- 588 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
12 EYLÜL SONRASINDA CEZAEVİ GÜNLERİ (SONRADAN HATIRLADIKLARIM)
İnsan hafızasının unutmakla ünlü olduğu bilinir.
1977 den itibaren tırmanışa geçen terörle, ülkücüler safında sokakta mücadele ederken tanışmıştım.
77 den günümüze 36 yıl geçti, o günlere ait hatıralarımı yazarken unuttuklarım olduğunu aradan günler geçince hatırlamaya başladım.
Bunların içinde trajik, çok kimsenin bilmediği bazı sırlar, duygusal olaylar olduğu gibi komik bir olayı yazmadığımı gördüm, eksikliği gidermek istedim.
11 Eylülü 12 Eylüle bağlayan gece, bizim disiplin cezaevini yeni ranzalar kurarak cezaevine dönüştürürken, içeride cezasını çekmekte olan bir astsubayı, Yüzbaşımızın gece yarısı apar topar attığını yazmazsam olayın komik tarafının aeksik kalacağını düşünüyorum.
Adı geçen astsubay içki mütelasıydı, gece gündüz sarhoş gezerdi, bu yüzden de sık sık disiplin cezası alır, disiplin cezaevinde yatardı.
Gece 24.00 a doğru, daha bizim işimiz bitmemişti.
Yüzbaşımız bir araçla cezaevine geldi, gardiyana Astsubayın yattığı koğuşun kapısını açtırdı, Orhan, Orhan, kalk diye yüksek sesle bağırdı.
Orhan astsubay uykudaydı, sersem sersem kalktı, gözlerini oğuşturdu, ne olur? Diye sordu.
Yüzbaşımız, kalk git dedi, artık cezan bitti.
Orhan astsubay yarı açık gözlerine saati yaklaştırdı, bu saatte nereye gideyim? Diye sordu.
Nereye gidersen git dedi, komutanımız.Yeter ki buradan çek,git.
Astsubay usul usul giyinirken bir yandan da söyleniyordu.
Amk. Zorla getiriyorlar, zorla gönderiyorlar dedi, koğuş kapısından çıktı, ağır aksak adımlarla karanlıkta kayboldu.
Bu kafayla giderse, ana yoldan ayrılırsa, tel örgü boyunca sıralanmış nöbetçi kulubelerindeki askerlerden bir tanesine hedef olması işten bile değildi.
Bizim saat 02.30 gibi uyanıp, silah techizat kuşanıp çorba içtikten sonra görev yerlerimize dağılmamızın ardından bölükte adam kalmadığından 01-03 nöbetine giden nöbetçilerin hiç biri değiştirilememiş, gidenler sabaha kadar nöbet yerlerinden ayrılamamışlar.
Uçuş pistini tam karşıdan ve birazda yukarıdan gören Cephane Nizamiyesinde nöbet tutan arkadaştan daha sonra duyduğumuza göre bizim cephanelik sabaha kadar arı gibi çalıştığından, nöbetçiler bırakın uzanıp uyumayı, yere bile oturamamışlar!
Görevliler, bütün gece cephanelikte çalışmışlar, depaların kapıları açılmış, içerideki cephane ve mühimmat arabalara dolduruluarak pistte hazır bekleyen uçaklara takılmış, herhangi bir aksilik durumunda tam yüklü olarak uçuşa çıkmaları sağlanmış.
Buradaki amaç, hareket başladıktan sonra yurdun her hangi bir yerinde verilen emirleri reddedenleri etkisiz hale getirecek birliklerin hazırlıklı olmasını sağlamamakmış.
Yine bu arkadaşlarımızdan duyduğumuz kadarıyla, harekatın başladığı saat 03.00 dan sonra uçakların kalkışına neden olabilecek herhangi bir olumsuzluk yaşanmamış ki gece hiç bir uçak kalkış yapmamış.
Bir ara, verilen emre itaat etmeyen birlik olup olmadığını kendi aramızda konuşuyorduk.
İstanbullu Zekayi Can heyecanlı heyecanlı öyle bir şey söyledi ki duyunca kulaklarıma inanamadım.
Nevşehirli Astsubayçavuş kendini Ülkücü olarak tanıtan biriydi.
Bu astsubay başta Zekayi Can olmak üzere ülkücü bildiği bütün arkadaşları toplamış, darbenin aşırı solcular tarafından yapılmış olması halinde silahlanıp dağa çıkacaklarını, silahlı mücadele başlatacaklarını, bütün arkadaşların uyanık ve teyakkuzda olması gerektiğini söylemiş.
Bunu duyduğumda, benim bu mevzudan haberim yoktu, bana neden söylemediniz? Dediğimde, Zekayi Can hınzır hınzır gülmüş, biz seni garanti bildiğimizden sana söylemeye gerek duymadık, bizi satmayacağını biliyorduk deyince bir tuhaf olmuştum.
Böyle bir olumsuz gelişme olsaydı, acaba ben de isyancılara katılır mıydım?
Aradan bu kadar sene geçince aynı soruyu kendime sorduğmda, evet galiba katılırdım, diyebiliyorum.
Memlekete aşırı sol hakim olsaydı, ihtimal benim gibiler zaten mimli olduğundan sanırım bize yaşama şansı vermezlerdi.
Bu durumda da benim de isyancılara katılmamam biraz da enayilik olurdu.
Bizim gibi eski savaşçılar ölecekse, eline silahla çarpışa çarpışa ölmeli.
Ölüm dediğin nedir ki? Elbet gün gelecek, ölüm bizi de bulacak...
Bizim inancımıza göre, ölmek son değil, yeni bir dünyanın eşiğidir.
