mühim vatan vazifesi ahlaki noksanlardan kurtulmak, kıskançlık ve bencillik gibi her türlü kötü duyguları yenmekten ibarettir.
Bir toplumda fertlerin ahlakı güzel olursa, o toplumun ahlakı da güzel olur. Yüksek ahlaka sahip olan toplumlar muvaffak olurlar. Aksi toplumlar yıkılırlar.
Hiç kimse kendisini kusursuz ve mütekâmil görmemelidir. Kendimizdeki kusur ve hataları görüp, düzeltmeliyiz. Ondan sonra toplumdaki kötülükleri düzeltmeye çalışmalıyız.
İlmi kazançlarımız ancak ahlaki noksanlarımızı giderebildiğimiz derecede faydalı olacaktır. İnsanın hareket yolunu çizen akıl ve bilgisinden daha çok ahlakıdır. Bu hususta ve her kâmil hususlarda en güzel rehber Kur’an ve Hazreti Peygamberdir.
Çocuklarımızı yetiştiren anne-babalar ve öğretmenler güzel ahlaklı ve kültürlü idealist insanlar olmalıdırlar.
Bir hain, hainlik hasletinin gösterdiğinden başka bir şeye aldırmaz. Akıl ve bilgi kuvvetini ancak cinayetini başarmak ve kendini kurtarmak için ötekini berikini kandırmak için kullanır.
KADIN HÜRRİYETİ
Günümüzde bazı kadınlar örtünmeyi bırakmak, daimi olarak erkeklerle bir arada bulunmak, hürriyet ve serbestlik elde ederek garp kadınları gibi yaşamak istiyorlar.
Evlenen kadın kocasının amirliğini tanımak istemediği gibi, genç kız da ebeveyninin vesayetine tahammül edemiyor.
Hiçbir medeniyet, hiçbir vakitte kadın hürriyeti ile başlamadığı gibi aksine bütün medeniyetlerin kadınların tam hürriyetlerini ele geçirmeleri ile mahv olup gittikleri tarihinin en gerçek olaylarından biri olarak sabittir.
Kadın ve erkekler toplumda namus ve ahlakın en önemli temsilcileri olmalıdırlar. Hâlbuki günümüz toplumunda kadın, bazı art niyetli çevrelerce şehvet malzemesi olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Adeta Pazar malzemesi haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Kadınlarımıza örnek olan Avrupalı kadınların iddiaları, birtakım siyasi hakların istenmesinden ibarettir. Hâlbuki bizim kadınlarımızın isteklerinin mahiyeti içtimaidir.
Osmanlı cemiyetindeki kadınları, hemen bugünden garp kadınlarına benzer bir hale getirmek emel ve arzusu, hak ve salahiyetleri aşan keyfi ve kötü bir hareketten başka bir şey değildir.
Kadın hürriyeti taraftarlarının istekleri, esas olarak, haremin kaldırılarak, erkek ile kadın arasında garp cemiyetlerindeki gibi bir temas ve münasebet tesis edilmesine dayanmaktadır.
Toplumun büyük çoğunluğu bu istekleri içtimai varlığını tehlikeye düşürecek bir mahiyette buldukça, içtimai ve ahlaki inançlarına, hislerine, fikirlerine, ananelerine aykırı gördükçe, reddetmek mecburiyetinde kalacaktır.
Kadınlara giydirdikleri elbiselerde, takındırdıkları tavır ve hareketlerde, küçümseme ile dolu bir pervasızlık, iffet ve terbiye hislerine karşı açık bir hakaret gören milli duygu son derecede hiddet ve gazap duyuyor.
Osmanlı toplumunun büyük çoğunluğu kalben ve fikren takbih ettiği bu kadın aldatmalarına şiddetle karşıdır.
Osmanlı toplumu, içine düştüğü nizamsız ve karışık durum sebebiyle iradesini kabul ettirebilme kuvvetini kaybetmiştir. Hüküm süren başıboşluk yüzünden ferdin kötü hareketlerine hiçbir şey mani olamadığı gibi, karşı gelenleri itaate sokacak bir otorite de kalmamıştır.
İçtimai iradenin zayıflamasından istifade ederek ortaya çıkmış olan kadın istekleri, ancak bu zayıflığın devamı ile varlığını muhafaza edebilmektedir. Doğduğu bu gayrı meşru kaynağı gizlemek için de garp kadınlığından örnek aldığını iddia ediyor.
Vatandaşlarının itimat ve hürmetini kazanmış, topluma karşı müdafaa ve irşat vazifelerini yapabilecek olan kadın ve erkeklerden bir cemiyeti koruma derneğinin kurulmasını teşvik etmelidir.
İcra kuvvetinin kullanması gereken diğer bir vasıta da umumi vicdanı, vaazlar, hitabeler ve kitaplarla aydınlatarak, içtimai kargaşalığın Osmanlı vatanını düşürdüğü tehlikeli durumu anlatmak, milli varlığımızı tahrip eden isyankâr hareketlere son vermenin ehemmiyet ve acilliğini iyice telkin etmektir.
BİTİŞ
Osmanlı toplumunun kuvvet ve canlılığını tam olarak kazanabilmesi için ahlaki meziyetlerin, faziletin ve terbiyenin; ilim ve bilginin önüne geçirilmesi gerekmektedir.
Artık ilmin vasıta, terbiyenin de gaye olduğu bilinmelidir. Bu gayeden de maksat, düzenli fikirler, çalışma aşkı, vazife sevgisi, sarsılmaz azim ve sebat ile dolu aydın, faziletli ve imanı kuvvetli Osmanlılar yetiştirmektir.
Muntazam cemiyetleri, ahlaki fazilet ve olgunluklara sahip insanlar meydana getirir.
