- 700 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Uzun Bir Zaman Sonra
Or., sakindi. Aylar sonra Mudanya’da buluşalım dediğim sırada, uykulu gelen ses tonunu pozitif bir enerji ucuyla var ettiği dişleriyle çiğnemiş ve içindeki tortuları kazınmıştı. ‘Tamam’ derken, sesi uzaydan çalınmış bir Neptün dolgunluğunda ve Satürn hazzındaydı. Uzun zamandır yazdıklarını merak ediyordum. Merak etmek de haklıymışım meğerki Or. , âşık olmuştu.
-Bunlar ne balığı biliyor musun?
-Bilmiyorum Or. , hayırdır ihtiyolojiye mi sardın bir de?
-Yok da, ben de bilmiyorum. Merak ettim adını balığın yani.
Balıkçı radyasyonlu sesiyle ‘ç’sini uzatarak bize o balığın ne olduğunu söylüyordu: ‘Norveççç balığı agam.’
Or . eğer bir şeyi merak ediyorsa, onun peşini hiç bırakmadan saatlerce aynı şeyle uğraşabilen bir tip olduğu için, o balıktan tatmak isteyeceğini tahmin ediyordum. Televizyon dizilerindeki bariz derecede zekâ özürlü repliklerin tekrarı gibiydi. Evet, yemek istiyordu.
-Paran var mı?
-Var, var da balık çok tutmaz değil mi?
-Normalde bu balıktan dokuz tane alsan on bir lira, ucuz bu aralar baksana. Ama bir tanesini burada yemeğe kalktığımızda sanırım en az 7-8 lira öderiz.
-20 liram var.
-Bi tane bana klasik 2001 alabilir misin?
İlginçti, seneler geçse böyle bir şey olabileceğini tahmin dahi edemezdim. Yeteneğim körelmişti, göremiyordum ense kökümü. Sigara için para istemezdi Or. , fakat istiyordu. Hem de ciddi ciddi.
-Abi iyi misin? Or. ?
-Dört buçuk lira para var. Bir lira altmış kuruş daha koyarsan üzerine, bir sigara bir kibrit… Ne dersin?
-Sağlığa zararlı derim.
-Sağlığın anasının defalarca rahmini alıyor paşam. Zevkimden değil, kaç gündür param yok, alamıyordum, seni durakta ilk gördüğüm an, aklıma geldi bu fikir. Ta ki bekledim, hemen söylemek istemedim.
-Tamam Or. , bir lira altmış kuruşun lafı mı olur aramızda?
Tabi ki olmazdı. Ama insanlar birbirlerinden uzakta olunca, bazı eski huyların değişebileceğinden korkuyor. Mesela o huy kötü dahi olsa, eğer ahbabını rahatsız etmiyorsa, o huyu aynen görmek, o huyun farkında olmak istiyor. Aynılık, kalıtsallık, genetik reforma karşıtlık mı bu? ‘To be rebellious…’ Peh, dangalak sirkülasyon, norm dışı tefeci zihin tıkırdamaları… Or. yaşlanmıştı. Gözlerinin altı daha fazla çökmüştü. Yine uyumuyordu geceleri sanırım. Yine Termodinamik dediğim an sinirleneceğini, pompa dediğim an ağzından pek duymadığım ‘göthoşaf vanası’ deyimini söyleyeceğini ve saçına dokunursam, bir kadın olmadığım için omzuma sertçe vuracağını biliyordum. Değişmemişti, aynıydı, biraz yaşlı.
Deniz havası bana yaramıştı. Anason kokusuna çok benzettiğim mavi, Yunan alfabesiyle tanrılar yaratıyordu, sonra onlara kendisi tapıyor ve tekrar onlardan kendisi nefret ediyordu. Şeytan’ın adamlarıyla Gâvs’ın mücadele içinde olduğuna kendimi zorla inandırmak isterken, sustum. Or . bana bakıyordu uzun uzun.
