- 677 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
s.ting
‘Sağ gözünü elimle silsene dostum’ diyordu. Yanlış gözümü sildiğimi dahi fark etmeden tekrar sesleniyordu: ‘Sağ dostum, öbürsü, sol değil!’
Etrafa bakınmıyordum. Normalde izlemek, her şeyi izlemek çok güzeldi. Ama bugün gözlerimden ziyade burnumu kullanmaya karar vermiştim. Hafızamdaki karartılar netleşmeye başlıyordu. Amerikalı bir teğmenin, yaşlı bir kurt ile baraja yaptıkları operasyonu anımsamaya başlamıştım. Reichsarbeitsdienst sivilleri korumak için kurulmuştu. Sanırım Wehrmacht’ın on dokuz milyona ulaşan işçisi değil, askeri vardı. Amerikalı teğmen korkuyordu. Yanındaki yaşlı kurt gayet sakindi. Yaşlı kurt şöyle diyordu purosundan nefesini çekip:’ Korkma asker! Wehrmacht sandığın kadar güçlü olsaydı, İngilizler gibi ajanlar yetiştirirlerdi. Sahi sen İrlandalıydın değil mi?’ Teğmen susup, sadece kapakların açılacağı saate kadar tepede gizlendikleri yerde İsa’ya dua edip duracaktı. Tanrı aşkına Murat, sağ gözümdeki çapağı aldığıma emin misin? Fransızca öğrendiğini söylemiştin. Beş yıl boyunca Fransa’da yaşayan bir gurbetçinin kızından mı öğrenmiştin? M-5 ile sokaklarda tur atarken, lanet olsun bana da o arabanın hayranlığını o kız yüzünden mi defalarca kazandırmak için uğraşmıştın? Sorun sende değil, beğendiğim bir şeyin kökenine inip, başaksını suçlamak istiyorum. Kim bilebilir ki tüm plaj voleybolcularının neden o kadar çıplak giyindiğini? Duyuyor musun beni? Geçen Zara’da elim kadar eteğe kız ne kadar para veriyordu? Üç yüz günlük ekmek parası… Gestapolar aklımı oynattıracaklar. Murat, dostum çapak gitti mi?
Hepsi metronun içindeki o metal tabela yüzünden olmuştu. İmal tarihi ve imal yeri yazan yer, eski Nazi toplama kamplarına yakın bir Almanya şehriydi. Tabiatın verdiği hiçbir şeyle yetinemiyoruz ve üretip duruyoruz durmadan deli gibi. Yürümek istiyorum, boğuluyorum, nefes alamıyorum.
Elbette şaka değil, sıkıldım birilerine ikide bir şaka yapmaktan. Beynimi hacamat yapan araba sesleri, asfalta biriken gün ışığı tozları, magmalar ötesi spartaküs intikamları. Harbi, savaş alanı, er meydanı değil, vajinalı, spermli bir kokteyl salonu. Döşemeler su geçirmez laminant parke. Şansölyemiz şu yanımızda oturan kadının okuduğu kitaba da gıcık oldum. Hayır, sigara da içmiyorum, nefes alamıyorum.
Bana açılıyor, rahat bir şekilde döküyor içini. Seviyorum onu. Sakallarının şeklinden bana da gidiyor. James Joyce olsa herhalde öykümüzü kıskanırdı. Saf bir duygu bu, gündelik hayat trajedisi. Kendi damarıma bakınca gücümü hatırlıyorum. Uykudan uyandığımda ağlıyorum istikbal bezi üzerine. Parmaklarım daha uzun. Baş ağrımazsa sorun var demektir. Kimse sağlıklı değil, hepimiz hastayız. Arada savaşlarda, çatışmalarda ölenleri düşününce, şehir hastanelerini düşünüyorum hemencecik. ‘Düşmanı neydi rahmetlinin?’ ‘Şeker mi, tansiyon mu, kalp mi?’ ‘Hadi be, hiçbir şeyi yok muydu? Vah canım, genç yaşta gitti.’ ‘Kaç yaşındaydı?’ ‘Elli yedi.’ ‘Maşallah, gençmiş daha.’ ‘Bir siktirip, durabilir misiniz?’
