- 589 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
12 EYLÜL SONRASINDA CEZAEVİ GÜNLERİ (10)
Kader mi, alınyazısı mı, yoksa bir biri ardına gelen ilginç tesadüfler sinsilesi mi?
Bana kalırsa, benim yaşadıklarım, benim gördüklerim, hepsinin karışımıdır...
Bir zamanlar bizde gençtik, aklımız bir karış havalardaydı.
İleriyi geriyi hesap edemez, aklımızda, bilgimizle değil, duygularımızla hareket ederdik.
Yetiştiğim dönem, terör dönemiydi.
Çok sivri akıllı olduğumdan! Beklenen gün geldi, ben de memleketi kurtaranların( Ya da içine edenlerin) arasına karıştım.
Sağdan, soldan, büyüklerimizden duyup öğrendiğimiz kadarıyla, başta SSCB olmak üzere, dünyanın bir çok ülkesi, insanlığın mahvına sebep olacak bir rejimin, insanların dinine, diyanetine musallat olan Komünizm belasından muzdaripmiş.
Bu Komünizm belası o kadar tehlikeliymiş ki, girdiği ülkede ne ar ne namus ne de iffet bırakırmış.
Benim çevrem de muhafazar olduğundan bu söylemden etkilenmiştim, komüniz belasını Türkiye’den uzak tutmak için çabalayan Ülkücü gençlik saflarında yerimi almıştım.
Türkiye’de terör, 1977’dan beri günden güne tırmanıyordu.
Bir zamanların Türkiye’sinde siyasi nedenlerle 6 ayda bir adam öldürülürken, bu sayı giderek artmış, 79 yılına gelindiğinde günde 25-30 a ulaşmıştı.
İnsanların sokağa çıkmaya korktuklar, karanlık basmasıyla birlikte evine çekildiği o uğursuz günlerde,ben, vatanım ve milletim için ölümü göze almıştım, sokakta mücadele veriyordum.
Sonra bir gün geldi, 1979 yılının 5 Temmuz günü işe giderken, evimin yakınlarında uğradığım bir silahlı saldırıda ölümcül biçimde yaralandım, sokaktan çekilmek zorunda kaldım.
Çok kötü vurulduğumdan iyileşmem uzun sürmüştü.
Aradan geçen zaman zarfında, az- çok iyileşmiş olsam da, sokağa çıkmam halinde göz göre göre öldürüleceğimi biliyor olmam eve kapanma nedenlerimin başında geliyordu.
5 Temmuz 1979’dan sülüs aldığım 10 Mart 1980 tarihine kadar aradan aradan yaklaşık 7 ay geçmişti.
Bu zaman zarfında da sokağa nadiren çıktığımdan, teröre bulaşabilmem, terör yaratabilmem mümkün değildi, kahredici terörü sadece TV ve radyo haberlerinden ve gazete sayfalarından takip edebiliyordum.
13 Mart 1980 günü acemi birliğim olan Kütahya Hava Er Eğt,Tugayı’na katıldım, lacilerimi giydim, vatani görevime başladım.
Temel eğitim ve Bando kurs eri olarak Kütahya’da 3,5 aya kalmıştım, oradan da Merzifon’daki 5. Ana Jet Üs Komutanlığı emrine dağıtım olmuştum.
Bando eri olduğum için de direkt Muhafız Bölüğe gönderilmiştim.
Elmasıyla ünlü Amasya’nın tarihi ve çok şirin bir ilçesi olan Merzifon, o günlerde Alevi-Sünni çatışmasının çok yoğun olarak yaşandığı bir beldeydi ve bizim bölük de anarşi ve terörü önleme görevi yapan birliklerden biriydi.
Böylece, askere gitmeden önce sokakta öğrendiğim terörle, askerdeyken aldığım terörü önleme görevi nedeniyle meseleye çok farklı açılardan bakabilme, mukayese edebilme ve değerlendirme yapabilme imkanı bulmuştum.
12 Eylül sonrasında da önce gözaltına alınan, sonrasında da tutuklanan kişilerle gerek gardiyan, gerekse nöbetçi olarak ilgilenme görevi üstelendiğimden, meseleyi çok daha değişik açılardan analiz etme imkanına sahip olmuştum.
İşte kadar burada kendini gösteriyordu.
Bir zamanların ülkücü savaşçısı Ümit, gün gelmiş, kılık-kıyafet ve misyon değiştirmişti, hem ülkücülerin hem de solcuların birlikte tutulduğu bir askeri cezaevi’nde görev yapmaya başlamıştı.
