- 2303 Okunma
- 17 Yorum
- 0 Beğeni
HAYRİYE DURAĞINA KARŞI YALNIZLIK NÖBETİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Günler çabuk geçiyor. Karşıdaki arsa, artık koyu yeşil çimenle örtülü. Oysa geçen hafta çamur içindeydi orası. Hemen yandaki durakta bekleyenlerin fırlattığı izmaritler, çamurun üzerinde sarı sarı parlıyordu.
Hayriye Köyüne gidecek olanlar saat başı kalkan dolmuşu o durakta beklerler. Pazar iskemlesini bir köşeciğe atıp, simitle karnını doyuran yaşlı kadınlar, çocuklarını arsanın köşesindeki çürümüş kerestelere doğru işetenler, yem çuvallarının üzerinde oturmuş sigara içenler, birbirine karışmış sesler, dolmuş yaklaşınca yaşanan küçük muharebeler, fesi yere düşen adamlar, çuvalını sürüterek kalabalıktan sıyrılmaya çalışan ihtiyarlar, hengamede sağa sola uçuşan, ayakları bağlı tavuklar hayatımın biricik eğlencesi. Gürültüyle durağa yanaşan dolmuş hiçbirini geride bırakmaz. Nasıl oluyorsa oluyor, onca yük ve onca insan o eski model Feka Ford’lara sığışıp evlerine gidiyorlar. Geride işte o sarı izmaritler, bisküvi paketleri, tavuk tüyleri, bostan kabukları kalıyor. Ben yazıhanemin penceresinde hiç tanımadığım insanların, hatta çamura bulanmış çuvalların ve yoluk kırmızı tavukların arkasından hüzünle bakıyorum. Karşı masada oturan Eşref, muhtemelen yalnızlıktan demli bir buhran içinde olduğumu düşünüyor olacak ki, yerli yersiz “Eh insan kalabalığı özlüyor tabi.” deyip duruyor kravatını sağa sola çekiştirirken.
İnsan kalabalığı özlüyor. Annem ve ben sofanın iki yakasındaki odalarımızda ışıkları söndürürken, sofanın duvarındaki küçük yeşil gece lambası yanıyor olur. Biz kapılarımızın altındaki eşikten sızan ışığa bakar, birilerin gelip geçmesini umar gibi cılız ışığın gölgelenmesini bekleriz. Sessizlik, çektikçe uzayan bir sapan lastiği gibi gerilir aramızda. Kimsenin gölgesi geçmez eşiğimizden. Bazı geceler keşfe çıkmış fareler, kilerden aşırdıkları yemişleri yuvarlarlar tahtaların üzerinde. Tıpırtıları gelir, fakat gölge bırakmazlar.
Sabah, iki yalnız kişiye göre uzun sayılabilecek yemek masasının bir ucunda ben, bir ucunda annem. Önümüzde altın kolyeli çay bardakları. Babamın vaktiyle Arabistan’dan getirdiği gümüş şekerlik ortada. Masa örtüsünü güveler kemireli bir on yıl var. O kadar eski ve köhneyiz ki. Ardiyede çürümüş aile tabloları gibi. Gözlerimi yummaktan korkarım annemle karşı karşıyayken. Ne zaman içim geçse, kendimi ıssız bir ormanın içinde annemi daha uzağa gitmek için ikna etmeye çalışırken bulurum. “Bak o tepeyi de geçersek Lütfü Efendiyi seni bekliyor bulursun.” Birlikte dikenliklere, çalılıklara bata çıka o karanlık menzile doğru yürürüz. Üzerimizden yırtıcı kuşlar geçer, gerilip gevşeyen dalların gıcırtılarıyla irkiliriz. Bir noktada bırakırım annemi. Değneğine dayanarak ilerler o. Gözden kaybolur. Ayak çıtırtıları gelir bir yerlerden, nihayet onlar da yitip gider ormanın uğultuları içinde. Gülümserim. Gözlerimi açtığımda annem bıraktığım donuklukta, duvara gömülü dolapta dizili kavanozlara bakıyor olur. Kavanozlar…Şen bir masaya açılmayı bekleyen reçeller ve konserveler. Kapaklarından paslı sular sızmış artık.