TAASSUP
Birlik ve kardeşliğin önderi olan Şark-ı Muhammedi, ilmin feyizli ışıklarını, henüz barbarlık devrini yaşayan Hristiyan garba pek cömertçe dağıtmış, garp medeniyetinin gelişip genişlemesine gayet tesirli bir şekilde yardım etmişti.
Bazı güçler, batıyı mutaassıp bir ruhban sınıfın ezici hâkimiyeti altına soktu. Bunlar, temsilcisi oldukları din üzerindeki nüfuzlarını kaybetmemek arzusu ile, irşat olunmak üzere ellerine teslim edilmiş bulunan vicdanları hakikatlerden mahrum bıraktılar.
O sırada doğu, yüksek bir medeniyetin verdiği insaniyetçi fikir ve hislerin tesiri altında müsamahakâr ve medeni bir ahlaka sahipti.
Batı medeniyeti ise, Doğu’nunkinden çok aşağı bir ahlak seviyesinde bulunan bir muhit içinde gelişti. En ilkel his ve inançlara bağlı bulunan bu insan toplulukları, dolayısıyla maddeci bir karaktere, saldırgan ve müstebit bir ruh haline sahip oldular. Mezhep mücadelelerinden doğan kin ve nefretle beslendiler.
O zamanki üstün durumundan istifade eden Avrupa, cismani reislerinin tahrip edici ihtiraslarıyla ruhani reislerinin dini nefretlerini birlikte ve serbestçe yayarak âlemi karanlığa boğmuştur.
Cihanın bu yeni mürebbisi, pençesini İslam âleminin ötesine de uzatmış. Buda mezhebindeki uzak doğu ile putperest olan uzak Batı’yı da tahakkümü altına almıştır.
Böylece Avrupa, her yerin huzur ve rahatını yok etmiş, geçmiş medeniyetlerin asırlarca gayret ve çalışma ile kurdukları siyasi içtimai dengeyi alt üst etmiştir. Batı tecavüzlerinden en fazla zarar gören yer, yakın doğu olmuştur.
Savaşlar hiç kesilmeden devam edip gidince, İslam âlemi varlığının tehlikede olduğunu anladı. Bu kanlı döğüşlerin gereği ne ise onu tedarik etmek için neyi varsa seferber etti. Başka her şeyden vazgeçmek zorunda kaldı.
Bu mecburiyet ve devamlı harp hali, Müslüman halkların hükümdarlarına kayıtsız şartsız itaat etmelerini gerekli kıldı. Hükümdarlar ise zamanla keyfi ve müstebit bir idare ile saltanata başladılar. Bunun neticesi olarak, ilmi ve medeniyeti yayma kabiliyetleri körelerek, sonunda kayboldu gitti.
Garplıların yaptıkları zulümler, tahrip ve yağmalar, onlara karşı kin ve nefret uyanmasına sebep oldu. Garptan gelen hiçbir şeye itimat edemeyen İslam âlemi, uzun bir müddet onun medeniyetinden de nefret etti. Çünkü şark, garbı haçlı orduları ve savaşçı papazlar vasıtası ile tanımıştı. Garp ise İslam âlemini ve Şark’ı, çapul ve yağmaya gönderdiği öncüleri vasıtasıyla öğrendi.
Avrupa zihniyeti nesiller boyunca, ruhani ve cismani reislerinin nakil ve neşrettiği yalanlarla bulandı durdu. Müslüman denince nazarlarında, zararlı ve aşağılık bir mahlûk canlanıyordu. Bu gün bile Avrupalıların çoğuna göre Müslüman, aşağı seviyeden bir yaratıktır.
Fikri ilerlemeler, bu gibi Hristiyan uydurmalarını zamanla ve kısmen ortadan kaldırdı. O derin düşmanlık görünüşte biraz hafifledi. Fakat maddeci düşüncenin neticesi olan sömürgecilik fikrinin hızla gelişip şiddetlenmesi, dini düşmanlıktaki azalmanın yerini fazlasıyla doldurdu.
Mutaassıp zihinlerde din uğruna can vermiş azizlerin yerini, uzak kıtaların kâşifleri, kaba ve katil çapulcu şövalyelerin yerini de müstemleke askerleri aldı. Bu değişiklikler, eski düşmanlığın sadece yeni bir şekle girdiğini gösterdi.
Şimdi artık şark, haç adına değil, medeniyet ve insanlık uğruna tecavüze uğruyor. Avrupa ihtiraslarının tatmini için gerekli pazarların, lüzumlu mahlûkatı sayılıyor.
Hristiyanlık dünyasında, müspet ilmin ve fennin ilerlemesi maddecilik ve felsefe nazariyelerini ortaya çıkarmıştır. Bu görüşte olanlar, maneviyatı da maddi buluşlara ve felsefeye dayandırmak istemişler, bu ise Hristiyanlığın nüfuzunu ve ona olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştır.
İslam’a göre din, beşeriyetin maddi, manevi, akli muvazenesini sağlayan ebedi kanun ve düsturlara karşı gösterilmesi gereken saygı yoluyla insanlığın saadetini bir hayal olmaktan kurtarıp müspet bir hakikat kılmaktadır.
Bu tarifin de göstereceği gibi din insanı her çeşit faaliyetlerinde murakabe eder. Hak ettiği ve layık olduğu hürmet ve bağlılığı ister. İslam şeriatı manevi varlığımızın gelişmesine her zaman kati olarak tesir etmiş fikir ve irfanımızın esası olmuştur.
Hristiyanlar İslam dünyasının her tarafında hayretle gördükleri gerilik alametlerini İslamiyet’ten biliyorlar. Çünkü onların karşısına terakki yollarında ilerlerken kendi dinleri ve ruhban sınıfının saltanatı çıkmış mani olmaya çalışmıştı. Müslümanların geri kaldığını gören bir Avrupalı hemen kendilerine kıyas ederek sebebin Müslümanlık olduğunu tahmin ediveriyor.