-Nasıl gidiyor iş güç? En son iş değiştirmiştin sanırım.
-Ya, toz boya üreten bir fabrikada işe başladım.
-Ortam nasıl?
-Hiçbir şey yok ya, oturuyorum sabahtan akşama. Ustalar ve işçiler sağ olsun.
-Otur otur, iyi gelir kıçına. Sağlam yağ tutar kıçın, kör kurşun gelirse kıçınla kalkan yaparsın kendine.
-Ya ortadan girerse tam…
-O zaman derim ki senin şansına sıçayım aga!
Gülüyorduk kahkaha atıp. Hayata gülüyorduk, acılarımıza. Tam da deliklerimizden, gediklerimizden, zaaflarımızdan bizi vuran dünyaya, bize girip çıkmakla, bize misafir olmakla memur kedere, yâs efendi ve yeis rızâ paşaya. Sakallarını yüzünde çıkmış bir yaradan dolayı kesmiş ünlü şair ve memur Şinasi Efendi’nin kovulması gibiydi mutluluklarımız. Mecburduk güzele, ama güzeli bir kez ne olursa olsun bırakırsak, ileride onun acısıyla katmerli ediyorduk yüreğimizi. Tanzimat’ın Islahat prensleriydi karıncalarımız. Saçlarının şekli taksim angaryası, hicaz makamında zilli külot giymiş bir balık. Tükürme denize sarhoş efendi. Or. mutlu adama bakarken. ‘Ben de zamanında işemiştim şu karşıdaki yıkık iskeleden. Sıcak soğuk derken, elinin ayarı olmuyor, işemeden önce üç dört metreye atarlanırım derken, az kalsın ayakkabına filan gele çişin. Çocuk olmak ne güzeldi di mi be?’
Or. içmezdi, yani en son onu bıraktığımda içmediğini biliyordum. Sanırım deniz havası onun kafasını hoş etmişti. Hem içse, içki ucuz mu lan!
İmreniyordum. Her şeyi, ama tüm birkaç sene de yaptıklarını, kendi söylemiyle geçmişinin varını elinin tersiyle itip, inzivaya çekilmişti kalabalık içinde. ‘Neden’ sorusunu ona ilk sorduğumda, pişman olduğumu hatırlıyorum.
-Neden bıraktın her şeyi Or. ?
-Bir karga sesinden rahatsız olan insanlığın yasalarını neden kabul edeyim ki?
-Bu yaşama yasası ama Or. , her insan çalışmalı ve iaşesini kazanmayı bilmeli.
-Yaşamıyor muyum ben şimdi? Artık geziyorum, düzenli bir uykumun olmasını gerektiren hiçbir şey yok. Dört saat uyku ile şehir turları atıyorum ve dincim, zindeyim. Beynim gelişiyor, fark ediyorum. Artık o ütopik mutluluğu aramıyorum. Gerçeği benden soyutlayan her şeye küsüm. Yürüyorum ve kazandığım para da bana yetiyor.
Yazar bir adamın konfeksiyon işiyle ne alakası olabilirdi ki? Bunu da becermişti Or. sonunda ve o aralar yine kendi deyimiyle ‘cenabetsiz para’ kazandığı zamanlarda, konfeksiyon atölyesine fason evinde fason iş yapıyordu. Şaka maka kazandığı sekiz yüz lira para ile rahatça geçinebiliyordu da! Ama beş ay o işe dayanabilmişti. Kolundaki romatizmadan dolayı o işi yapmaya son vermişti. ‘Korkusuz abdaldan kork, korkmayan aptaldan değil’ demişti o zaman. O da yazmasına engel olabilecek bir şeyi devam ettiremezdi. Sonraları bir kitapçıda geceleri çalışmaya başlamıştı. Şimdilerde ise gündüzleri aynı kitapçıda devam ediyor çalışmaya sanırım.
-Kitapçıya devam mı?