Cezaevi’nde görev yaparken, belki suçlu belki masum, onca tutukluya nezaret ederken, benim de onlardan biri haline gelebilme riskimin çok yüksek olduğunu da düşünmeden edemiyordum.
Neticede fazla uzak olmayan bir zaman diliminde, bende kendi çapımda mücadele etmiştim, kimilerine göre ben de aşırı sağcı biriydim.
Benim tek şansım, zamanında vurulmak ve ölmemekti!
Vurulma tarihiyle 12 Eylülün gerçekleştirildiği tarih arasında 14 ay vardı ve ben, içeri alınmadıysam bunun tek nedeni de aradan geçen zamandı.
Tutukluların dediği gibi, çok büyük ihtimalle ben de ’’İftiraya’’ uğrayabilirdim, ’’yanlışlığa’’ kurban gidebilirdim, demir parmaklıkların arkasına düşebilirdim.
Kader farklı tecelli etti, rüzgar farklı esti ve ben cezaevi’nde siyasi tutuklu olarak değil de asker olarak görev yapabildim.
Cezaevi’nde 12 ay kadar bir süre bulundum, bu süre zarfında sürekli gözlem yaptım ve kendimi o’nların yerine koymaya çalıştım.
Bizde 300-500, ülke çapında yüzbinlerce belki de milyonlarca insan nasıl oldu da bir anda cezaevi’ne düşebildiler?
Bu insanların günahı neydi?
Benim yazdığım bloglara yorum yazma kibarlığını gösteren bir arkadaşımızın,( bana da gönderme yaparak) Cezaevlerine düşenleri aptallıkla, birilerinin maşası olarak suçlaması bence hiç de hoş değildi.
Belli ki ömrü boyunca bir dava uğruna savaşma cesaretini gösterememiş bu arkadaşımız, işin kolayına kaçmış, dava adamlarını satılık olmakla suçlamıştı.
Anarşi ve terörün azdığı 1977’den günümüze kadar tam 36 sene geçti ve ben hep düşündüm.
Dava adamlığı nedir, belli bir davaya inanıp da ölümüne savaşmak nasıl bir ruh hali ve nasıl bir duygudur?
Edindiğim bunca tecrübenin ışığı altında öncelikle şunu söyleyebilirim ki herkes dava adamı olamaz, herkes inançları adına ölümü göze alamaz.
İnanç ve düşüncesi ne olursa olsun, gerçek dava adamı riyasız insandır.
Her konuda riya yapılır, ölüm konusunda asla yapılmaz.
Bir insan, vurulup öldükten sonra ayağa kalkarak, ben şaka yapmıştım diyemez.
Delik deşik olmuş, parçalanmış vucutlar dikiş tutmaz.
Kopmuş bacaklar sarmaşık gibi yeniden uzamaz.
Ben ölümü göze alan bir savaşçıydım, savaşçı psikolojisini biliyordum.
Silahlı saldırılarda çok samimi 2 arkadaşımı kaybettim, bunların hiç biri beni yıldıramadı, yolumdan vaz geçiremedi.
Bu özelliği karşıt görüşlülerde de sıkça gördüm.
Üstelik biz ülkücüler sadece solcularla çatışırken, o’nlar, hem ülkücülerle hem devlet güçleriyle kendi de aralarında savaşıyorlardı.
3 Cephede birden savaşan insanlar ne olur? Haliyle ’’Ke-se-le-nir-ler’’
Bir zamanlar ölümüne kin ve nefret duyduğum solcuların ideallerine bağlılıkllarını, kendi doğruları adına ölüme gidişlerindeki sırrı bugün çok daha iyi anlayabiliyorum.
Her ne kadar solculara ve solculuğu hiç bir zaman hak vermemişsem de gencecik insanların idealleri uğruna ölüme atılmalarına da saygı duyuyorum.
Bir Allah’ın kulunun, sağcı olsun, solcu olsun, hiç bir maddi çıkar ve beklentisi olmayan bu yüce gönüllü insanlara karşı önyargılı davranıp, ya kardeşim; onlarda falancanın kuklasıydı, onlar piyondu,birilerinin oyuncağıydı vs. deme hakkına sahip olmadığını düşünüyorum.
’’Korkak dostun olacağına mert düşmanın olsun’’ sözünün doğruluğuna yürekten inanıyorum.
’’Vur ama takdir et’’ derler.
Peki vurmadan takdir etseydik, daha iyi olmaz mıydı?