Geceden sonra gündüz gelmeyecek. Acaba şu gavurlar gerçekten de haklı? Biz eğlemesini bilmediğimiz için kızıyor mu bize sahibimiz? Tabiatın tekdüzeliğini aşağılayan bizler, mükemmel olmadığımız için uygar yalanlar atan bizler…
Murat bundan sonrasını okumamalı. Kimse bundan sonrasını okumamalı. Çağın hastalığına yakalanmamak için, o hastalığın iyi taraflarını değerlendirmek lazım. Sexting mesela! Tekdüze bir mükemmellik olmaz deyip, anlatıyor: ‘Şu anda yine seninim. Sadece senin.’ Mum bileklerini tutuyor gibi yapmalıyım. Metro boyunca her şey güzel olacak. İneceğimiz durağa daha çok var. İnsanlar çok uygar hâlâ. ‘Yaşlılara yer verin’ ikazına aldırmayın. Henüz sağ gözümü temizleyememişken, kalkıp sexting yapmak da eğlenceli olmuyor tabi. Ama görmüyor nasıl olsa. Görseydi, yüzümü sabunla yıkardım. Ama o zaman da sabunu öperdi dudaklarıyla. Peki ya o kadar erkeğin suçu ne? Kadının suratındaki makyajı öperken, sahte meyve aromalarına mı kanıyorlar? Kancıklar!
Gözlerimle yeşil korulukları seyrediyorum. Mutsuz güneş, hırçın toprak. Su, şu dört element muhabbetinden sıkılalı, havayla pek alakası da yok. Yağmurlar kusmuk gibi. Kendi yarattığımız mutsuzluklar arasında, istemediğimiz o kadar çok resim var ki!
‘Resim atayım mı?’ diyor. Hayır, birisi arkadan resmini görebilir. Hem de çıplak, yatağın içinde. Bu mesajları, bu resimleri hiç kimse görmemeli. ‘Denizimin köpükleri oynaşıyor avucumda, isterdin değil mi o köpüklerle oynaşmak?’ Bu yanlış sual. Kaçıncı kez hayata küfretmek istiyorum? Değiştin, taş yağacak başına oğul. Müdür Bey tatilde, ne arzu etmiştiniz? Günde kaç tanesi nafileydi? Nokta ve noktalı virgül, ayrıca soru işaretiyle her zaman yer değiştirebilir. Benim yazdıklarımı kimse okumamalı. Okusa Marmara bölgesine İran nükleer füze gönderir. İnanmadığınızı biliyorum sayın kitap okuyan hanım. Okuyun, bu kadar insan içinde yalnızca siz kitap okuyorsunuz. Af edersiniz ama okuduğunuz kitaba gıcık oldum. Nefes alamıyorum arkadaşım, çıkmam lazım. Hava almam lazım.
‘Ezine peyniri hiç yedin mi canım?’
‘Yo, yemedim. Neden sordun?’
İşaretleri yok etme zamanı. Hiçbir karşılıklı yazışmada, imlaya ve de noktalamaya uyulmaz.
‘Yedirecem sana. Hem de ağzımdan.’
‘Hımmm…Nasıl…’
‘Markete gider üç kilo Salı günü indiriminden alırım. Salı günü bizim burada halk günü de, peynir filan ucuz oluyor baya. Sonra sen yine yatak da uzandığın gibi uzanırsın. Bana uyuyorum numarası da yapabilirsin.’
‘Hayırrrr….’
‘Tamam tamam, uyuma. Sen çay suyunu koy, ben ekmek almaya gidiyorum. Ama canım sen kafamdan neler geçtiğini bilmiyorsun tabi. Sabah hali Beyaz geceliğinle çay suyunu koyup, sigaranı içiyorsun. Keşke kahvaltıdan sonraya bıraksaydın şu sigaranı. Sıcak bir bardak su içsen, balgamın temizlenirdi sabah sabah.’
‘Yaaaa….Üzüyorsun beni…’
‘Evet, nerede kalmıştık…’
‘Ekmek almaya gitmiştin canım…Oyy..Sonra?’
‘Oyy ha..Oy değil Oh diyeceksin…’
‘Tamam tamam, sonra?’
‘Sonra ekmek alıp geleceğim. Oturmuşsun yatak da, televizyonu açmışsın. Haberlere bakıyorsun.’
‘Haberlere mi? Ne alaka?’
‘Ya dur bozma! Oturmuşsun. Ayaklarını uzatıyorsun. Yeni uyanmışsın tabi, arada gevşiyorsun, kasılıyorsun, esniyorsun. Ben anahtarla giriyorum içeri fıstık diye bağırırken, anlıyorsun benim geldiğimi.’
‘Ya senden başka kim gelecek deli?’