-Hı hı!
-Çok seviyordun değil mi kitapçıyı? Kitapevinde çalışmak, ne güzel bir meslek!
-Alakası yok, sıkıntıdan patlıyorum.
-A a, neden?
-Ebleh olmasın insan… Her türlü eblehle uğraşıp duruyorum. Kitap değil, sanki gerdanlık, bileklik almaya geliyorlar.
-Nasıl yani?
-Neyi nasıl, hediye enflasyonu, ondan bahsediyorum. Kitabın içeriğini anlatmaktan ziyade, ikide bir hediye paketi yapıp duruyorum.
-İş, iştir ama…
-Sıçayım işine! Geçen bir oğlan gelmiş, ne diyor biliyor musun?
-Ne…
-Kitap bakıyorum da, böyle hediye edilmelik, roman tarzı böyle, Fransız bir yazarında olabilir… E mi senin ilkokul tarihçene… Öğretmenlerine… Neyine neyine kadar… Altından nasıl yalnızca sarraf anlar, aynen öyle de kitapçıdan sağlam bir okuyucu olan bir kitapçı anlar. Tabi demiyorum ki bir kitapçı kadar bilsinler kitapları, ama en azından altında olduğu gibi gün kadınlarının altına olan ilgilerini, senelerdir kendilerini okumak adına tüketen bu insanlarımız da kitaba karşı duysun.
-Haklısın.
Gözlerimin içini kaşıyordum. Kanayacak diye korktuğum an, kaşımayı bırakmıştım. Bu sefer tırnaklarımı ısırmaya başlayınca, Or.’un kafasındaki şeyleri tahayyül etmeye çalıştım. Nafileydi. Düşünüyordu, hep bir şeyler düşünüyordu, ama hiçbir şey yapamıyordu. Ne kadar kötü bir şey! Sanırım yazarların, özellikle parantez açmak gerekirse düşünürlerin hiçbir şeyi icraata dökememe bedbahtlığı… Korkuyorum, duman mı çıkıyor Or.’un efkârını hissedebiliyordum.
-Kalk gidelim.
-E, olur mu hiç ya sipariş verdik ya!
-Verdik değil mi anasını…. Of, neyse… Parayı ver de şu tekelden bir 2001 alayım.
-Al abi al!
Balıklarımız servis tabağında geldiği an, ikinci sigarasını Or. söndürüyordu. Yan balıkçıda çalan pop şarkıdan Or.’un iğrendiğini biliyordum.
-Görüyor musun tezatlığı arkadaş?
-Neyi?
-Yan tarafta çalan şarkıya bak, bir de şu lokantanın sahibi adamın mutfağında çaldığı müziğe.
-Ne çalıyor ki?
-Müslüm çalıyordu, ama kısık sesle. Açmamıştı fazla volumeyi. Of anasını, of! Şimdi Ferdi’nin bir şarkısı…
‘Dertlisin. Hayırdır, sıkıntını paylaşayım istersen az…’ demek iğrenç bir yalan olurdu. Yalnızlığı seçen oydu, yalnız takılmayı, yalnız var olmayı. Küfürleri de en az sevinçleri kadar yalnızdı. Ama kesik kesik bir mutluluk hülyası aks ediyordu yüzüne. Sormakla sormamak arasında kalmıştım, ama sormayacaktım. Anlatacaksa da, onun anlatmasını yeğlerdim.
-Yine olmadı.
-Ne olmadı?
-Olmadı işte, olmayacak da!
-Hayrola dostum? Olmayan ne?
-Can yayınevlerinden bu sefer mektup gönderdiler.
-Mektup mu?
-Hı hı.
-E?
-E’si yok arkadaş. E’si yok!
