- 1142 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Siz Olsaydınız?
Neleri umursardınız bunca yaşanmışlıklardan sonra?
Hani, çok küçükken annenizin ve ya babanızın diğer kardeşlerinizi sizden daha fazla sevdiklerini düşünüp canınızı sıkarak, başlarsınız ya hayatı tanımaya.
Hani o ilk kıskançlıklar, ilk şefkatle okşanması saçlarınızın, tanıdığınız ve bağımlısı olduğunuz o ilk eşsiz koku yani “Anne kokusu “ ve o muhteşem kokuyu ilk paylaşmak zorunda kalmalarınız diğer kardeşlerle
.
Hele de İlk ihanetler ve daha birçok acı, tatlı ilk.
Çok küçükken başlar aslında bu tatlı, tatsız deneyimler ve henüz hayatı adımlarken ‘uygulamalı’ öğrenirsiniz birçok şeyi; gözyaşlarınız veya kahkahalarınız eşliğinde.
;
Küçücük dokunuşlarla, kocaman mutluluklar yaşarsınız mesela ve en ufak bir sevgi gösterisini bir şölene çevirebilirsiniz çığlıklarınızla
Veya tam tersi, incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere üzülür hatta bunu dünyanın sonu gibi görürsünüz, ilk bunalımlarınızı yaşarken.
Ama ifade özürlüsünüzdür henüz ve mesela ailecek, farklı bir ritüel şeklinde yenen akşam yemeklerinin önemini bildiğinizden özellikle hep bu öğünde tutar, tarif edemediğiniz sancılarınız
’Hadi, herkes sofraya’ diye çağrıldığınız yemeği
“Karnım sancılanıyor, ben yemek yiyemeyeceğim” diye reddederek ifade edersiniz.
Aileden bir veya iki kişinin yanınıza gelmesi ,saçınızı ufacık okşaması falan mucizevi bir ilaç etkisi yapar ,aniden diner tüm sızılarınız ve geçersiniz sizde sofranın başına.
Çok saçma veya asla hafife alınacak hareketler değildir bunlar asla özellikle, çok çocuklu ailelerde, çocuk olanlar için./
Ne sessiz bir çığlıktır bu ah, BİLENLER İYİ BİLİR..
En basit bir olayda; kendinizi, çok büyük haksızlıklara uğramış olduğunuza inandırır, bütün bir gün ağlarsınız; salya sümük.
Büyüdükçe, bazı özel eşyalarınızı kardeşlerinizle paylaşmak istemez, bunun kavgasını edersiniz ama en çok da onlara sığınırsınız; tırnağınız bile kırılsa.
İlk gençlik yıllarınızda; hani size ısrarla bakan bir delikanlıyı, bir tek bakışı yüzünden
sahiplenip hatta, sevgiliniz olarak kabul eder, arkadaşlarınıza da bunun böyle olduğunu kabul ettirmek için onlarla kavgalar bile edersiniz ya hayasızca!
Belki o delikanlının bunlardan hiçbir zaman için haberi bile olmayacaktır/Asla!
.
Ah! Bunlar ne güzel, ne masumane, ne kar beyaz yaşanmışlıklar dır her insan için aslında.
Ama hayat yolculuğunda ki duruşumuzun, temellerinin atılacağı ilk çukurlar dır bunlar aslında ve temel harçları bu çukurlara doldurulacaktır parça, parça/ Zamanla.
Ve yıllar, inanılmaz bir hızla akıp geçer; beraberinde iyi, kötü birçok şeyi sürükleyerek
Bir bakarsınız ki, evlilik yaşına gelmişsiniz birilerine göre; size göre siz, henüz sokaklarda oynamak isteği ile dolu, dolu iken hem de!
İstediğiniz veya istemediğiniz biriyle evlilik yaparsınız; eş seçmenin ayıp “evlenmek istemiyorum” demenin imkansız olduğu bir çevrede
Size ait yalnızlık kokan bir eviniz ve iki kişilik bir hayatınız vardır artık; henüz o kocaman ailenin kokusuna ve çok sesliliğine doyamamışken.
Vakitsiz büyümüşsünüz dür belki evet, ama baktığınız zaman çevreniz vakitsiz büyümüş-büyütülmüş küçük kadınlarla o kadar çok doludur ki “Dünyanın her yerinde bu böyle oluyor demek ki!” diye düşünürsünüz; tüm dünyayı, kendi küçücük dünyanız kadar zannederek.