‘Bozma filmi, dur ya. Sonra mutfağa gidiyorum, temiz bir buzdolabı poşeti çıkartıp, bir tabağın içine koyuyorum. Sonra da üzerine Ezine peynirini. Bir kalıp bir sevişme için diyorum. Başka bir buzdolabı poşetiyle alttaki buzdolabı poşeti arasındaki peyniri sıkıyorum. Yoğurup, yumuşak hamur haline getiriyorum. Egolarını söndürememiş kıçı kırıklar nedense aklıma geliyor. Hamurun içine tutması için tükürüyorum.’
‘İğrençlik yapma. Felsefe de yapma.’
‘Sanki o tükürüğü hiç… Neyse canım, sonra tabağın içindeki o karışımı alıp, senin yanına gelmeden önce yatak odasından senin ültimatomun ile çayı demliyorum. En kısık ateşe koyup, çaydanlığın suyunu da ağzına dek doldurup, yanına geliyorum yavaş adımlarla.’
‘Sonra…Evet , devam et…Sonra?’
‘Sonra sana bakıyorum. Sigaradan son nefesi çekiyorsun. Tabla içinde gebertirken pisliği, hoş geldin canım diyorsun. İçin gider gibi, nefesi birkaç almaya çalışıp, en sonda rahatça alıyorsun. ‘
‘Karıştırma nefesimi…Nefeslerimi sana harcamak istiyorum..’
‘Sonra yatağa çıkıyorum.’
‘Ya nereye çıkıyorsun? Yatak bu.’
‘Neyse canım oturuyorum işte. Tabak da ne var diyorsun doğal olarak. Göstermem diyorum. Tabağı arkama saklamak isterken, oynaşmaya başlıyorsun illa bakacağım diye. Kolun ayağın rahat vermiyor. Zorla, kuvvet kullanmamı istiyorsun. Aslında bu bedenin uykunda sonra gerilmek için istediği hareketler de, biz bunu kendi sevişlerimize harcıyoruz.’
‘Bakabiliyor muyum içine tabağın?’
‘Asla, izin verir miyim hiç? Sonra o karmaşa içinden düzgün bir pozisyonu yakalayınca, frekanslarımızın ne kadar da uyumlu olduğunu fark ediyoruz.’
‘Arada sen de bu frekans gidiyor. Of, neyse. Eee…’
‘Beyaz gecelik dizlerine kadar geliyor. Hani var ya bir tane..’
‘O o kadar uzun değil ki..’
‘Neyse gizemli olur demiştim. Sonra ürperiyorsun tabi. Elimi istemiyorsun baldırlarında. Buz gibi elim. Hal böyleyken, ellerimle ensenden, boğazına doğru kavis yapacak şekilde tutuyorum. Saçlarınla üstünü kapatıp, öpmeye başlıyorum dudağından.’
‘Garip, ama güzel. Evet…’
‘Tanrı Lisa ile Bob’u korusun. Cemal ile Hümeyra desek havası kalmıyor anasını. Neyse biz biziz değil mi?’
‘Evet…devam..’
‘Ellerim ısınıyor. Bir el yeter zaten de, iki elle iki baldır üzerinden kemeri taktığın bel hizasına kadar geliyorum hafiften. Saçmalığı görüyor musun? ‘
‘Ne canım?’
‘Geceliğinin göbek deliğine denk gelen kısmını dişlerimle yırtmaya çalışırken, çeneme ağrı saplanıyor.’
‘E, ne olcak?’
‘Ne olcak, işte o anda iki baldırının arasına çenemi koyuyorum. Sıcak, kazan gibi. Salça kazanı gibi. Terli…’
‘Nemli…’
‘Ellerin de ateş gibi zaten… Boğazımdan sıkıyorsun…’
‘Ya iyicene manyak olduk ha! Niye ikide bir boğazlarımızı sıkıp duruyoruz ki?’
‘Destek alıyorsun.’
‘E başka yerden de alabilirim ama..’
‘Uzatmayalım, tamam omzumdan alıyorsun. Sonra ben operasyona başlıyorum. Ya operasyon dedim de, daha geçen gün kıl dönmesinden dolayı arkadaş ameliyat oldu ya, adamın tüm deliklerini hortumla kapamışlar. Ne zor bir şeymiş ya, yirmi beş dikiş atmışlar.’
‘Ya bana ne arkadaşının kıçından… Sen bizim kıçımıza gel otur yine. Of, hevesim kaçıyor..’