Daha yemeğin yarısını bitirmemişti ki, üçüncü sigarasını yakmak için ki kibrit çöpünü sıkıyordu parmakların arasında. Devrik bir insandı. Gözlerinin altı mosmordu ayrıca. Uyku uyumadığı da belliydi adamakıllı. Çok seviyordum onu, ama insan olarak bu sevgimi yeşertecek bir çalışması yoktu, seviyordum sadece. Düşününce bu sevgi, daha çok hayranlığa benziyordu. Bardağın içindeki suyu bir dikişte bitirip, yemeğe devam edince, devam etmek istedim muhabbete.
-Can yayınevine sen ne gönderdin ki?
-Yardım malzemesi, eski pantolon, ayakkabı filan.
-İyi de…
-Dalga mı geçiyorsun Allah için, biliyorsun elbette ne gönderdiğimi.
-E?
-Olmuyor. Nazik bir şekilde yüksek bir meblağ istediler. Yazdıklarımı beğenmişler ama…
-Ama?
-Ama yetmiyormuş yazar olmak için. Kendi değerlerini küçültmemeleri lazım imiş!
-Para ne kadar istiyorlar ki?
-Ne kadar bastırmak istersem, ona göre artıyor ya da azalıyor.
-Ne kadar mesela?
-On beş bin lira civarı. Tabi adamlar bunu dolar hesabı söylediler.
-Saçmalık!
-Aslında saçmalık değil. ‘Biz sizi sonra ararız’ diyen iş yerlerinden pek farkları yok. Bok yoluna gidecez bu gidişle.
-Öyle deme abi, bozma moralini. Gün gelir, hesap döner…
-Saçmalığı kes de, vazgeçtim; denemek istemiyorum.
-Yani yazmayacak mısın artık?
-Sen yaşarken seni var eden şey, sen öldükten sonra senin hayalini var etmeye devam ediyor. Ne anladım ben bu işten.
Gri gibiydi tırnakları. Sakalların çenesinden kıvrılan tarafları hafif sarıydı. Balık yapışmıştı oraya.
-Son yazdıklarından bir şey anlatsana biraz?
-Neden?
-İstiyorum. Seviyorum yazdıklarını.
-Korkuyorum arkadaşım, korkuyorum…
-Neden?
-Hiç… Aslında bu korkumu yenmem için bana cesaret veren biri olmasa bu yayınevi olayları beni tüketecek.
-Şimdi esas sen saçmalıyorsun! Dünyanın sonu değil ya?
-Değil tabi ki, ama olabilir de.
-Saçmalama!
-Neyse sen bir şey anlat demiştin değil mi? Hım, bak anlatayım kısa bir şey senin için.
-Dinliyorum abi, anlat…
‘Yer bir sinema salonu tamam mı? Ama kimse yok. Kısa film gibi düşün. Biraz gündelik bir şey düşün. Neyse esas oğlanla kıza gelelim. Tabi adamın oğlanlık, kadının da kızlık tarafı yok aslında. Kadın eski bir tiyatro oyuncusu, adam da sinema film yapmaya çalışan garibin biri. Bunlar uzun zamandır sevgililer. Yaşadıkları hayat, hayat değil ama. Hani dersin ya her bela bunları bulur, aynen öyle. Neyse işte, sonra bunlar için iki farklı senaryo düşündüm. Anlatıyorum.
Birinci senaryo:
Kadın yemek yapmak istiyor. Kadının çocuğu da var. Adam eve gelmemiş henüz. Akşam olmak üzere. Evde dört tane patates, üç baş soğan ve dört diş sarımsak var. Kadın boş durmaktan ve veryansın etmektense hareketsiz bir şekilde bunları pişireyim diyor. Erkeğimde gelir beraber üçümüz yeriz diye düşünüyor.
Kadın bir güzel patatesleri yıkıyor. Sonra onların kabuklarını ince ince soyup, küp küp doğruyor. Yağ içinde yavaşça kızarırken küp patatesler, soğanları doğruyor bu sefer. Sonra da sarımsakları ince ince… Teflon tencere içerisine önce biraz yağ döküyor. Sonra buzlukta sarı tereyağından koyuyor azcık daha. Tereyağı pahalı tabi, az tüketmek zorundalar. Gram gram... Kadın ayrıca özel döneminde, karnına geniş bir kuşak bağlamış.