İyisi de olur bu vakitsiz evliliklerin elbette lakin, ne talihsizliktir ki, siz evliliğinizde yaşınızın çok üstünde şeyler yaşarsınız çünkü kendisi de henüz çocuk sayılabilecek yaşta biri ile evlenmişsiniz dir / onu büyütmek de sizin görevinizdir kendinizle birlikte/ (kadın olmanın öğretileri gereği!)
Hani siz, hala çocukken aslında!
Türlü oyunlar oynamak isterken henüz
Ve henüz, uçmayı tam olarak beceremiyor ken/
Kanatlarınız gelişmeden bırakılmış olduğunuz gökyüzünde, tepetaklak uçmaya çalışırsınız;
çok uzağa uçamayın diye, kanatlarınız dan birkaç tüy çekilmişken hem de ve de, yarım kanat vuruşları ile!
Doğal olarak; düşe, kalka sürdürmeye çalışırsınız gökyüzünde kanatları açık durmayı; bu çok ani gelen özgürlüğün verdiği şaşkınlıkla.
Çok geçmeden, size ait olan o yeni ev, yani salınmış olduğunuz bu gökyüzü, asla sizin değilmiş aslında; Bunu fark edersiniz en acı şekilde
Geriye dönmek, doğduğunuz, büyüdüğünüz o evde yaşamak istersiniz tekrar ama artık o ev, sizin bıraktığınız ev değildir veya siz de o evden tüm saflığı ile giden o kız değilsinizdir artık.
Bunu çok acı bir şekilde anlarsınız; her atağınız ilahlar,ca geri püskürtüldükçe
Önünüzde bir hayat vardır yaşanması gereken ve siz olumlu yönlerinden bakmaya çalışırsınız mecburen “Bu benim hayatım, benim çizgim, bunu en güzel şekilde en kaliteli ve saygın şekilde ama güzelliklerini de görerek sürdürmeliyim” dersiniz çaresizce..
İlk önce, çocuklarınızın sevgisine sarılırsınız sımsıkı
Sonra, çocukluk arkadaşlarınızla veya ailenizde beraber olmaktan en çok keyif aldıklarınız la sık - sık bir araya gelir, kendinizce, kendinizi ödüllendirirsiniz; uzaklara uçmadan.
Birçok bölümünü, kara çarşafla örttüğünüz ama asla bitiremediğiniz, bitiremeyeceğiniz bir evliliği; katı kuralları olan, son derece varlıklı ve sosyal bir çevrede, o kurallara göre ‘bir filmde size biçilen rolü, başrol oynar gibi’ sürdürürsünüz yaşamınızı.
Siz mutsuz olsanız da, herkes mutludur bu ‘başkalarınca yazılmış, kurgulanmış’ oyununuzdan/Ne âlâ!
Kimseye boyun eğmeden, şerefle, gururla yetiştirirsiniz çocuklarınızı; pırıl – pırıl, efendi, saygılı ve herkes tarafından sevilen gençler olarak.
En kutsal sermayeniz, en büyük mutluluğunuza dönüşür ve bu kez kendi eserinizle iftihar edersiniz hep göğsünüz kabararak.
Bu süreçler yaşanırken, hayatınıza, yüzlerce dost arkadaş girer, çıkar
Mutlu, mutsuz anlar yaşar, anılar biriktirmeye başlarsınız iyi, kötü!
Sizi üzenler de olur, üzdükleriniz de tabii ki.
“İşte bu” dediğiniz “Onun için ölürüm- benim için ölür “ dedikleriniz, sizi sırtınızdan acımasızca vuruverir bir gün gelir de!
“Beni neden vurdun!” diye sorarsınız şaşkınlıkla ve acı içinde.
“İstemeden oldu, pardon” der arsızca!
Sizde “Eh, o halde benden de pardon” der, sırtınızı dönüp, gözyaşlarınızı öyle akıtırsınız; çünkü o, gözyaşlarınızı görmeyi hak eden bir dost veya sevgili vs, değildir artık/ çok ağır bedeller ödeyerek anlarsınız..
Siz büyüdükçe çevrenizde genişler, büyür haliyle;
Hayatınıza bir yığın arkadaş, dost, ahbap veya her neyse birçok insan bir şekilde girip çıkmaya devam eder.
Ama siz, özenle çocukluğunuzu, baba evinizdeki yatağınızı, masumiyetinizi, lokmanızı paylaştığınız arkadaşlarınızı farklı tutarsınız hep.
En ciddi acılarınız da hep onlara sığınır, onlarla dertleşir, onlara ağlarsınız her zaman olduğu gibi ve onlarında sizinle her şeylerini paylaştıkları gibi; özgürce paylaşırsınız tüm acılarınızı.
