çıkmaz sokak
1
Barda oturmuş içkisini yudumluyordu. Sulu skoç severdi. Öğleden sonra beşte, eve dönerken yol üstü gördüğü köhne bara girmiş bekliyordu. Bir şeyi belki de hiçbir şeyi…
Barın içinde fazla insan yoktu. Cuma öğleden sonrası için tenha sayılırdı. Zayıf bir müzik kulakları kaşırken barın köşesinde duran küçük ekrana, sesi kısılmış görüntüye bakıyordu. Televizyon bara girdiğinden beri insanlar neredeyse hiç konuşmuyor, sadece beyaz camı izliyorlardı. Akvaryumdan farkı yoktu televizyonun. Boşuna aptal kutusu denmiyordu. Barmen bile konuşmuyordu artık. Eskiden olsa muhabbet açıcak birkaç kelime ederdi. Şimdiyse çalan kötü müzikleri saymazsanız cenaze evi gibi sessizdi barlar. Kötü müzikle kulakları neredeyse uyuşmuştu. İçkisini yudumlarken barın aynasına yansıyan adama baktı. Aynada gördüğü adamın tipinden hiç hoşlanmadı. Teni solgun, saç yağlı, otuzbeş olmasına rağmen kırk gösteren yüzüne müşfik şekilde saplı iki yeşil gezegene baktı.
İşler yolundaydı şimdilik. Kitapları iyi satıyordu. Televizyon yüzüne alışmıştı, çeşitli programlardan davetler alıyordu. Bir yemek programı yapması için teklif bile almıştı hani.
Tam bu sırada televizyon ekranına takıldı gözleri. Son yazdığı kitabın arka kapağına basılan fotoğrafı vardı ekranda. Pazartesi günü katılacağı programın tanıtımı için, altyazı geçiyordu. Tırnaklarıyla bar tezgahını kazımaya başladı.
“Tanrım…” dedi. “Haline bak! Yazarsın sen. Televizyonda ne işin var? Otur ve yaz. Kağıt kalem gerek sana. Sohbet programlarında insanlara iyi vakit geçirtmek gibi görevin yok. Yoksa yalınlığı mı yitirdin? Sert tavrın yumuşuyor mu? Duyguların ibneleşmesini duymadın mı? Sırada ne var? Sabah programları mı?”
“Ünlü yazarmış!”
Ün, yazara fayda getirmiyordu. Sadece tıkanıklı getiriyordu. Televizyon, kaynayan bir şeyin buharıydı. Ateş kesildiğinde, kaynama biter ve geriye sadece tenceredeki kalırdı. Buhar mı olmak istiyorsun? Yazmalısın sadece. Partiler, güzel kadınlar, genç kadınlar, orta yaşlı kadınlar, seks, içki…
Bunlardan vakit bulursa bir kitap daha yazardı belki.
Bu son kadeh. Sonra evine git, sıcak bir banyo yap ve oturup yazmaya başla! Bunları düşünürken telefon çaldı. Küçük ekrana baktı. Bir sesli mesaj vardı.Telefonu kulağına götürdü ve mesajı dinlemeye başladı.
“Sen adi adamın tekisin!” dedi telefondaki kadın sesi. “Senden nefret ediyorum. Bunu bana nasıl yaparsın? Sana her şeyimi verdim! Her şeyimi! Kullandın beni! Adi herif! Ünlü olman insanları bu şekilde kullanıp atıcağın anlamına gelmiyor! Ne yaptım sana? Sevdim seni! Anlamıyorum, neden? Şimdi de terk ediyorsun! Nefret ediyorum senden! Umarım en yakın zamanda belanı bulursun! Benim ahımı aldın, ahımda seni alsın! Piç!....” arkasından ağlama ve inleme seslerine karışan birkaç hakaret daha dinledi. Yeterince dinlediğine karar verince telefonu cebine soktu. Bir içki daha söyledi barmene. Ne yapabilirdi? Hayat böyleydi. Kendisi de birçok defa terkedilmişti. O zaman hiçkimseyi suçlamamıştı. Hayatın adil olduğu hiçbir yerde yazmıyordu, bu hayata gelirken bir sözleşme imzalamamışlardı, bunu bilmiyorlar mıydı?
Aklı bu düşüncelerle meşgulken yanına gelen kadının varlığını hissetmedi. Önce gizemli, baharatlı bir ortadoğu esansının kesif kokusunu aldı. Başını çevirdiğinde gördü kadını. Sarışın, otuzlu yaşlarda hoş kadındı. Üzerinde güzel ve seksi bir elbise yoktu. Sadece pantolon ve askılı bluz. Ancak göğüsleri öyle iri ve dik duruyorlardı ki yerçekimi olmadığına insanı inandırmaya yetiyordu. Kadın, beyaz çantasını bar tezgahına koydu. Ve ardından kırmızı dudakları aralandı.