Annem bu sabah farklı bir şey yaptı; ardımdan avluya kadar çıktı. Gözleri kamaşmış olmalı, elini gözlerine siper edip, hızla bir yana doğru koşturan bulutlara baktı. O zaman ilk defa onun ne kadar eski bir şey olduğunu fark ettim. Ağzının kenarındaki kıvrımlar, tüylenmiş çenesi, eksik dişleri, eşarbından kayıp muşambayı andıran yanaklarına yapışan beyaz saçlar…Sundurmadan sızan birkaç damla, alnının ortasına vurarak parçalandı. Fakat o gözlerini bile kırpmadı.
***
Eşref, alt kattaki çay ocağından iki çay kaptı getirdi. İkisini de benim masama bıraktı. Ben o sıra müdavimlerini ağırlamak üzere olan arsaya bakıyordum. Birer ikişer geliyorlardı işte. Gülüşerek, oflayarak. Yeşil çimenin üzerine yayılmış bohçalarda yemişler var. Kadınlar lastik ayakkabılarını bohça bezinin dışında çıkartmış, don lastiğiyle sabitledikleri diz altı çoraplarını yukarı çekiyorlar.
Eşref ceketini çıkarıp masasının üzerine serdi. Sonra bir şarkı açtı. “Aşkımı bir sır gibi senelerdir sakladım.” Kıyı kıyı yaklaştı masama. Ardında çekiştirdiği topal sandalyesi. Bıyıklarının üzerinde açılıp kapanan koca delikler. Gözünün içine kıvrık kirpikleri her zamankinden daha kara. Ona bakınca gözlerimi seri bir şekilde kırpıştırasım gelir hep. Teklifsiz oturdu yanıma. Elleri dizlerinin üzerinde. Öğle geçmek üzere. Güneş karşı apartmanın camlarına düşmüş. Camlardan yansıyan ışık bizim duvardaki Lütfü Efendi tablosunu parlatıyor. Lütfü Efendi, gözlerinin üzerine akmış göz kapaklarını biraz olsun kaldırmış gibi. Bir sinek mütemadiyen alçalıp yükseliyor odanın boşluğunda. Şarkı bitiyor.
Önce Eşref uzanıyor bardağına. Sonra ben. Kendimi bir tuhaf hissediyorum. Çok kötü, ya da hiçbir şey. Eşref’in omzu değiyor koluma. Birer yudum çay. Tabaklarda tıkırdayan çay kaşıkları.
Eşref bir tuhaf. Oysa o, her gün görmeye alıştığım bir duvarın üzerindeki herhangi bir delik, çizik ya da kopmuş sıva yeri gibi bir şeydi. Türlü zamanlardan sonra yassılaşan çakıl taşları gibi, baka baka tanış bir şekil verdiğim herhangi bir eşya gibiydi. Titreyerek havaya kalkan elini önce yanağımdan yana, sonra ani bir vazgeçişle pencereye uzattı. İşaret ettiği yere baktım. Benim arsa. Ford durağa yanaşmakta. Birazdan yeniden ıssızlaşacak her taraf. İlle de ben.
“Ben seviyom seni” dedi. “Üç seneden beri.”
Lütfü Efendiye baktım telaşla; gözleri iyice açılmış. Aklımda son günü: Sofadaki divanda uzanmış yatıyor. Sürekli bir şeyler çıkarıyor ağzından, iplik gibi, çekip çekip duruyor. Annemin elinde yeşilimsi bir kavanoz. İçine soktuğu pamukla hastanın köpüren ağzını siliyor. Niye bilmem, otuz yaşımda birlikte gittiğimiz son pikniği hatırlıyorum. İkisi uzun bir ipi çeviriyorlar, ben atlıyorum, çok gülüyorum. Onlar da gülüyorlar. Lütfü Efendi bir ara iyileşiyor, hemen yanındaki perdeyi kaldırıp gökyüzüne bakıyor. İkindi girdi mi, diye soruyor bana. Bilmiyorum ki. Annem koşup mutfağa giriyor, elinde bir kase kompostoyla geri dönüyor tekrar. Sanki o komposto elli yıldır bu anı bekliyormuş gibi. Akşama öldü Lütfü Efendi. Bu sefer koşup bıçağı getirdi annem, battaniyeyle örtülü tümseğin üzerine yerleştirdi usulca. O bıçak da elli yıldır bu anı bekliyor gibiydi.
“Hayriye’de halamın evi var, boş. Bizim olur. Bu duraktan iner bineriz dolmuşa. Onlar gibi oluruz. Sonra ananı da alırız yanımıza istersen.”