İslam âleminin çöküş sebebi bilgi yokluğundan cevapsız kalmıştır.
Şimdiki geriliğimizin dinimizin emirlerine lüzumu kadar önemle bağlı bulunmayışımızdan ileri geldiği görülüyor.
Şark dünyası bu günkü aczi yüzünden garbın tuzağına düşerek sömürülmektedir.
Aslında garbın şarka olan husumeti haçlıların bunca zahmetlerini boşa çıkarmış.
Avrupa bizi tanıyamamış ise ona kendimizi daha doğru tanıtmak da bizim vazifemiz idi.
Gayretlerimizde hedef alacağımız hakiki ve devamlı saadet herkesin doğru ve adil bir pay alarak hissedar olacağı saadettir.
İSLAM ÂLEMİNİN GERİLİK SEBEPLERİ ÜZERİNE
Müslüman milletleri, bu öldürücü hastalıktan kurtarma vazifesini üzerlerine alanların, kendi mazilerini alakalarını kesecek kadar terk ettiklerini de görüyoruz. Bunlar, tedavi etmek istedikleri hastalığın ne olduğunu anlayıp öğrenmek zahmetine bile katlanmıyorlar.
Garplılar, şarkın halini kendi ruh ve fikirlerine göre ve pek yanlış bir şekilde izah edip, hüküm verdiler. Müslümanların geriliğinin İslam şeriatının noksan oluşundan ileri geldiğini iddia ettiler.
Müslüman milletlerin, dinlerinin zaruri bir neticesi olarak geri kaldıklarını iddia ederek, meseleyi bir din meselesi haline getirdiler. Öyle olunca da bu iddia Müslümanlar tarafından şiddetli ret ve itirazlarla karşılandı.
Bu hali Müslümanlar Hristiyanların dinlerine karşı besledikleri irsi düşmanlığa, Hristiyanlar ise İslam taassubuna delil olarak gösterdiler.
Gerilemeyi ise kimi, hükümdarlarımızın istibdadına, kimi âlimlerimizin bilgisizliğine ve kimi işin başında bulunanların beceriksizliğine bağladılar.
Geriliğimizin sebeplerini, dinin emirlerine karşı gösterdiğimiz ihmalde yahut dindeki taassubumuzda veya kadere olan tevekkülümüzde bulanlar da oldu.
Müslüman milletler, dinlerinde bulunan sonsuz nimetlerden ne için istifade edemediler?
İslam dinini kabul eden milletler, uzun ve eski bir medeniyet mazisine sahip idiler. Bu şark milletlerinin her birinin kendine mahsus adet ve ananeleri, ahlaki ve felsefi inançları, aynı ruh halleri ve birbirinden farklı içtimai ve siyasi esasları vardı.
Müslüman milletlerin gerilemesinin sebebini, hala nüfuzundan kurtulamadıkları İslam’dan önceki hayatlarının, üzerlerinde devam eden tesirinde aramak lazım geldiğini göstermektedir.
Müslüman milletler, mütemadiyen değişmekte bulunan zamanın zaruretlerini dikkate almamış, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini anlayamamışlar, bu yüzden de gerileyip çökmüşlerdir.
Türkler, Arap ve acem medeniyetleri ile yakın temas halinde bulunduklarından, onların tesirine kapılarak aynı akıbete düşmekten kurtulamadılar.
Müslümanların gerilemesinin ikinci bir sebebi de, İslam âlemi ile batılı Hristiyan milletler arasında ortaya çıkan şiddetli ve sönmez bir din düşmanlığıdır.
O düşmanlıktan doğan sonu gelmez savaşlar, Müslüman milletlerin ilerlemesine ve gelişmesine gözle görülür derecede mani olmuşlardır.
Garpta genç ve zinde milletler tecrübe metotlarına dayanan yeni bir medeniyet kuruyorlardı.
Bu yeni metot sayesinde o milletler tabiatın sırlarına nüfuz ederek, sonsuz kuvvetlerden faydalanmayı başarıyorlardı. Fizik ve kimya sahasındaki keşif ve icatlar sayesinde bu medeniyetten doğan görülmemiş san ’atlar, az bir külfetle en büyük verimi sağlayacak mükemmel ve sağlam vasıtalar yaptılar. Bu da garp milletlerindeki zahmetsiz kazanç, sömürme ve tahakkuk hislerini son derece artırdı. Şarkın zenginliklerine göz diken bu milletler, cehennemi harp alet ve cihazları ile, bu haris düşmanlarına karşı müdafaadan aciz kalan İslam memleketlerini istila ettiler.
İstilacılar, Müslümanlara reva gördükleri zulüm ve gaddarca muamelelerle, günün birinde meydana çıkacak olan tepkiyi de çabuklaştırmaktan geri kalmıyorlardı.
Saadet tasavvuru, aynı fikir ve ahlak seviyesinde bulunan insanlar arasında bile farklıdır. Bir Alman, saadeti elbette bir Fransız’dan başka bir şekilde tahayyül eder. Her millet ancak kendi milli esasları sayesinde saadete ulaşacağına inanır. Avrupalıların kendi esaslarına ve düsturlarına karşı çok büyük bir hürmet ve sevgi göstermeleri de bu sebeptendir.
Biz ise cehaletimiz yüzünden, onların bu hislerini, içtimai esas ve teşkilatlarının mükemmel oluşuna veririz.
İslam aleminin her tarafında halk ile aydın tabaka arasında doldurulması imkansız büyük bir uçurum vardır.