Adam eve geliyor, evde mis gibi sarımsak kokusu. Elinde de iki ekmek. Çocukları kendi odasında, ne yaptığını anne de bilmiyor. Adam içeri girince, kadın ‘hoş geldin canım’ diye gülümsüyor. Ama acı bir gülümseme. ‘Oh, mis gibi kokuyor. Ne yaptın canım?’ diye soran adama, kadın ‘ta ta tannn’ diye ocağın üzerindeki soğanlı sarımsaklı kızarmış patatesi gösteriyor. Hepsini karıştırıp, üzerine de bir güzel tuz dökmüş adam gelmeden. Kadının arkasına geliyor adam. Ellerini kadının karnında birleştiriyor. Sonra boynuyla çenesi arasından yemeğe bakıyor ve yavaşça başını sola, kadının boynuna doğru çevirip, saç köklerinden itibaren kadının sağ kulağının çevresine kadar emmeye başlıyor. Adam aç, ama umurunda değil. Bu mevzuları çoktan aşmış. ’Midenin aç olması önemli değil, önemli olan yüreğin tok olması’ diye de bir felsefe uydurmuş kendine. Ama ne güzel bir uyduruk felsefe! Kadın da, adamın karnında birleştirdiği ellerinin bileklerinden adamı tutup, sırtına yaslanan erkeğinin sıcaklığıyla bir hoş oluyor.
Sonra kadın yüzünü adama dönüyor. Kadın sırtını mutfak tezgâhına yaslayıp, uzun uzun çocuk içeriden gelene dek, o pozisyonda dudaktan öpüşüyorlar. Kadının saçları ıslak gibi. Yemek yaparken terlemiş hafiften ve adamın seviciliği karşısında dayanamayıp, daha fazla terlemiş sıcak mutfak içerisinde. Kadın yemek yaparken, ikide bir karnını tutuyor. Burayı kaçırdık. Sancısı var, ama adam gelince sancısına aldırış etmiyor. Bağırsaklarındaki hafif guruldamalar, dudaklarını yalama seslerinde eriyip gidiyor.
Çocuk geliyor mutfağa. Aslında böyle yemekleri yemeyen o çocuk, artık alışıyor ve yarım ekmek arasına yapılan akşam yemeğini afiyetle yiyor.
Kadın yemeği Malezya yapımı porselen tabağa doldururken ağlıyor. Dua.
Adam Altıneller fırınından aldığı ekmeği ısırırken ağlıyor. Dua.
Çocuk, adamın kahveci Rıza’dan getirdiği sıcak çikolatadan içerken mutlu. Şaka.
Senaryo iki:
Kadın yemek yapmak istiyor. Kadının çocuğu da var. Adam eve gelmemiş henüz. Akşam olmak üzere. Evde dört tane patates, üç baş soğan ve dört diş sarımsak var. Kadın boş durmaktan ve veryansın etmektense hareketsiz bir şekilde bunları pişireyim diyor. Erkeğimde gelir beraber üçümüz yeriz diye düşünüyor.
Kadın bir güzel patatesleri yıkıyor. Sonra onların kabuklarını ince ince soyup, küp küp doğruyor. Yağ içinde yavaşça kızarırken küp patatesler, soğanları doğruyor bu sefer. Sonra da sarımsakları ince ince… Teflon tencere içerisine önce biraz yağ döküyor. Sonra buzlukta sarı tereyağından koyuyor azcık daha. Tereyağı pahalı tabi, az tüketmek zorundalar. Gram gram... Kadın ayrıca özel döneminin son zamanlarında. Belindeki kuşak, adamın ona her zaman yapmasını istediği tavsiyesi. İdrarında az bir iltihap ağrısı da var. Kanı sarı gibi. Âdetinin bitmesi yakın.