‘Sonra iplerinden salıyorum geceliğini fora. Omuzların yuvarlak, hatlarının arasında gizlenmiş kokunu çekiyorum burnuma. Yavaşça kan verdiğin damarı izliyorum. Mum gibi bileklerine kadar iniyorum. O ara orta parmağını da yalıyorum.’
‘Evet…’
‘Yazbuz dondurmalar gibi de parmağın, sıcak dondurmak işte buz. Parmağının tırnağına kadar çıkıp, tırnağının arasını emiyorum. Garip bir duygu, ekstra gıdıklanmalar…’
‘Bu güzeldi, evet…’
‘Sonra göbek deliğinin altına kadar bırakıyorum geceliği. Ayın aksiyle beraber gibiyim. İki dolunay var karşımda ve avuçlarıma sığmıyor ikisi de. Göz kırpıyor soldaki.’
‘Evet, yala onları…’
‘Metrodayım. Beni acayip etme. Ben ne söylersem o, tamam mı canım?’
‘Tamam tamam of, illa kahvaltıyı benim üzerimde yapacaksın.’
‘Sonra burnumla iki dolunayın arasından göbek deliğine kadar geleceğim. Ürpereceksin. Tenin sıcacık, ama ben soğuğum her zaman ki gibi.’
‘Yüzün kızarmış ama çaktırma.’
‘Sonra sürprizle karşılaşıyorsun. Ezine peynirine sağ elimle uzanıp, avucumda bir parça alıyorum. Burnumla az önce ürpettiğim iki dolunayının arasında imar çalışmalarına bakan yüksek mühendis oluyorum. Efendim, en sağlam malzemeler üzerinde üst kat çıkma çalışmaları yapıyoruz.’
‘Eşek seni..’
‘Hah hah, komik değil miydi?’
‘E, sonra. Güzel oluyor sanki.’
‘Başımda bir ağrı, ama çaktırmıyorum sana. Sonra seni sırt üstü adamakıllı uzandırdıktan sonra, dolunayın sur giriş kapılarını da Ezine peyniriyle kapladıktan sonra, başlıyorum temizleme, mala ile düzleştirmeye temayı.’
‘Oh…’
‘Ya oh tabi… Göbek deliğine de koyduğum peyniri, tam dilimle çıkartamayınca, bu sefer iki yanından ellerimle sıkıp, deliğin iç yüzeyinin yukarı doğru yükselmesini sağlıyorum.’
‘Bu ne ya anlamadım..’
‘Boş ver canım, sonra yemek borusunun boğazın altı ve göğsünün yukarısıyla birleştiği o hassas delik, gırtlak mıydı o…’
‘Yutak da olabilir..’
‘Her neyse oraya da peynir koyuyorum. Boğazını yalıyorum sonra. Çenenden aşağı beyaz beyaz sular akıyor ve boğazının ortasında duruyor peynir suyu. Çenenin üzerindeki deriyi kaplayan Afrika danslarına eşlik etmiş geçmişin tüm izlerini yama eder gibi yalıyorum.’
‘Eşek… Çok ıslandım..’
‘Ya, ıslandın tabi. Sonra ağzımla müşerref oluyorsunuz hanımefendi. Ve morartırcasına emiyorsunuz dilimi.’
‘Dil morarır mı?’
‘En azından kanar, kanat bari.’
‘Yok ya, dilimle anca her tarafının tuzunu tadını almaya çabalarım… Sabah sabah yordun yine beni.’
‘Daha bitmedi tabi, peyniri elbette hiçbir şeye bulaştırmıyoruz. Temiz işimiz..’
‘Oy, çarşafları düşünme canım, makine yıkar.’
‘Sonra asıl can alıcı noktaya geliyoruz.’
‘Nereye?’
‘Balta girecek ormana doğru…’
‘Hayır, orada da mı peynir?’
‘Ya, hem de tabağın içinde ne kadar kalmışsa…’
‘Çok ıslandım..’
‘Ya, zaten Baltık denizi gibi mübarek, koy koy içine, tutmaz, sulandığıyla kalır o peynirler…’
‘Götürdüğün koca kalıp peyniri. ‘
‘Kahvaltımı yaptım tabi.’
‘Peki ya sonra?’
‘Sonra mı?’
‘Bu kadar mı?’
Sen o kadar peyniri gizli ormanında yedikten sonra, başka şeye halin kalacağını mı tahayyül ediyorsun?’
‘Herhalde bir yarım saatte o kadar peyniri anca bitirirsin.’
‘Sonra da çay içeriz…’
‘Ama ben açım… Sen yedin ben ide peyniri de…’
‘Ekmek almadım mı canım… Üzerine tahin pekmez sürerim, üstüne de Ezine peyniri..’