“Bedri Yalçın?”
“Belki…”
“Evet, sizsiniz. Az önce televizyonda gördüm. Ne büyük tesadüf! Tanrım! Sizinle konuştuğuma inanamıyorum. Kitaplarınızın hepsini okudum. Özellikle, Yumurta’yı defalarca okudum. O romandaki kadın, tanrım ne hayaller kurduğumu bilemezsiniz…”
“Teşekkür ederim.”
“O kadın gerçekten var mıydı? Yani tanıdınız mı onu?”
“Her kadın biraz gerçektir. Ama biraz… Biz erkekler gerçeğin o küçük parçasını ıskalarız.”
“Aslında çok acil bir işim vardı ama sizinle karşılaştıktan sonra iş kimin umrunda?”
Birkaç içkiden sonra giderek samimi olan bir sohbetti. Bedri, yazma işini yarına ertelemişti. Birgün daha hayatın keyfini sürmeliydi. Ne kaybederdi? Ertesi gün fazladan birkaç sayfa yazar durumu eşitlerdi.
“Biliyor musun, seninle bir gün karşılacağımı biliyordum. Yani bir yerde denk geliceğimizi hep hissettim.” Dedi kadın.
“Öyle mi? Tanıştığım bütün kadınlar aynı şeyi söylüyor.”
“Gerçeği söylediklerine eminim. Bunu hissetmiş olamazlar mı?”
“Bundan şikayetçi değilim.”
“O hikayelerdeki kadınlar, gerçekten o şeylerin hepsini yaşadın mı?”
“Bir çoğuyla evet.”
“Peki beni de yazar mısın?”
“Bilmiyorum. Genellikle ne yazıcağımı önceden bilmem. Birden şimşek çakar ve aydınlanır karanlık, işte yazar o ışıkta görebildiği kadarını yazar. Bilinmeyenden gelen bir şeylerin kağıda dökülmesi, bazen resme, notaya, ya da bir heykele dönüşmesi gibi. Kimi hayalgücü der kimi başka bir şey.”
“Bana adımı bile sormadın?” dedi kadın gülümseyerek.
“Gerçekten bir isme ihtiyacın var mı? İnsan isminden önce var olur ve ete kemiğe bürünür. İsim, öğretmenin seni sürü içinde karıştırmasın diye insanlara verdikleri semboldür. Ve devletin işine yarar, çünkü vergi kontrolünde karışıklık çıksın istemezler.”
Gülümsedi kadın. İçkisinden bir yudum aldı. “Çok fazla kadın tanımış olmalısın…”
“Ne yeterince çok ne yeterince az. Ancak hepsi özgün kadınlardı.”
“Peki tanıdığın özgün kadınlar benim kadar iyi emebilirler mi?”
Kadının elini kendi bacağında hissedince Bedri, yutkundu. Barmene baktı ve havaya imza atıp: “Hesap!” dedi.
Eve girdiklerinde yarı çıplaktı ikisi de. İyi öpüşüyordu kadın. Bir girdabın içine çekildiğini hissetti. Kadın, Bedri’yi ağzıyla yutucak kadar iştahlıydı. Kaç kadeh içtiklerini unutmuştu. Salondan soyunarak geçerken çarptıkları birkaç eşya yere düştü. Ve yatak odasının kapısı hızla kapandı.
“Ah. Bir dakika bebeğim.” Dedi kadın. Üzerinde yeşil külotuyla çıktı yataktan, beyaz çantasını aldı ve banyoya yürüdü. Kadınların sürekli tazelenmeleri gerekiyordu. Aslında erkekler aradaki farkı anlamıyorlardı bile. Yatağa sırtüstü uzanıp eli göbeğinde tavanı izledi. Beş dakika sonra kadın geri döndüğünde ateşten bir deriyle sarılmış gibi yanıyordu. Bedri’nin üzerine atladı en lezzetli haliyle.
Karanlıktı ve kadının yüzü şeklini yitirmiş, ışığı olmayan her şey gibi belirsiz bir gölgeye dönüşmüştü. Zaten sevişirken önemli değildi Bedri için. Genellikle ya gözlerini kapatır, ya da bakma ihtiyacı duymazdı. Yine aynı şekilde yapıyordu, en sevdiği misyoner pozisyonunda.