Adam kapıyı üç kez tıklatıyor. Adeti onun. Kadın heyecanla yemeğin altını kısıp, kapıyı açmaya gidiyor. Çocuk odasında ödevini yapmakla cebelleşiyor. Ama çocuk da adamı bekliyor.
Adamın elinde bir poşet. Kadının heyecanı artıyor. Mutfak tezgâhına ikisi birden yavaş yürürken, kadının karnını sol koluyla sarıyor. Kadın saçları topuz yapmış. Adam poşetin içindekileri tek tek çıkartmaya başlıyor. Kızarmış tavuk, akşam yemeği için. Yanında küçük bir paket ayran. Bir oyuncak yumurta. İçinden çıkanla çocuk uğraşsın diye az almış. Yüz gramlık pulbiber, bir kilo kuzu eti, iki kilo tavuk ciğeri ve üç ekmek. Poşetin dibinde ufak bir poşet daha. Siyah bir paket ve karamelli bir çikolata. Kadın için en son ufak poşet.
Kadın adamın arkasından sarılıyor. Mutlu. ‘Nasıl bunları aldı diye düşünüyor?’ ve o sormadan adam cevap veriyor. ‘Bugün sabah evden çıktıktan sonra bir dershanede çalışan arkadaşıma denk geldim. Onunla beraber iken, öğleden önce bir kamyon kitabın dershaneye indirileceğini, ancak kendisinin beli çok kötü olduğu için, diğer arkadaşının da izinli olmasından dolayı bu işi birine yaptırmayı düşündüklerini söyledi. Müdürü de bul bir adam demiş, yüz elli kayme yeter demiş. Yüz elli lira vereceklermiş canım. Hemen ben yaparım dedim.’
Ancak adam yüz elli liradan sadece geriye yirmi lira arttırmış. Altmış liraya gitmiş gümüş bir kolye almış kadına. Kadının kolyesi de, yüzüğü de çok varmış. Ancak adam kadını o kadar çok seviyor ki, yarın alacağı, parasını vereceği pazarın, kasabın parasını kolyeye yatırmış. Saf değil, aşık kadına. Kadın kolyenin ve karamelli çikolatanın olduğu poşeti tam eline alacakken, adam almış hemen ve ‘gece, geceleyin canım…’ diye kadına gülümsemiş.
Kadın da adamı zorlamamış. Meraklı olmadığı için değil, bilakis kadında ki merak kimsede yok. Özellikle sevdiklerine karşı. Ama adamın gülümsemesinin arkasında farklı bir şey olduğunu anlamış. O da gülümsemiş.
Çocuk kızarmış tavuğu görünce deliler gibi sevinmiş. Uzun zamandır et yemeyince, çocuk da garip bir şekilde sevincinin ardından hüzne boğulmuş. Ta ki yemeğe oturup, yiyinceye kadar. Oyuncaklı yumurta da cabası!
Kadın çocuğu yatırmış. Yanından usul usul çıkmaya çalışırken, çocuk garip bir şekilde uyanıyormuş. Kadın bakmış olmuyor, yumuşacık ses tonuyla şunu söylemeye başlamış: ‘Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler gelsin yanıma. Yatır Allah kaldır Allah sabaha uyandır Allah. Uyanamazsam Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve resuluhu…’
Belki yirmi, belki otuz… Kadın uyumak istemediği, adamın yanına gitmek istediği için kendini zorladığı için azcık strese girmiş. Ama kelimeyi şehadet okurken, farklı bir rahatlık onun içine doluyor. Çocuğa bakıyor, uyumuş, yavaşça sıcak tenini çocuğundan çekerek ayağa kalkıyor.