Mutlaka çok iyi olurdu!
Evet ama o günlerin ne olduğunu da çok iyi bilmek lazım.
Türkiye yangın yeriydi, birileri de yangını söndürebilmek adına itfaiye görevi görürken, yangını körüklediğinin farkına varamıyordu.
Terör olaylarında 5000- 5500 ölü, 10,000’lerce yaralı, yüzbinlerce (Belki de milyonlarca) gözaltı, tutuklu ve hükümlü, maalesef bizim kuşağımız kaybedildi.
Ve aradan bunca zaman geçmiş, ortalıkta tehlike kalmamış, yürekli! İnsanlardan bir bölümü saklandığı yatağın altından çıkmış, ahkam kesiyor, Allah onları kahretsin diyor...
Sen söylersin de onlar kahrolmazlar mı?
Köpeğin duası kabul olsa, gökten kemik yağarmış..
Efendi, efendi, sen demogojiyi bırak da bu yaşa kadar ne yaptın, asıl ondan haber ver...
Sen ve senin gibiler tatlı su kahramanıdırlar.
Gerçek kahramanlar bedel öder, parsasını sizler toplarsınız.
Tarihi, bir mantar tabancası patladığında korkudan donuna dolduranlar değil, ölümü göze alabilen ülkücüler yazar.
Aradan yıllar geçti, devir değişti, AKP iktidar oldu.
Oldu da ne değişti?
Hırsızlık mı bitti, soygun mu bitti, yolsuzluklar mı bitti?
Hayır, arttı, eksilmedi, o gitti, ganisi geldi.
Ve sizin gibi sözde dindarlar da ne hırsızlığa ne yolsuzluğa ne de dindar geçinen kişilerin rol aldığı taciz olaylarına tepki verebildiniz, kınamayabildiniz.
Gerçek dindarlık, dürüst olabilmektir, şartlar ne olursa olsun gerçeği haykırabilmektir.
Sizin inandığınız kitapta hırsızlık, yolsuzluk, soysuzluk ve çocuk tacizciliği mubah mıdır ki, sizler kafanızı kuma gömebiliyorsunuz, sebep olanları aklamaya çabalıyorsunuz...
Eyvallah, bizim kuşak belki birilerinin gazına geldi, ama biz samimiydik ve çok acı bedeller ödedik.
Sen ne yaptın?
Ömrün boyunca adam olamadın, adam rolü oynadın, onu da beceremedin.
Askere giderken 610 gün hesabıyla gitmiştim, zaman içerisinde bazı olumlu gelişmeler oldu, mesela bize 1 ay erken terhis vurdu.
20 gün kendi iznim vardı, 3 gün de yol verildi, hepsini toplasak 53 gün eder.
1981 yılının Ekim sonunda teskeremi almıştım, evime dönüyordum, benim dertlerim geride kalmıştı, artık canımın istediğini, canımın istediği kadar yiyebilecektim.
Cezaevi’nde görev yaptığım dönemde sağcı-solcu, Alevi-Sünni, genç- yaşlı, zayıf, şişman bir sürü insan gördüm, fakat ne hikmetse bir tek bile politikacı çocuğu görmedim...
Acaba politikacıların tamamı zürriyetsiz miydi ki ben onların çocuklarını ne hastanelerde ne mezarlıklarda ve ne de cezaevi’nde göremedim...
Yoksa, birilerinin kapkara vicdanı gibi benim de gözlerim mi bozuktu?
(Çok şükür bitti)
YORUMLAR
Ümit bey,
Bu sitede yazınızı ilk kez okuyorum. Gerek yaşadığınız gerçeklere dayanan olaylar olması, gerek anlatımınızın okuyucuyu sıkmayacak üslupta olması ve en önemlisi objektif bir bakış açısı ile yazmış olmanız beni cezbetti. Dolayısı ile serinin diğer yazılarını da okumak farz oldu. 10'dan geriye doğru okumaya başladım. Yazılarınızın gereken ilgiyi görememesi çok üzücü. Oysa yakın tarihimizde yaşanan bu dönemi anlamak için yaşayanların anlattıkları çok önemli. Siz yazılarınıza gençlik döneminizde yer aldığınız ideolojinin probogandasını yapmadan bu günkü birikiminizle o dönemi değerlendiriyorsunuz. Bence bu saygı duyulması gereken bir durum. Sizi favori listeme aldım ve fırsat buldukça yazılarınızı okuyacağım.
Saygılarımla,