“Evet, bebeğim. Evet! Hoşuna gidiyor değil mi? Ah… Evet, yavrum….”
Kadının üzerinde sıkı çalışıyordu, kadın küçük inlemelerle karşılık veriyordu. Derken bir şey oldu ve kadın farklı biçimde hareketlendi. Karaya vurmuş balık gibi birkaç kez çırpındı. “Yo bebeğim, hayır daha değil.” Dedi Bedri. Kadın, titriyordu. Vücudundan binlerce volt elektirik geçiyor gibi tüm vücudu sallanmaya başladı ve hırıltılı bir inleme çıktı kadının boğazından. Bu hareketlenme Bedri’yi heyecanlandırdı.
“Evet, harikasın, ah bebeğim, ben de geliyorum… Evet. Evet. Eveettttttt…” Bedri, uzun bir ıkınmayla bitirdi. Ardından kadının üzerinde bir süre
hareketsiz kalarak nefeslendi. Kadının titremesi bitmişti. Bedri, nefesi normale dönünce yana devrildi. Bir süre tavanı izledi karanlığa alışan gözleriyle. Eli yerini biliyor gibi yanında yatan kadının bacağına uzandı ve okşamaya başladı.
“Son yaptığın şey. Huuuuuuvvv… İlk defa böyle bir şey hissettim.”
Kadın ses vermedi. “Sigara?” diye sordu bu kez. Başucundaki komodin üzerinde sigara paketi vardı. Almak için gece lambasını yaktı. Paket içinden bir tane çekip çıkardı ve ağzına koydu. “İstemiyor musun?” diyerek yanındaki kadına döndü.
Kadın, hareketsizdi. Elleri yastığın altına girmiş, bacaklar çarpık ve ayrık, gözleri ve ağzı açık. Daha çok hızla giden bir arabanın ön camından fırlayıp yatağa düşmüş gibi hali vardı. Bir süre kadına baktı. “İyi misin?” dedi. Ses yok. Doğruldu ve kadının yanına oturdu. Kadın, gözlerini kırpmadan hareketsiz yatıyordu. Şişme kadın misali, ya da içi doldurulmuş bez bebek gibi siyah gözleri tavandaki boş bir noktaya bakıyor, çıplak göğsü hiç hareket etmiyordu.
Akla hemen kötü şeyler getirirdi insanoğlu. Bedri de öyle yaptı. “Yo, olamaz. İmkansız!”
Ve elini hayatın aktığı kadının boyun damarı üzerine bastırdı. İşte o sırada kadının ağzından beyaz bir tükürük aktı. Ardından burnundan kan geldi. “Olamaz!” dedi Bedri Yalçın, “Bu olamaz!”
“Lütfen, lütfen kendine gel! Hadi uyan! Kalk! Kalk!”
Kadını omuzlarından tutup sallamaya başladı. Ancak boşunaydı. Kadın, kaskatı kesilmişti. Dondurucudan çıkmış balık kadar ölüydü. Yüzündeki ifade, ölmeden önce aldığı son dünyevi zevkle yüzüne kazınmıştı. Bedri, yataktan yere attı kendini. Bir süre yatağın yanında yerde oturdu. Hiçbir şey düşünemiyordu. Bir şey yapması gerektiğini biliyordu ancak hareket etmeyi beceremiyordu. Bilmiyordu ayağa nasıl kalkıcağını, nasıl yürüyeceğini, nasıl konuşacağını, bağırmak çığlık atmak, yardım çağırmak istiyor ancak nasıl yapıldığını bilmiyordu. Ağlamak istiyordu. Yutamadığı bir şey boğazında büyümeye başladı.
Yatağın yanında yerde zamanın dışında ne kadar uzun süre oturduğundan habersizdi. Şimdiyse ayağa kalkmış yatağın etrafında dolaşıyordu.
“Bu olamaz, hayır! hayır! Benim başıma gelemez bunlar.” Diyerek kafasına vuruyor, sayıklıyordu. Sonra tekrar gitti kadının yanına ve bu kez nabzını kontrol etti. Hayatında hiç nabız ölçmemişti. Nasıl yapıcağını bilmiyordu. Sadece filmlerde gördüğü şeyler vardı. Bileklerde hiç hareket yoktu. Yoksa var mıydı? Emin olamadı ve kadının üzerine eğilip kulağını kadının ağzına dayadı. Nefes almıyordu. Aklına başka hiçbir şey gelmiyordu. Adını bile bilmediği ölü bir kadın yatağında çıplak yatıyordu. İnsan böyle durumda ne yapar, kimi arardı?