Adam da kadınını beklerken, dili garip bir duada gibi; yatak da oturmuş sigarasından içine çekiyor uzun uzun. Kadın da adamı o halde görünce, uyumadı diye seviniyor. Kadın adamın yanına geliyor. Yatağın ortasından sürünerek dizine kadar geliyor adamın. Adamın dizine başını koyuyor. Adam sağ eliyle okşamaya başlıyor kadının upuzun saçlarını. Kına sürdükleri gece aklına geliyor adamın. En son o zaman seviştiklerini anımsıyor. Banyoda.
Sigarasını söndürürken kül tablasında, sağ elinin işaret parmağını kadının yüzünde gezdirmeye başlıyor. Yavaş yavaş, hiçbir şeye yetişmiyorlar ve hiçbir şey onları beklemiyor. Yatak gıcırdamayacak, pencereden bir kuş düşüp son nefesini vermeyecek ya da çocuk ‘anne’ diye bağırmayacak. Bütün güzel şarkılar dillerine çevrilecek ve kadın söyleyecek şarkıları. Adam dinleyecek. Ümit de yetecek, mesela sevmek kadar, ümit de şarkı söyletmeden adama, kadından hep şarkılar dinleyebilecek.
Adam kadının yüzünde gezdirirken tek parmağını, yavaş yavaş çenesin altından, kadının göğüs çatalına kadar inecek parmağı. Kadının nefesi sıklaşacak. Kadının nefesi sıklaşınca, adam sabrını yitirmeden devam edecek. Adam kadının çatalından sonra, kadının mor göğüs uçlarının çevresinde, penyenin üzerinden gezindirecek parmağını. Vazgeçip orada oyalanmaktan, tekrar kadının kulağına yakın saç köklerini okşayacak tek parmağıyla.
Kadında kafasının altında sertleşmiş şeye doğru çevirecek yüzünü. Pijamanın altında rahat olan adamın organına, kadın gözünün kapağıyla dokunacak, kedini okşanmaya tepkisi gibi kirpiklerini titretip, gözünün kapağıyla uzun süre sıcaklığı hissedecek.
Adam daha fazlasına izin vermeyecek. Kadın o an üzülecek. Kadınlar böyle anlarda aslında sürprizlerden pek hoşlanmazlar. Çünkü o anın büyüsü bozulur. Ama kadın yorgundur, sancılı az da olsa. Adam gardolabının içine koyduğu poşeti çıkartır. Siyah kutunun içinden bordo taşlı bir kolye çıkartır. İçindeki karamelli çikolatayı da alıp, kadının yanına döner.
Kadın bağdaş kurmuştur yatak da. Adam kadının arkasına geçip, uzun saçlarının altına girer usulca. Kadının boynuna bir aslan edasıyla hafifçe dişlerini geçirir. Kadın ıslanmıştır. Kadınlar hep ıslaktır aslında. Kadın ıslanmıştır ve adamın daha fazla kendisini tahrik etmesi karşısında dayanamaz, salıverir kendisini. Sonra adam kolyeyi takar takmaz, boynunda hissettiği adamın ellerinden tutarak, adamın sırt üstü yatağa uzanmasını sağlar kadın. Yorgun olmasına rağmen, içi gıdıklandığı için duramaz. Uzun süren öpüşmeler sonrası, adam kadının içinde gelip gitmeye başlar, ta ki adam kan ter içinde gelene kadar. Kadın bir süre için bu hazzın etkisinde olacağı için kasıklarındaki sancıyı hissetmeyeceği için mutludur. Karamelli çikolatayı emerken, çenesine akan suyunu adam emmektedir.