Onlar, siz-siniz çünkü!
Nede güzel günler, zamanlar geçmiştir onlarla ah!
Nelere gülmüşsünüzdür birlikte, nelere ağlamışsınızdır; gözyaşlarınız karışmıştır birbirine, birbirinizi avuturken.
Yıllar öncesinden taşıdığınız ne ortak kelimeleriniz vardır kim bilir?
-Yabancı bir ortamda söylediğinizde, başkaları için hiçbir şey ifade etmeyen ama o kelimenin telaffuzu ile birlikte katılarak güldüğünüz.-
Yani sizin ortak geliştirdiğiniz, yani size özel, yani kökleri derinlerde o en eşsiz dil işte..
Ve gün gelir o can dostlarınızı da hayatınızdan sonsuza kadar çıkarmanız gerekebilir mesela!
Bu öyle zor bir karardır ki aslında; bitirdiğiniz, sıradan bir arkadaşlık değildir asla ve bunun hesabını yalnızca kendinize değil, aile bireylerinize, tüm yakın çevrenize de vermek zorunda kalacağınızı bilirsiniz kahrolarak!.
.
O hesap öyle ince bir hesaptır ki, kılı kırk yararak düşünmeniz gerekmektedir “kıl payı hata kalmaması için veya hayatınız boyunca içinizi kemirebilecek bir acaba?
Yıllardır, iyi kötü o yaşanmışlıkların, gıpta ve kimi zaman kıskançlıkla bakılan o dostlukların ne kadar da “ucuza satıldığını” kimse bilsin istemezsiniz çünkü.
O, çok iyi dostlarınıza yani masumiyetinize, çocukluğunuza! Susmaları karşılığında bu, hesabın tamamını, bir başınıza ödemeyi taahhüt edersiniz; gözyaşlarınız la!
Çünkü sizinde, o dostlarınızın da çok iyi bildiği bir tek gerçek vardır ki, gerçek sebep bilinirse o ‘bir zamanlar’ çok sevmiş olduğunuz arkadaşlarınız, kinayeli sözlere ve aşağılayıcı bakışlara maruz kalacak, nefes alamayacaklar ve beklide o utançla yaşayamayacaklar dır o daracık çevrenin katı ve acımasız kurallarınca.
Siz, yürek yangınlarınıza rağmen ‘onca yaşanmışlıkların hatırına’ onlara kıyamaz ve yine kendinizi feda edersiniz; kendinize acımadan.
Sizin teklifinizi ağlayarak kabul ederler; sessizce
Size ise, bir çok kez yaptığınız gibi yine o acımasızlık, ukalalık, kendini beğenmiş-lik maskesini takmak kalmıştır; en çok da gözyaşlarınızı maskeleyen.
“Ne oldu Allah aşkına ya?” diye soranlara kısaca “Ben sıkıldım, artık onları hayatımda istemiyorum ve bana bir daha onlarla ilgili hiç bir şey sormayın” dersiniz; kesin, net ve buz gibi bir ses tonu ile..!
Uzun yıllar boyunca yere, göğe sığdıramadığınız ve en yakınlarınıza bile kem söz ettirmediğiniz bu dostluğu, bu gün kötülemeyi kendinize yediremezsiniz biraz da.
Sizi çok iyi tanıyan ve hiç bir kararı laf olsun diye vermeyeceğinizi bilen çevreniz, sizin bu tavrınızı fazla sorgulamadan kabullenmiş görünürler; kendi aralarında binlerce kritik yapacakları aşikar bir tevekkülle!
Birçok şey önemini yitirmiştir artık;
Yüreğinizin büyük bir bölümü buz tutmuştur ve o yürekle hayatınızı yeniden gözden geçirirsiniz.
Kendinizce yeni kararlar alırsınız ama hayata bir defa daha sarılırsınız inatla ve her olumsuzluğa rağmen, insanları sevmekten asla vazgeçmeden.
Hayat size, dersler vermeye devam eder; isteseniz de, istemesiniz de.
Yaşadıkça devam zorunluluğu olan bu mektepte her konu işlenmektedir; bazıları beyninize kazınır, bazılarını dinlemezsiniz bile.
Ve o en büyük acıları yani, hayatın o en kaçınılmaz gerçeğini de defalarca yaşarsınız bu arada; ÖLÜM AYRILIĞI!
BENİM HAYATIMDAN MESELA.!
Ölüm- en yakınlarınızı alır sizden mesela! Hem de iki, üç yıl ara ile!
Babanızın ölümü, ilk kaybınız olmuştur yıllar önce ve ilk defa yüreğinizde hançerlerin dövüştüğünü hissetmişsinizdir /ilk o zaman.