Halktan beklediği takdir ve itaati göremeyen mütefekkir tabaka ise, vatandaşlarına karşı hor gören bir çehre takınarak kendini teselliye çalışıyor.
Halkı, işinde ve bilgisinde yüksek bir seviyede bulunduğuna inandıramayınca, daha başka çeşitli vasıtalara baş vurarak baskı ile nüfuz etmeye çalışıyor.
Her şeyden önce halk ile aydın tabaka arasında bulunması zaruri olan gaye birliğini tesis etmelidir. Aksi takdirde, garp medeniyetinin tesiri, İslam’dan önceki zamanların tesirinden çok daha meşum olacaktır.
Gayelerin içinde en hakiki olanı, İslam dini üzerine kurulmuş ve Müslüman milletler tarafından benimsenmiş olan yüce gayedir. Zira bizi kurtaracak tek şey odur. Gerçekten de İslam dini kendine mahsus inanç ve ahlak sistemi, siyasi ve içtimai esasları ile en doğru, en geniş ve en şümullü manasıyla bir şeriatı insaniye, bir insanlık yoludur.
Bu feyiz ve kurtuluş dini, ahlakını inancından, içtimai nizamını ahlakından, siyasetini ise içtimai nizamından alır.
O, öyle doğru, öyle hikmetli ve adaletli ve bu özelliklerinden dolayı da parçalanması imkansız öyle bir bütündür ki, insan, saadetini temin edebilmek için o bütünün tamamına uymak mecburiyetindedir.
Bir Müslümanın dinine sımsıkı bağlı bulunması, yerine getirilmesi gereken vicdani bir vazife olduğu gibi, aynı zamanda da o derece kuvvet ve ehemmiyette içtimai ve siyasi bir vazifesidir.
Kendisini garplılaştırmaya çalışan mütefekkirlerinin fikir ve nazariyelerine karşı beslediği nefret duygusu pek tabiidir. Çünkü o fikir ve nazariyeleri kabul ve kendisininkileri feda ettiği takdirde hem manevi hayatına, hem de milli ve içtimai varlığına kasteylemiş olur.
İslam ahlakının ayırıcı özellikleri hürriyet, eşitlik ve dayanışma fikirleridir.
Son derece adaletperver olan tarafsız samimiyeti ile insanları, biri bir takım özel haklara sahip seçkin bir sınıf, diğeri en tabii haklarından bile mahrum hakir ve talihsiz bir sınıf olarak ayırmaz.
İslam cemiyeti taşıdığı dayanışma, adalet ve insan severlik fikir ve hislerinden dolayı demokratik kanuna, ananeye ve baştakilere itaat şahsi üstünlüklere, fazilete ve ilme gösterdiği hürmet ile de aristokratiktir.
Karşılıklı hak ve vazifelere riayet ve hürmet edilmek şartı ile ihtiyaçlarına göre bir hükümet kurmakta hür ve serbest bırakır.
Mütefekkirlerimizin İslam’ın bünyesindeki birliğe hürmetle bakarak onu sağlamlaştırmaya çalışmayı vazife edinmeleri lazım gelirdi.
İslam âleminde vuku bulacak dinsizlik topluma ve ahlaka karşı bir davranıştır. Felaketlerin en tehlikelisidir.
Tarih ile sabittir ki en ileri milletler, istek ve düşünceleri liderleri tarafından en güzel anlaşılan ve yerine getirilen milletlerdir.
Milletler liderlerin keyif ve heveslerine hizmet ve itaat etmeye razı oldukları takdirde geriletici bir çıkmaza düşerler. Veya bulundukları gerilikten yakalarını kurtaramazlar. Çünkü keyif ve heveslerine terk olunan baştakiler, tereddiye uğrar sonunda müstebit kararsız zalim ve cahil olup giderler.
Eşitlik, adalet ve dayanışma fikirleri bu sınıfların arasındaki münasebetleri tespit ve tanzim ederek İslam kardeşliğini kurar ve onları birbirine yaklaştırır.
Batılı toplumlar rahat ve selametlerini kanunlarda aradıkları halde, İslam cemaatleri onu, inanç ve hislerinde, ahlaki ve fikri terbiyelerinde bulurlar.
İslam milletleri gelişme devreleri boyunca hiçbir zaman içtimai veya siyasi ihtilaller çıkarmaya lüzum hissetmemişlerdir.
İhtiyaçlarının daima değişmesine rağmen, insan tabiatı değişmez, her zaman aynıdır. Bu güne kadar halk arasında benciller, kıskançlar, alçakgönüllü, faziletli ve insaniyetperver kimseler görüldüğü gibi bundan sonra da aynı şekilde insanların akıllısı, akılsızı, kuvvetlisi, zayıfı, iyisi fenası bulunacaktır.
Ruh hallerimizin değişmesi karakterimizdeki iyilik veya kötülükleri ortadan kaldıramaz. Kötülükler ve iyilikler birbirleri ile kaimdirler.
İslam şeriatının ihtiva ettiği ahlaki, içtimai ve siyasi düsturlar, insan tabiatına tamamen uygundur ve âdemoğullarının, kıyamete kadarki hayat ve kaderlerini düzenlemeye layıktır.
Müslümanlarının tekâmülünün, İslam düstur ve esasları dışında mümkün olabileceğini kabul edemeyiz.
En geniş hürriyetlerin bile, aşırı ve müstebit bir anarşiye dönmemek için birtakım yasaklara malik olduklarını da biliyoruz.
Yegâne selametimizin İslamiyet’te bulunduğundan asla şüphe edilemez.