Adam bir sigara yakar ve kadınla beraber ortaklaşa o sigarayı bitirip, terli göğüslerine sarılıp beraber uyuyacaklar. ’
Or. bu iki senaryoyu anlatırken içtiği sigaraların sayısını ben sayamamıştım. Aldığı paketin yarısından çoğu bitmişti bile ve ben bu iki senaryoyu dinlerken, iki masa ötemde bir genç kızın Or.’un anlattıklarını dinlediğini fark etmiştim. Basit iki senaryo, çok doğal bir şekilde anlatılınca, insanın heyecanla sonu olmayan öyküde yerinme ihtiyacını ortaya çıkarıyordu. Or. sigarasını söndürüp, bardaktaki suyunu içtikten sonra gözlerime bakıp şunları söyledi:
-Arkadaş, bir kadın hep yorgundur. Yorgun, sadece yorgun. Eğer bir kadın sana ‘çok yorgunum’ diyorsa, ondan çekinmeyeceksin, korkmayacaksın. O kadın daha sevimlidir, daha berrak ve duru. Yorulmayan kadın için hayat bir gün bitecektir. Ama o yorulan kadın için asla! Çünkü tükenme gücünün sonuna gelmeden bir kadın ‘çok yorgunum’ demez!
Sesi mi yabancıydı, nasıl bir ses tonuydu bu. Çırılçıplak şiir gibiydi az önce her şey. Or. rahatsız olmuştu oturmaktan, hesabı ödeyip, kalkalım derken de canı sıkılmıştı. Parası yoktu.
Yürürken gözlerinin denize daldığını fark edebiliyordum. Uçuyordu sanki. Bu iki senaryoyu da Can Yayınevine gönderdiği dosyası içinde olup olmadığını dahi sormaktan çekiniyordum.
Finali, iyi bir soru sorup bitirmeliydim. Tek bir soru hakkım var gibi hissediyordum. Ve o soru: ‘Biri mi var Or. ?’
-Dişlerim sapsarı, bileklerinden bilinmez bir yelin acısıyla kıvranıyorum. Kitapları okumuyorum, yakıyorum sayfa sayfa. Origami benim sanat dediğim. Herkes ondan yapmak istiyor, ondan, o kadından bir tane de kendine çıkarmak istiyor. Onlar, geçmişim, bugünüm, yarınım… Sadece özgür olmasını diliyorum, benimle bir gün… Bir kitap, bir sayfa ya da bir paragraf… Uzun bir cümle değil, yalnız bir kelime, biz gibi. Olmak, ona sahip olmak değil. Evet, biri var. Sen de bilmiyorsun onu, kimse bilmiyor. Kimse onu bilmiyor. Kimse onu tanımıyor. Kimse onu tanısa dahi anlamıyor. Kimse onu tanımış olsa dahi anladığını zannetse de anlamıyor. Kimse onu tanımış olmakla kaldığını anlamış olmanın verdiği zamanın mühlet zannettiği şeyin anlamsızlığını mahvettiklerini, insancıl dönüştürme çabalarının sadece bir hiçten ibaret olduğunu bilmiyorlar. O çok yorgun arkadaş, ben onun avuçlarında bir kuş gibiyim. Ölü bir kuş. Her seferinde yorgun o kadın, kalan son nefesleriyle bana hayat üflüyor. Yaşatabilir mi beni, sonunda kanatlanıp, ona yaşamın hâlâ yaşanabilir olduğunu gösterebilir miyim? Korkuyorum arkadaşım, korkuyorum onsuz kanatlanıp, gök de uçmaktan. Bana hayat veren kadının hayatını almayı… Ölüp, onun hayatını da almayı… Ölmekten değil, belki de o avuçların sıcaklığında bir gün olmamaktan… Korkuyorum, yaşarken toprağım o. Teni, saçları, ıslaklığı, her şeyi…
Neyse, büyüyüp sence Cennet’i görebilecek miyiz arkadaş?’
Deniz lacivert olana dek, seni dinlemeli. Or. , ona uçmayacağına söz verme avuçlarından. Ölmeyi öğren, o kimse Or. , senin çekmediğin tüm acıları sana sevgiyle öğretiyor. Ya diğerleri? Severek, öperek, okşayarak kim bir insana acıları tanıtabilir?
Her şey yanar mı Or. ? Su da mı? Lütfen ağlama!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.