Babanızın kaybından on yıl sonra ve üç beş yıl arayla ilk önce- 45 yaşında ağabeyiniz kaybedersiniz hem de kuzenini boğulmaktan kurtarmak isterken; ikisi birlikte.
En büyük ablanızın oğlu, yani öz yeğeninizi, henüz 45 yaşında iken yabancı bir ülkede, ailesinden ve tüm sevdiklerinden uzakta geçirdiği beyin kanaması sonucu ölür ve ancak tabutunu görürsünüz; günlerce sonra gelen!
Arkadaşları ve eşi ile seyahate çıkan 25 yaşında yeğeniniz, geçirdikleri feci bir kazada 28 yaşında çok sevdiği eşini kaybeder!
Kendisi günlerce yoğun bakımda kalır henüz 3 yaşında kızları ile birlikte!
Yaraları iyileşir ama yürek yaraları asla iyileşmez.
Psikolojik tedaviler görerek, 3 yaşında olan kızı ile birlikte, yaşamını ailesinin yanında sürdürür; yaşayan bir ölü gibi
Diğer bir yeğeninizin oğlu, yani ablanızın torununu hayatının baharında yani henüz 23 yaşında iken, feci bir motosiklet kazası sonucu hayatını kaybeder!
Ve ondan bir yıl sonra evlat acısına dayanamayan babası yani yeğeniniz; kendi iş yerinde ve ölen oğlunun resminin karşısında ağlarken; yüreğinde ki acı ve keder yüküne yenik düşer,.
Fenalaşarak kaldırıldığı hastane de tüm çabalara rağmen hayata döndürülemez; belki de hayata dönmek istemediği için!
Ve en son (Ne olur Allah’ım bu, genç ve zamansız ölümler artık son olsun!) derken-diyerek/ canınız, sırdaşınız, arkadaşınız ve en önemlisi aldığınız tüm kadınca kararlar da! En büyük destekçiniz ağabeyinizi “doktorların da bir bölümünün kabul ettiği- ‘yanlış tedavi’ sonucu” kaybedersiniz!
Konuşa -güle, kendi ayakları ile ‘kontrole’ diye gittiği hastanede ve hatta size el sallayarak
“Benim bir şeyim yok, iyiyim” diyerek ve çevresindeki herkese moral vererek girdiği o odadan bir daha canlı çıkamamıştır maalesef..!
Hayat bu kadar acımasız ve bu kadar anlamını yitirir bazı dönemeçlerde işte.
Tabii ki bu yıllar içerisinde yaşanmış, harika şeylerde vardır!
Zamanla, hayatın acı, tatlı, ekşi, tuzlu ve daha birçok tadının aynı lokmada birleştiği ve içilmesi zorunlu bir ilaca dönüştüğünü kavrıyoruz; istesek de, istemesek de reddetme lüksümüzün olmadığı bir ilaç; Belki de bir zehir-zıkkım!
Şimdi tam da burada herkesin kendince, kendisine yanıtlamasını istediğim bir sorum olacak naçizane.
Bunca olumsuzluğa rağmen;
Halen hayata sımsıkı sarılmaya devam ediyorsanız-
İnadına kahkahalar atıyorsanız-
Hala dostluk, arkadaşlık diyorsanız-
Her girdiğiniz ortamda saygı görüyor, inanılmaz şekilde seviliyorsanız-
Eşiniz hala ve her şeye rağmen size aşıksa-
Çocuklarınız ve aileniz ise her zaman size tapıyorsa-
Geride bıraktığınız en eski dostlarınız bile, sizi hala arayıp, ulaşmaya çalışıyorsa- İyiliğiniz, dostluğunuz efsane gibi anlatılıyorsa
Ve en önemlisi siz, kendi kişiliğinizi çok seviyor ve kendinizle hep gurur duyuyorsanız, “Yine doğsam, yine aynı kişilikte doğmak isterdim” diyorsanız..
Bu, en özet ve yüzeysel şekilde anlatılmış yani, onca yaşanmışlığın en- en hafifletilmiş halini okuduğunuz ‘bu yazıda ki olayları’ yaşamış olsaydınız hayata nasıl bakardınız?
Veya şöyle sorayım; bu olayların hepsini birbirine ekleyerek ve bir tek insanın hayatında birleştirerek düşüp o insanın yerinde siz olsaydınız tüm bu aşamalardan sonra siz neleri umursar-dınız?.
.