Müslüman milletler ahlak, cemiyet ve siyaset bakımlarından gittikçe daha çok müslümanlaşmaya istek göstermelidirler. Bütün emel ve çalışmalarımız sadece bu gayeye hizmet etmelidir. Bu seçkin ve yüce gaye, İslam cemiyetlerinin ahlaki ve fikri en son gelişmesini sağlayacak; fikirleri komünizm, nihilizm, anarşizm, materyalizm, kapitalizm gibi birçok zihni geriliklere düşmekten alıkoyacak, milletlerimizin devamlı olarak ilerleme ve yükselmesini temin ederek geriliklerden koruyacaktır.
İslam toplumunu teşkil eden fertlerin her biri iyi bir Müslüman, hatta Müslümanların en iyisi olmaktan başka hiçbir şeyi ülkü edinmemelidir. Çünkü Müslümanların en iyisi, insanların en iyisi demektir. Bu gaye, en doğru, en mükemmel bir saadetle insanlığı mutlu kılacak eşsiz bir idealdir.
Türk veya Arap olsun, İranlı veya Hintli olsun, zayıf veya kuvvetli, cahil veya âlim olsun her Müslüman, sadece bu hedefe bağlı ve ona doğru yürüyor olmalıdır. Ancak bu sayede Müslümanlar, kurtuluş ve yükseliş sahasında ilerleyebilirler.
İslam âlemi büyük bir ailedir. Onu meydana getiren milletler bu soylu ailenin çeşitli şubelerini teşkil ederler.
Bu vazifelerin neler olduğuna gelince:
Özel vazifeler, ferdin ahlak ve fikir seviyesini yükseltmek, İslam’ın ahlaki, içtimai ve siyasi esaslarını daha tam, daha mükemmel bir şekilde tatbike çalışmaktır.
Genel vazifeler ise: Öteki Müslüman milletlerle tam bir dayanışma içinde yaşayarak, onların hürriyet ve geleneklerine saygı gösterip, gelişip yükselmelerine yardımda bulunmaktan ibarettir. Müslüman milletler arasında yabancıların hükmü altına girmiş veya böyle bir tehlike içinde bulunanları kurtarmak da buna dâhildir. Çünkü bir millet hürriyet ve istiklalini kaybetmekle tekâmül yolunu şaşırmış, varlığını tehlikeye koymuş olur ki, İslam dayanışması böyle bir hale müsaade edemez.
Bugün de İslam esaslarını daha güzel anlayıp, daha derin bir bilgi ve faziletle tatbik ve icra eder, onlara daha ciddi ve daha samimi bir bağ ile bağlanırlarsa, bugünkü gerilik çukurundan yükselerek, şimdiki medeniyetin üstünde yeni bir medeniyet kuracaklardır.
İnsanlar arasında yayılacak olan müsamaha, adalet ve eşitlik fikirleri, bunlardan doğacak dayanışma ahengi, bu yeni medeniyetin üstünlük sebebini teşkil edecektir.
İSLAMLAŞMAK
Müslüman milletlerin kurtuluşu ve saadeti onların tam olarak İslamlaşmalarındadır.
İslamiyet’in kendine has bir inancı, bu inanç üzerine kurulmuş ahlakı, ahlakından doğan içtimai hayatı ve netice olarak bu hayatın gerekli kıldığı siyaset kaideleri vardır. İslamiyet kusursuz bir bütün teşkil eden bu esasları bakımından en mükemmel ve en son olgunluğa sahip bir insanlık dinidir.
O bir beşeriyet dinidir. İnsan vicdanının en tabii dayanağı, rehberi ve mahiyetinin açıklayıcısıdır.
Bizim için İslamlaşmak demek, İslamiyet’in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması gerekir.
Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adamın, kabul etmiş bulunduğu dinin esaslarına göre hissedip, düşünüp, hareket etmesi gerekir. Bunu yapmadıkça, yani İslamiyet’in ahlak, hayat ve siyasetine kendini tamamıyla uydurmadıkça, yalnız Müslümanlığını itiraf etmek ona bir şey kazandırmaz. Hiçbir saadet de elde edemez.
Bir Kant’ın yahut bir Spencer’in ahlak görüşüne inanan, ayrıca içtimai hayatta Fransız, siyasette İngiliz usulünü kabul eden bir Müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir.
Bir adamın zihninde, uyuşmaları imkânsız bunca fikirler birbirini yalanlar ve çatışıp dururlar.
Bir Fransız yahut bir Alman kendi gibi hissetmiyor, düşünmüyor, hareket etmiyorsa, kullandığı lisan Alman yahut Fransız lisanı olsa da, o ne Alman, ne de Fransız’dır.
İSLAM’DA İNANÇ
Müslümanın iman ettiği Allah, tek olan Tanrı’dır. Biz Müslümanlar, Allah’ın gönderdiği Peygambere de inanırız. Tek olan Allah, İslam’ın adalet ve yardımlaşma düsturlarını bize onun vasıtası ile bildirmiştir. Onun getirdiği emirlerin ve bize öğrettiklerinin tam bir gerçek olduğu, takdirlerimizin üstünde bir kıymet taşıdığı, akıl bilgi ve tecrübemiz arttıkça daha da meydana çıkmaktadır.
İslam’ın inancı açık ve gizli olan yüce hakikate imandır. Ne ruhani bir sınıfı ne de ruhbanları vardır. Ötekilere rehber olma hakkını, sadece insanların en faziletlilerine, en akıllılarına ve en âlimlerine bırakır.
Müslümanların en iyisi, en kuvvetli bir kanaat ve en sağlam delillerle iman etmiş olandır. İnsana, bazı vazifelerle mükellef bir varlık olmak payesini veren ve onu bütün canlı yaratıklara üstün kılan değer sadece inanç kuvvetidir.
Dinsizlik, fikri ve ruhi çöküntüdür. Bir şeyi inkâr etmek için, diğer bir şeyin doğruluğuna inanmak lazımdır.