‘Aman kalsın Ezine, Çanakkale, Edirne, neyse işte ondan…Tahin pekmez güzel fikir.’
‘Güzel fikir derken?’
‘Çaydanlığa yine su ekleriz. Bu sefer sıra bende.’
‘Hayır ya, işim var.’
‘Manyak mısın canım, fantezide bile iş mi koyuyorsun?’
‘Ya öyle de, olur mu öyle hiç?’
‘Neden olmasın, daldırıp daldırıp hem de… Bu soğukta sıcak dondurma, ne isterim başka..’
‘Hayır ya…’
‘Ne oldu?’
‘Metrodayım. Olmaz.’
‘Ciddi misin?’
‘Şaka yaptım canım benim. E, anlat bakalım, sen yaz bu sefer. ‘
‘Şimdi sen o kadar dil egzersizinden sonra tenimin tüm yabancı hallerini öğrendiğin için sıra gelmiş bana tabi. Sana uzan, kalkma diyorum yataktan ve kalkıp mutfağa gidiyorum. Tahinle pekmezi senin karıştırdığın gibi karıştırıp…’
Benim için sextingin bittiği noktaydı. Yazdıklarını sonra okuyacaktım, çünkü kendi yazdıklarımdan sonra alacak nefesim dahi kalmamıştı. Metro’dan inmiştik de, ama ben hâlâ yazıyordum. Murat ı-phone’u ile uğraştığı için beni irdeleyecek hali dahi yoktu. Arada konuşuyorduk, ama o kadar. Gözlerimi açamayacak derecede yorgun düşmüştüm. Derin derin burnumla havayı teneffüs ederken, Murat çok masum bir şekilde soruyordu:’ ‘Neyi kokluyorsun müdür? Acıktın mı yoksa? Et kokusu geldi şu ızgaracıdan…’
Tabiatın mükemmel tekdüzeliğini bozan insanlar, insancığım… Virginia’yı lezbiyen yapan ve bir kargayı ona aşık eden zihnim körermiş gibiydi. Ah kadınlar! Yazdıklarına arada göz gezdiriyordum. Kendi eline tahin pekmez yapıştığı için, o devam ederken kendi işine, ben de onun elini yalıyormuşum. Peynir üstüne tahin pekmez iyi gidermiş. Ah canım benim, yine beni düşünüyor.
Yaşlıca adamların evlenmek istediklerinde neden on sekizden genç kız istediklerini daha iyi anlamaya başlıyordum. İmkansızlığı seven insan, doyumsuzluğunun dudaklarında bıraktığı sızıyı iç organlarına ulaştırmadan yok etmek istiyor.
Papini’nin öykülerinden sapasağlam çıkmış kadınlar gibi hissediyordum kendimi. Keşke her şey yirmi üç yaşında kalsaydı!
Sağ gözümü bulduğumdan beri kaşıyıp duruyordum. Herhalde yüzümü bir yerde yıkayabilseydim, bu çatışmanın, kendimi aramamın mantığı da olmayacaktı. Bir çöl gecesinde portakal kokulu bir sevişmeyi daha geride bırakmıştık. Bab-ı Aziz ağlıyordu, saçlarından çay kokusu alabildiğim tek kadın hâlâ yaşıyordu. Murat’ın yanında yürürken, biraz geriden yürümeye başlayıp, ellerimi hafiften yukarı doğru kaldırdım. Şükrediyordum dudaklarımdaki acıyı ısırıp. Tüm frekanslar saniye periyoduyla ufalanıyordu, ünlü tüm Yahudileri ölü gördüğüm yerde. Garip bir intikam duygusu iliklerime doğru akıyordu. Murat kelimeleri soru yapabilmişti en sonda:’ Sevdiğinle nasıl bir dünyada yaşamak istersin müdür?’ Lanet olası kıskançlık duygusunun arka yüzünde yine kıskançlık yatıyordu. ’Bütün erkekler ölü olsun ve sadece ben onunla yaşayayım. Kadınlarda bizi görsünler ve benim başka hiçbir kadına bakmadığımı da gördükten sonra, kadınların hepsi de ölsün. Adem ve Havva gibi dünyada yaşayıp, beraber onunla çocuk yapmak isterdim.’ Murat ’iyimiş müdür be’ diye tekrar ederken havayla aynı anda frekansını yakaladığı sesini, ben gülümsüyordum. Sanırım güldüğüm an boşalmıştı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.