Kızıl Göz Çukuru Kazıları
şaşarak çocuk gözlerle
hiç olmadığını bilerek
hep yanı başımdaymış hissine...
Bükülemeyen bilekler kalesiydi yaşam bir süredir onun için. Omuzları her zamankinden daha yere yakın, suratı asık gezer olmuştu. Komşularının önceleri ifrit olduğu sonraları alıştığı hatta sevdiği kahkahasından eser kalmamıştı. Hırpani denecek dağınıklıkta yürürken dedesi gibi yavaşladığını fark etti. Dizlerinde derman kalmamış, dünyanın tüm gözlerinin ağırlığı ona binmiş gibi geliyordu. Ona göre gözlerde birikirdi acı, nefret, kaygı, sevgi, hüzün…
Nasıl bir devasa çukur varsa gözlerimizin ardında kaç asrın yalnızlığı, kaç yangının külleri yetmemiştir dolmasına. Çocuk ellerinin ördüğü çeperlerinde geçmişten kalma minderler serilidir. Vita saksılarında yeşermiş fesleğenler, reyhanlar kokutur ortalığı. Aynı koku ile ağlar, aynı koku ile coşkulanır, aynı koku aklını başından alırdı.
Nasıl bir sonsuzluk hissi ise bu çukur; dert orada derman oradadır.
O ışığı çok aradı, olmayan kızının iki saatte ördüğü saçları üstüne yemin edebilirdi yıllar olduğuna.
Karamsarlığa düşeli şunun şurası daha on yıl olmuştu. Ondan önce o da sizin gibi gülistan içindeydi. Manasız gülücüklerle avuttuğu gönlünün çizdiği rotada devinip duruyordu. Kendi tanrılarının öğüttüğü un ile yoğurduğu karakterinin izin verdiğince kötülük yapmakla meşguldü. Çiçek ezmedi mi ezdi elbette. Çamura değmedi mi değdi muhakkak. Tam tamına çok kez aşka bulaştığı da doğrudur. Ya o aşkı oyun sanmıştır, ya da aşk oyununda figüran olmakla yetinmiştir. Sorsanız o sıralar tek perdeli iki kişilik oyunun hem senaristi hem yönetmeni hem başrolüdür gerçi ama işin doğrusu başkadır elbet.
Ütülenemeyen kırışıklar toplamıydı yaşam bu aralar onun için. Her başına geldiğinde aynı şiddetle şaşırabilmesinin güzelliği kocaman bir bahçe olmuştu içinde. Japon güllerinin biri açar biri sönerdi her gün. Kendine benzetirdi bu çiçeği, onun gibi az sürerdi güzelliği ama umutla tekrar açmak için çırpınırdı. Yeni sabaha yeni aşkla başlar hayatın gamsız çilesine saldırır ve yine yenilirdi. Solmak onun kaderiydi. Açmak ise çaresizlikten. Ona göre tüm şiirler kırmızıda birikirdi. Şiirin etkisi kadar koyu olurdu renk, şiirin coşkusu kadar parlak, şiirin hüznü kadar gerçek. Çiçekle beraber kızarırdı şiir, şiirle beraber parlardı kırmızı…
Nasıl bir uçsuz bucaksız manalar yumağı ise ‘’kırmızı’’; kaç denizin umudunu emmiştir içine kim bilir? Masum bakışlarının götürdüğü yıllardan kalma bir şarkı ile taçlanır kızıllık. Sağ kollar havada söylenmiş marşlar çınlar kulaklarda. Aynı coşku ile doğar çocuklar Deniz olur yıllardır, aynı kahırla ağlaşırız kayıpların ardından her Cumartesi halen.
Nasıl bir bulut ise ‘’kırmızı’’ çeker onu içine hemen söz de ondadır sessizlik de…
O umuda sıkıca sarıldı, gerçek özgürlüğe adanmış hayatı gözlerinin önünde küçüldü siyah minik bir nokta oluverdi. Çilesi şiirin kendisi olmaya başlamıştı. Yazmasa da şiir tadı hep damağında duruyordu. Kızıl olduğundan şiir çekti canı. Tozlu raflarında gözlerin bile değmeye çekindiği bir şaire kendisine ulaşmaya çalışıyordu. Teknolojinin izni olmadan bu ne mümkündü. Uykuya daldı tek çözümü buydu sanki. Ya elektrik kesilmeliydi ya da uyumalı. Zehir bombardımandan başka türlü uzak kalmanın imkânı yoktu. Uyudu.
bekle demiştim sadece
git demedim ki
öyle hoş gülüyordu ya
ben öldü sandım
14.02.13
Nadir