Gerek Cenab-ı Hak’ kın kendi yüce hakikatine dair Peygamberi vasıtasıyla bize bildirdiği, gerek ilahi vahiyden ilham alan O Rasul-i Güzin’in ebedi saadetimiz için bizlere öğrettiği şeylerin hepsine, bütün kalbimizle, bütün vicdanımızla inanırız.
İSLAM’DA CEMİYET AHLAKI
İslam ahlakının kaynağı, hak olan tek Allah’a imandır.
Bütün Müslümanlar doğruyu bilmeye ve tatbik etmeye mecburdurlar.
Hürriyet ve eşitlik ise birbirimize sevgiyi ve yardımlaşmayı doğurur. Hakiki eşitlik, her ferdin kendi arzu ve istidadına göre çalışmakta serbest kalması demektir. Hürriyet ise herkesin, elinin emeğinden serbestçe faydalanmasını, çalışkanlığının mükâfatını alarak gayretinin teşvik görmesini ister.
İSLAMDA CEMİYET HAYATI
İnsan kendi hürriyetini başkalarının hürriyetine hürmet ederek koruyabilir. Karşılıklı hürmet ise ferler arasındaki eşitliği kurar ve devam ettirir.
Cemiyetin umumi ahlak ve ruh seviyesi ne kadar yüksek ise, hürriyet ve eşitliği de, refah ve saadeti de o nispette mükemmel olur.
Bir Müslümanın hürriyetini kendi kusuru, kendi liyakatsizliğinden başka hiçbir kuvvet ne daraltabilir ne de tahdit edebilir.
İslam cemiyetinde şahsi üstünlük, ancak İslami esasları daha iyi anlayarak, daha güzel tatbik etmek suretiyle elde edilebilir.
Yüksek tabakalar demokrattır, çünkü zayıfların hakkını koruyan ve içinde yaşadıkları maddi manevi hal ve şartları islah ederek ortak saadeti temin eden onlardır. Aşağıdaki tabakalar aristokrat hisler taşır, çünkü erişmeyi istedikleri, saadetlerini erişmekte gördükleri şahsi üstünlük oradadır. Onu hürmet ve takdir ile kabul ederler.
İslam’da üstünlük takva iledir.
İnsanların fert olarak ve toplu yaşayışlarında bu nizam, tam ve devamlı bir ahenk ve denge tesis etmiştir. Kaynağı bütün kâinatın ahenk ve dengesini temin eden değişmez ve ezeli hakikatten başkası değildir.
İSLAM’DA SİYASET
İslam’ın siyaset esasları, cemiyet kaidelerinden doğduğu için kin, rekabet ve husumet gibi hislerden tertemizdir.
İslam cemiyetinde siyasi müesseselerin kurulmasının bir tek sebebi olabilir, o da: İslami ahlakın ve cemiyet nizamının daha mükemmel şekilde tatbik olunmasını temin etmektir. Siyasi hâkimiyet ise, İslami müesseselerin her an uyanık bir koruyucusu olmaktan başka bir şey değildir.
Bakanlık makamına getirilen kimse bütün hakları elinde toplar ve herkes ona tam bir itaat gösterir. Aynı zamanda, yaptığı bütün işler ve hareketler de en sıkı bir dikkatle takip ve kontrol edilir. Çünkü bütün milletin selametinden-kendininki de dahil olarak-mesul olan sadece odur.
Bu yüksek mevki, milletin menfaatlerine en uygun şekilde idare etmek ve layık olmak şartı ile yine millet tarafından verilir. Aksi kanaat hasıl olunca da yine millet tarafından derhal geri alınır. Dolayısıyla asıl hâkimiyet yine milletin elinde demektir. Bu hâkimiyeti kullanan hükümdar ise o mevkie layık olduğu müddetçe, milletin temsilcisi olarak kalır.
Hükümdarın kendisi de Şeriata göre hareket etmek mecburiyetindedir. Şeriat: kâinatı kucaklayan yüce hakikatin, insanlığa ait olan kısmıdır. Ebedi saadetimizi temin etmek için Cenabı Hak tarafından, muhterem Peygamberi vasıtasıyla bizlere bildirilmiştir.
İslam’ın hâkimiyet mevkii her şeyden önce şeriatın sadık bir hizmetkârıdır. Şeriat Kur’an’dır, şeriat sünnettir.
Temel vazifeyi yerine getirmekte kusur eden bir hâkimiyet hem üstünlüğünü hem de meşruluğunu kaybeder.
Ferdin haklarına da, hâkimiyete de mutlak surette hürmet, İslam’ın cemiyet esaslarından doğan siyaset kaidesidir.
İSLAM ESASLARININ, MÜSLÜMAN MİLLETLER TARAFINDAN TATBİK ŞEKİLLERİ
İslam’ın ortaya çıktığı sıralarda, dünya umumi bir çöküntü içindeydi. Kendilerine Müslümanlık teklif edilen milletlerin, asırlardan beri varlıklarına hakim olmuş ve ruhlarında kökleşmiş birtakım yanlış telakkiler vardı.
Bu insanların nazarında din, kan dökücü, intikamcı ve heveslerine tabi tanrıların hiddet ve kötülüklerinden kurtulmak için okunan basmakalıp birtakım dualar ile yapılması adet olan bir yığın merasimden başka bir şey değildi.
İslam’ın inanç ve görüşleri ile önceki evham ve hurafeler, İslam’ın hür düşüncesi ve müsamahakârlığı ile taban tabana zıt olan eski istibdat ve taassup bir araya gelmişti.
Müslümanlığın ruhuna taban tabana zıt olan ırki özellikler, dine kendi seciyelerinin mahalli damgasını vurarak onu yapısından çıkardılar. İslam’ın bütün milletleri kucaklayan beynelminelciliğini bozdular.