Bu satırları yazmama Sayın Sener Köksümer Dostumun bir süre önce kaleme aldığı ve baştan sona kadar kendimden çok şey bulduğum ( Selam, Savaşçı Yiğit Dostlarım) başlıklı çok güzel bir yazısı neden olmuştur.
Ama en çokta, satır aralarında ki o ( Ben, tüm zenginliklerden payımı aldım; kazanmak gibi, yitirmeyi de tattım) diyen bu iki cümledir!
. –Ben-
Hayata hiç bir zaman için yüzeysel bakamadım, bakamam da.
Hiç tanımasam bile her insanın, her olayına hep madalyonun iki yönünden bakarım.
Yani en önce, kendime karşı pencereden bakabilmeye çalıştım hep
Ve ’Empati’ dedikleri şeyi mihmandar ettim kendime hep; hayat yolculuğum boyunca.
Ne kadar başarılı olabildim bu konuda bilemiyorum ama bildiğim tek şey, başımı yastığıma koyduğumda tertemiz bir vicdan la uyuduğum dur.
Çok şey kaybettim belki ama bazı kayıplar, kazancımız olabiliyormuş ve bunu sonradan anlayabiliyor muşuz-u öğrendim..
Hayat, gerçekten de “ancak ölünce mezun olunan bir okulmuş”
İşte yaşadığımız her şeye bu şekilde bakarsak bu ‘mecburi’ derslerden de sıkılmayız Çünkü bu derslerden kaçarımız yok, ne yazık ki.
Bu nedenle, durumumuzun ‘farkında’ olarak karışırsak yaşama; yaşamda ilerlemek daha kolay ve daha bilinçli olacaktır diye düşünüyorum; kafaya vurula-vurula bir farkındalık la
Tabii ki her gün yeni bir şeyler öğreniyorum gocunmadan, gururla ve öğrendiğim en önemli ders asla “Ben her şeyi öğrendim, biliyorum” veya “Bu kesin öyledir” denemeyeceğidir).
Hiç bir şeyin kesin olmadığı bu hayatta, kendime hiç bıkmadan sorduğum tek bir şey var hep
“ Bunca yaşanmışlıktan sonra ben neleri, ne kadar umursamalıyım?”.
Hala çok şeyi umursuyorum tabii ki hatta gözyaşlarım da bitmedi ve halen ağlayabiliyorum; ama bir başıma kaldığımda!
Çünkü özellikle, özelimiz için akan gözyaşlarımızı, hiç kimseye göstermememiz gerektiğini de öğrendim düşüp, kalktıkça / Hem de, beynime kazıya-kazıya!
.
İnsanları seviyorum;
Arkadaşlıkları, dostlukları, hayatı ve her şeyi seviyorum ama “yanlışları da hesaba katarak sevmeyi öğrendim” ve öyle kabullendim.
Halen aldanışlar ım ve can kırıklarım olsa da “İnsan her yaşta ve her şeye rağmen hata da yapabilir, hata da görebilir” diyebiliyorum; dilimi ısıra-ısıra
ANNE SÖZÜ; YARALARIN EN İYİ ANTİSEPTİĞİ YANILMA PAYIDIR/ KENDİNİZDEN ASLA ESİRGEMEYİNİZ!
Şimdi hiç bir şeyi artık hesapsızca harcamıyorum/ kendimi zaten hiç harcatmamıştım, harcatmam da!
.
Kendi gözümde, paha biçilemez bir değerim var artık ve halen çok az da olsa “Önce ben” demeyi öğrendim-Mİ?
Öğrendim ki ‘Kendini sevmekle başlarmış her şey’.
.Artık beni üzebilecek çok az şey olsa da (Evlatlarım hariç!) üzülürken, aynı şeye daha çabuk gülebiliyorum!
En güzel derste bu galiba; olayların önem sırasını değiştirmek ve önem sırasına göre yani bazı yerde, bazı olaylara birde komik tarafından bakmayı öğrenmek
İnadına gülmek!
Yani tüm acıları yüklenip, inadına yaşamak; bağıra-bağıra!
Ben, yalnızca –Ölümü- kayıp sayıyorum artık ve “Ölenden başka herkes geri gelebilir” diye düşünüyorum mesela.
Veya‘Ölümden başka’ her şeyin geri dönüşümü veya en azından muadili vardır /
ÖLMEDİKÇE; ASLA ÇARESİZ DEĞİLİZ..
Olmuyorsa-gelmiyorsa ya biz gelmesini istemediğimiz içindir veya o şartlarda doğru olanı ‘ gitmek’ olduğundandır
Veyahut ta birilerinin dediği gibi “Kalabilecekken gitmişse; o, zaten hiç bizim olmamıştır”
Meral Adak..