“İşte şimdi yan bastın, Bedri!” dedi. Hemen telefonu aldı eline ve bildik bir numarayı tuşladı.
“Alo. Ümit. Başım belada.”
“Bedri, sakin ol, ne oldu?”
“Sanırım birini öldürdüm.”
“Ne? Anlamadım? Nasıl? Ne diyorsun sen?”
“Bilmiyorum. Yatağımda ölü bir kadın var.”
“Şimdi derin bir nefes al ve şunu baştan anlat allah aşkına!”
Bedri, olan biteni hatırladığı kadarıyla anlatmaya başladı. Hala içkinin
etkisindeydi. Kısa bir sessizlik oldu. Beklemeyle geçen kısa zaman Bedri’ye bir asır gibi uzun geldi.
“Ümit?”
“Burdayım, düşünüyorum. Polis ya da acil servisi aradın mı?”
“Hayır. İlk seni aradım.”
“Güzel. Sakın kimseyi arama. Kapı çalarsa açma.”
“Belki de aramalıyım. Sonuçta ben öldürmedim onu, sanırım.”
“Aklını mı kaçırdın? Polise ne diyceksin? Buyrun gelin evimde ölü bir kadın var mı diyeceksin? Sevişiyorduk, zevkten öldü mü diyceksin? Gazeteleri düşün. Haberleri. Eğer bu olay duyulursa basın üzerine çöker. Didiklenmedik yerin kalmaz.”
“Ne yapıcam ben oğlum?”
“Dur düşünüyorum. Lanet olsun! Burası çok gürültülü. Bir aile yemeğindeyiz. Bir saniye. Evet, beni dinle. Uyuşturucu kullandınız mı?”
“Yo. Sadece alkol. Hatırlamıyorum. Of!”
“Ya kadın? İyi düşün! Burnundan kan geldi diyorsun?”
“Bilmiyorum! Zaten bu gece tanıştım. Ama kafası iyiydi sanırım.”
“Bak Bedri, eğer bu kadının bir ailesi, yakını varsa olayın peşine düşerler. Zaten hakkında açılmış bir sürü dava var. Ben senin yayıncından çok dostunum. Bırak bu işi bildiğim gibi hallediyim.”
“Nasıl olucak o?”
“Merak etme. Bu işleri yapan insanları tanıyan tanıdıklarım var. Şimdi yüzünü yıka, iyice ayıl. Sonra benden haber bekle.”
“Tamam. Çabuk ol! Evimde ölü biriyle kalmaya dayamamıyorum. Hayatımda hiç ölü görmedim.”
Bedri, telefonu kapattıktan sonra yatakta hareketsiz duran kadına baktı. Kolları arasında ölen zavallı kadına. Kadın orada öylece yatıyordu. Uykudaymış, birden uyanacakmış gibi duruyordu. Ancak gözleri açıktı kadının. Gözleri açık uyumazdı insanlar. Biraz önce ölmekte olan kadınla mı sevişmişti? Kadın son nefesini verirken zevkten inleyen kendisi değil miydi? Elini ağzına götürdü ve odaya kusmamak için banyoya koştu.
Sıcak duştan sonra ayna karşısında titriyordu. Biraz olsun ayılmıştı. Ancak midesi berbattı. Olanları düşünüyordu. İlk hatırladığı yatak odasına girdikleriydi. Soyunmuşlardı. Evet, sarhoştu. Ya sonra? Sonrası yoktu. Orada kopuk bir şey vardı. “Lanet olsun! Kadının adını bile bilmiyorsun. Ne biçim adamsın?” dedi, ve havluya sarınıp çıktı banyodan.
Yatak odasına girdiğinde kadın bıraktığı gibiydi. Kalıptan çıkmış heykel kadar hareketsiz, sanki bir saat önce zevk ateşiyle yanan o değilmiş gibi, sarı saçları, güzel yüzü, büyük memeleri, terkedildiklerinin bilincindeymiş gibi hüzünlü duruyorlardı. Bedri, siyah çarşafı çok yavaş şekilde, uyanmasından endişelendiği küçük çocuğun üzerini örter gibi kadının çenesine kadar çekti. Ardından yine çok dikkatle, hayatında ilk defa bir insanın gözlerini eliyle kapattı. Kadının gözlerini görmeyince daha kötü hissetmiyordu en azından. Korku geçmiş yerine kaygıya bırakmıştı. Asla boş kalmıyordu insanın içi. Sıkılacak, endişe edecek bir şey mutlaka buluyordu.
Bedri, elbise dolabını açtı, rastgele seçtiği tişört ve kot pantolonu hızla çekip aldı dolabın midesinden.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.