İslam ahlakı, Müslüman milletlerin her birinin karakterine göre değişti durdu. Hâlbuki İslam ahlakının gayesi bütün bu ırki hasletleri, doğru ve faydalı olanın merkezinde birleştirmekten başka bir şey değildi.
Ahlaka dayanan İslam cemiyet nizamı ve yaşayışı da onun kadar bozuldu. Mahalli veya milli adetler de zaman zaman tesirlerini gösterince her millet ayrı bir hayat görüşüne sahip kesildi.
Böylece Müslümanların ahlak ve cemiyet nizamları İslami olmaktan çok İranlı, Hintli veya Türk’e yahut Arap’a ait oldular. İslam ahlakı, Müslümanlığı kabul eden milletlerin ırki ve irsi hurafeleri arasında yüce mahiyetini kaybetti gitti.
Müslüman milletlerin İslami bakımdan olgunlaşmaları, İslam’dan önceki mazilerinin tesiri neticesi olarak bu şekilde durakladı. Zaman geçtikçe daha mükemmel İslamlaşacaklarına aksine devamlı olarak İslam’dan uzaklaştılar.
OSMANLI TÜRKLERİNİN MÜSLÜMANLIKTAN UZAKLAŞMALARI
Osmanlı Türkleri maddi ve manevi birçok üstünlüklere sahip bir millettir. Fakat İslam’dan önceki medeniyetleri pek az ilerlemişti. Bu sebeple İslam’ı kabul ettikten sonra, bu dinin esaslarını kolayca benimsediler ve başarı ile tatbik ettiler. Bu da onlara büyük bir imparatorluk kurarak İslam’a bütün öteki milletlerden daha fazla hizmet etmek imkânı verdi.
Fakat hüküm sürdükleri memleketler içinde azınlıkta idiler. Bu yüzden hem son derece çeşitli ırklarla dolu olan bu muhitin, hem de İran ve Arap tesirlerinin altında kaldılar. Bu tesirlerle hiç farkına varmaksızın Müslümanlıktan uzaklaşmaya başladılar. Sonunda ötekiler gibi gerilediler. Ötekilerden yalnız, istiklallerini muhafaza ederek, bu farkla ayrıldılar.
Sonra Avrupa ile temaslar neticesinde düşmüş oldukları uyuşukluktan silkinip uyanmak istediler. Fakat bu noktada mazilerindeki büyüklüğü meydana getiren kuvvetin İslam olduğunu unutarak, bu kuvvetin Batı’dan gelebileceğini zannettiler.
Selameti daha önce buldukları tarafta, yani İslam’ın ahlak, yaşayış ve siyasetinde arayacakları yerde, Batı’nınkilerde bulacakları fikrine düştüler.
Bir taraftan Avrupa milletlerinin kuvveti ve refahı, diğer taraftan arada kurulan dostluk münasebetlerinin artması neticesinde, gerek hükümeti ve gerek umumi efkârı sevk ve idare eden aydınlar şuna inandılar ki: bu günkü düşüşten kurtulup yükselmek ve bu suretle memleketi muhakkak olan çöküşten kurtarmak için tek çare Batı’yı taklit etmektir. Onların bütün esaslarını, bütün telakkilerini kabul ederek, kendimizinkileri unutmaktır.
Hâlbuki bizim bütün müesseselerimiz, sırf İslami esaslardan ve İslami telakkilerimizden doğmuştu.
Eski müesseselerin düzeltilmesi veya tadil edilmesine gidilmeyerek, yeniden yapılması, icat edilmesi tercih edildi.
Böylece, şeriat kürsüleri ile medreseler bulundukları halde bırakıldılar. Hâlbuki bu iki kuruluş, yani adalet mahkemeleri ile ilim ve marifet müesseseleri, birçok asırlar yaşamış, Osmanlı devletinin azamet ve şevketini temin etmişlerdi. Islah çareleri aranacak yerde, zavallılar acınacak bir halde terkedildiler.
Halk bu müesseselere bağlı kaldı. Aydınlar da bu bağlılıktan çekindikleri için onları tamamen kaldıramadılar. Fakat zayıf halleriyle ölüme terk ederek, yanı başlarında yeni tarzda mahkemeler, mektepler kurdular. Bu yeni kurulanlar ise, Fransız mahkemeleri ile Fransız mekteplerinden üstünkörü alınmış olduklarından, getirildikleri muhit ile hiç ilgileri yoktu.
Bunların hepsi, bizim inanç ve esaslarımıza karşı asırlardır beslenen derin bir husumet hissinin bütün alametlerini taşıyorlardı.
Teceddüt adı verilen bu yenilikler, asırlardan beri kurulup yerleşmiş olan inançları, fikirleri, telakkileri, an’aneleri, hisleri ve ahlakı harap etmekten başka bir iş görmediler.
Batı medeniyetinin tesirleri ile meydana gelen ve günümüzde Osmanlı Rönesans’ı=Osmanlı uyanışı diye adlandırılan hareket, ikinci bir İslam’dan uzaklaşmadır. Çok garip bir ihtilal devresi yaşıyoruz. Bizzat memleket, kendini idare etmekte olanlarla mücadele ediyor.
Türklerin İslam’dan uzaklaşmalarının sebebini sadece batı medeniyetinin manevi tesirlerinde aramayalım. Çünkü Hristiyan hükümetlerin bize karşı besledikleri derin ve tükenmez kin de aynı derecede tesirli olmuştur.
IRKÇILIK MESELESİ
Milli bencillik esasına dayanmakla iftihar eden bugünkü medeniyet, en müthiş bir vahşetin, yeni ve zararlı şeklinden başka bir şey değildir.