Yeterki insan ölürken bile mert olsun.
Mert insan bir kez, korkaklar her gün ölür...
İlk geceden itibaren, gözaltılar başlayınca insanların gerçek yüzlerini tanımaya başladım.
Hayal halemi bitip gerçeklerle yüzleşince, attığı zaman mangalda kül bırakmayan babayiğtlerin pek çoğu içeri alınınca, birden bire çark ettiler, bu işte yanlışlık yapıldığını, kendisinin çok iyi bir insan olduğunu, sağa-sola karışmadığını, kmseyi incitmediğini yemin billah anlatmaya başladılar.
Sanki tüm yurtta siyasi nedenlerle öldürülen 5000-55500 kişi öldürenler, 10.000 lerce kişiyi yaralayanlar bizim aramızdakiler değil de uzaydan gelenlerdi.
Suçu gelin yapmışlar, kimse almamış.
İnkar ettiler de ne oldu.
Sadece bizim oradakilerden en az 10 kişi müebbetle yargılandı.
Şimdi yazzaacaklarım ihtimal ki çok kişiyi kızdıracaktır.
Laf zamanı geldiğnde milletçe mert olduğumuzla övünürüz.
Acaba gerçekten de böyle mi?
Hiç sanmıyorum.
Bir insan hakkında kanaat edinecekseniz, o kişiyi demir parmaklıklar arkasındaki halini gözleyeceksiniz.
Hani o anlı anlı ülkücüler, hani o halkı emperyalizmin zulmunden kurtaracağını iddia ederek devlete kafa tutan kahramanlar var yaaa! İşte o’nların pek çoğu sağcılıklarını- solculuklarını unuttular, bir gecede Atatürk’ten fazla Atatürkçü kesildiler.
Fakat içlerinde bir kişi var ki onu hiç unutmuyorum. Yaşı 30-35 gibiydi.
Üstü başı düzgün giyimliydi.
12 Eylülden bir kaç gün sonra getirilmişti.
Getirildiğinde Yüzbaşımızda oradaydı.
Şahsı bizzat komutanımız karşıladı, Beyefendi, siz hangi görüşteydiniz? Diye biraz da billur geçercesine sordu.
Adam bu soru üzerine başını dikti, Dev-yol’cuyum dedi.
Öylemiiiii? Dedi, komutanımız, öyleyse sizi şöyle alalım diyerek en sağdaki koğuşa yerleştirdi.
Sağcı- solcu anlamam. Bence adam adam olmalı.
Değil cezaevine, ölüme bile başı dik gitmeli.
Bir bu adamı gözümün önüne getiryorum, bir de ulular ulusu Başbuğumuzun yiğitler yiğidi oğlu! Tuğrul’u düşünüyorum, gaiba biz solculara çok haksızlık ettik.
Bir yanda kendi doğrusu adına ölüme giden mertoğlu mert insanlar, diğer yanda da evden dışarı çıkamadığından üniversiteyi tam 11 senede bitiren Tuğrul Türkeş...
O Tuğrul ki babasının bir İngiliz bankasındaki gizli servete katakulliyle oturarak kardeşlerine kazık atma uyanıklığını gösterebilmişti.
Bu durumda ne oluyor?
Bize kurşunlar, bombalar, evlada dolarlar, marklar.
Ohhh olsun bizim gibi salaklara.
Bu kafayla gidersek daha çok kurşunlanırız.
Bize de müstehaktır.
Cezaevinde görüpte çok etkilendiğim duygusal bir olay da benim kendimi sorgulamama neden olacak kadar acı ve düşündürücüdür.
Bir görüş günüydü.
Bahçede bir kenarda dikiliyordum, araçtan inenleri gözetliyordum.
Araçtan bir kaç kişi çıkmıştı.
Ziyaretçilerin arasından fırlayan bir genç kız Alllliiii diye öyle bir bağırdı ki hepimiz şaşırmıştık.
Tutukluların arasından bir genç de ileri fırladı, iki genç insan bahçenin tam ortasında birbirleriyle öyle bir sarıldılar ki o kadar olur.
Bir yandan birbirlerinin yanallarından öpüyorlardı, bir yandan da bir birlerini kucaklıyorlardı
Baktım, her ikisininde gözyaşları sicim olmuş, yanaklarından akıyordu.
Tutuklular, ziyaretçiler, askerler hepimiz taşlaşmıştık, iki sevgiliyi seyrediyorduk.
Çocuk müebbetle yargılanıyordu, az bir ceza ile kurtulması çok zordu.
Bir birini seven iki aşık, çok büyük bir ihtimalle yıllrca ayrı kalacaktı, belki de hiç birleşemeyeceklerdi.
İşte o anda benim kafamda bir ışık uçuştu, kendimi ve ideallerim dediğim safsatayı sorgulamaya başladım.
Adam gibi öldükten sonra ölüme sözüm yoktu da, sevdiğine kavuşamadıktan, ona sarılamadıktan sonra hayat neye yarardı?
Bizim kuşak sadece ölmekle, yaralkanmakla, cezaevlerinde ömür tüketmekle kalmadı, yıllar boyunca sevdiğinden de ayrı kaldı.
Bence en büyük ceza buydu.
Peki politikacı çocukları bizim çektiğimiz cefaları çektiler mi? Yok canım, hiç sanmıyorum.
Çünkü biz salak, o’nlar çok akıllıydılar!!!
Akıllılar rahat ve huzur içinde yaşar, bizim gibi salaklar da bedel öderlerdi!!!
Ve biz salaklar da bedelin en ağırını ödedik.
Ama bir an bile başımızı öne eğmedik...
Bunun gururu da bize yeterdi...