Batı medeniyeti insanları sahte saadetlerine inandırmak için temin ettiği şeylerin hepsini, bu sefer yakıp yıkıp harap ederek, yüzündeki maskeyi kaldırdı, olduğu gibi göründü.
Sanki bundan önce başka medeniyetler gelmemiş ve bundan sonra da gelmeyecek!
Ancak ahlak seviyesi de fen ve sanatların seviyesini bulduğu zaman, medeniyet kemalini ve dengesini bulmuş olur. Bugün ise ahlak ötekilerden pek aşağı bir seviyede bulunmaktadır.
MİLLİYET MESELESİ
Milliyet cereyanının, gelecekte beynelminelci cereyan içinde kaybolacağını hayal ve iddia etmek pek gülünç olur. Milliyet ortadan kalkmayacaktır.
İSLAM BEYNELMİNELCİLİĞİ
İslam, insanlar arasında mevcut olan ırk ve menşe farklarına ehemmiyet vermeyerek, insanı ırka bağlı bir unsur değil, içtimai ve siyasi bir unsur olarak ele aldığını göstermektedir.
İslam’ın hücum ettiği, bugünkü ırkçılığın sapıklığı, hurafeleri, taassubu ve bencilliğidir.
Bizim şimdiki İslam’dan uzaklaşmamız da uzun zaman evvel İslam’dan önceki adetlerin tesiri ile başlamış bir uzaklaşmanın tabii neticesidir.
Gelecekteki saadetimiz adına, içinde bulunduğumuz hatalardan kurtulmamız yani İslami değerlere gücümüzün yettiği kadar sarılmamız icab eder. Milletlerin ilerlemesinde en mühim amil, fikir adamları, bilgin ve aydın tabakalar ile umumi efkârı idare edenlerdir. Toplumu hayra ve hakikate giden yolda ilerletmek bunların vazifesidir. O halde İslami değerleri gözden düşürmeye ve unutturmaya çalışacaklarına, aksine iyice öğretmeye çalışmak ilk işleri olmalıdır.
Bunların en birinci vazifeleri bütün bilgi ve zekâlarını, İslam’a ait inanç, ahlak ve cemiyet nizamlarını, hakiki mahiyeti ile delillerle ve açık olarak kurmaya hasretmektir. Ferde İslami esaslardan doğan ahlaki, içtimai ve siyasi ne gibi vazifelerle mükellef olduğu anlatılmalıdır.
Bizim siyasi ve içtimai haklarımız nelerden ibarettir? İslam cemiyeti insanlar arasındaki hürriyet, adalet ve yardımlaşma gibi temel esaslar üzerine kurulmuştur.
İslami hak ve vazifeler halka öğretildiği zaman, herkes anlayacaktır ki: kendisinin içtimai vazifesi, sahip olduğu kabiliyetleri tam bir hürriyet içinde geliştirip tatbik ederek, ahlak ve ruh seviyesini, beşikten mezara kadar daimi olarak yükseltip kendisini olgunlaştırmasıdır.
Hürriyet, gelişme ve saadet demektir. İslami yardımlaşma, gelişme ve saadetin mühim bir şartıdır.
Her şeyden önce yerine getirilmesi, en ağır ve acil bir ihtiyaç halinde gerekli olan vazife, milletimizi ruh ve ahlakça yüksek bir terbiye ile yetiştirmektir.
Eğer İngiliz, Fransız yahut Alman terbiye metotları iyi iseler, maksatları, iyi İngiliz, iyi Fransız, iyi Alman yetiştirmek olduğu ve bunda muvaffak oldukları için iyidirler. Bu sebeple bir milletin terbiye metodunun diğer bir millete de uygun gelmesine ihtimal yoktur.
Batılı milletlerin kabul ettikleri eğitim metodlarını inceleyince, bu milletlerin her birinin kendi fertlerini insanların en iyisi ve en mükemmel bir Hristiyan saydıklarını görüyoruz. Yani bu milletlerin kendi terbiye metodları ile varmak istedikleri maksat her şeyden önce millidir.
İslam anlayışına göre ise, iyi bir Müslüman yetiştirmek demek, her bakımdan olgunlaşmış, yüksek bir anlayışa, yüksek bir irfana ermiş, kendi saadetini başkalarının felaketine veya kendi yükselişini başkalarının alçalmasında aramayan iyi bir Türk, iyi bir Arap, iyi bir İranlı veya iyi bir Hintli yetiştirmek demektir.
İslam, çeşitli millet ve ırklar arasında tabii ve insani kardeşlik münasebetlerinin kurulması çarelerini araştırır.
İslam, insanları cehalet ve dalaletten kurtarmak için fertlere fen ve tecrübe ile sabit olan hakikatleri öğretecektir.
İnsana, İslam hayat ve ahlakının bütün hikmet ve hakikatleri gösterilirken, Cenabı Hakk’ın kâinattaki üstünlük içindeki birliği de öğretilecektir.
İnsanlar Allah’a ve Peygamberine inanacak ve emirlerine uyacaklar. Fakat bu uyuş, günün birinde göreceği cezanın korkusu ile değil, hür ve aydın fikirli bir insan olarak sahip bulunduğu vicdanın yol göstermesi ile olacaktır.
İnsan, vazifelerini yerine getirmeye ve haklarını korumaya gücü yettiği kadar çalışmalıdır. Ancak bu şekilde, gerçek ve tek tanrı olan Allaha ve onun son Peygamberine karşı taşıdığı imanın samimiyetini ispat edebilir. Bu sayede maddi ve manevi saadete ererek mükâfatını görür.
En iyi Müslümanlar, hak ve vazifelerini en iyi anlayanlar, onları en güzel şekilde yerine getiren ve koruyanlardır.
-SON- 8/12/2012
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.