Durağa baktık birlikte. Ford arkasında yorgun artıklar bırakmış gidiyor. İçimde dökülür dökülmez donmuş kurşun bir kütle. Kırk yıldır kapı eşiğinde gölge bekleyen gözlerim var benim. Karanlıkta ardına kadar açılmaktan şekli pörsüyen, bir tuhaf renkli gözlerim var. Nereye baksam boşluk görüşüm ondan.
Eve giderken yeşil soğan alayım diyorum. Annem ince ince kıysın onları. Tava yapsın. Akşam yemeğinden sonra durmuş saati ayarlarım. Sabah olur, akşam olur gene. Bir sürü şey giyer çıkartırız. Bulutlar geçer bacamızın üzerinden. Çarşafları değiştiririz, yeri süpürürüz. Kilim buruşur düzelir, terliklerimizin tekleri kaybolur. Turşu bidonlarından sızan suya bakarız. Kış gelir bir daha. Divanın iki ucuna oturur karı seyrederiz sessizce. Böyle böyle ölür belki o da. Komşu kadınlar gelir. Butlarına vura vura ağlarlar adetten. “Kışı çıkardı, baharı göremedi rahmetli” derler. Hörgücü kesilmiş develer gibi, yaralı ama hafif kalırım. Üç gün sonra gelirim yazıhaneye. Eşref güzel kokar bana belki o zaman. Hayriye’deki boş ev bizim olur.
...ENGİNDENİZ...
YORUMLAR
Böylesine büyük bir yeteneğin sadece grubumuzla sınırlı kalması haksızlık. Bu yaratıcılık, bu dile ve kültüre hakimiyet, okuyucuyu sarıp sarmalama kabiliyeti sonucu ortaya çıkan bu müthiş öykü ve hikayelerin lezzetini tatmak herkesin hakkı. Lütfen mütevaziliği bir kenara bırakıp basılı eserlerinizle sonsuzluğa imzanızı atın. Rafa kaldırdığınız roman çalışmanızın da tozunu alma zamanı geldi sanırım. Eserlerinizin edebi değeri çok yüksek. Bildirilerim arasında isminizi görünce koltuğumda şöyle bir kıpırdanıyor ve ceketimin önünü iliklemeye yelteniyorum.
Saygı ve sevgilerimle efendim, iyi ki varsınız, iyi ki buradasınız...
Capcanlı bir anlatımın var her şeyden önce.
Okuru yormuyor kalemin, bu da en büyük, en güzel, en sağlam kuvvetin.
Dediğim gibi öykülerini an an takip edeceğim Güzel Ablam.
Yeter ki yaz, yeter ki dokun sözcüklere. Yeter ki cümle sırala beyaz sayfalara.
HOŞ BULDUM. :)
Aynur Engindeniz
Güzel sözlerin için teşekkür ederim. Eyvallah.
Sevgi ve selamlarımla.
meselci
Yazdım bir iki tane.
Dosya halinde tutuyorum. Deftere asmayı düşünmüyorum.
Tamam dediğimde, dosyayı okutturum sana.
Olmaz mı?
Bu günün havası ile bileşince üşüdüğümden olsa gerek bir titreme sardı inceden. Bizimkisi bir anlık serüven..
kimbilir kapı eşiğinden geçenleri beklerken , bir beklenende biz olabilmişmiyizki acep. Bizimde geçmemizi bekleyenleri göz ardı etmişmiyizki. Kalabalığa hasret bir hal içindeyken içimiz, bizimde halimizi görüp, bizide gözetenler varmı ki ? arkamızda bıraktığımız bostan kabukları çekmişmidirki birilerinin dikkatini ?
Yine ışıklar sönecek, baharlar gelecek, kışlar gelecek te biz o butlarına vuran kadınları görebilecekmiyiz ki. Ne hal ile hallenirsek, hep başkalrını görebildiğimiz somut bir şekilde ortada. Peki ya bizim halimiz ile hallenenleri fark ettmiğimiz oluyormu ki.
İki cümle söyleyip arkamızı dönüp çıkıyoruz, biz söyledik kurtulduk peki ya cümleyi sahiplenenler.
Soğuk bugün hava titremem ondan, yazınız da üzerine serpilen tuzu biberi oldu.
Eyvallah.
bazen yalnız insanları buluda benzetiyorum, rüğzgar onları alıp nereye götürürse...
İki yalnız bulut; bulutlar yalnız olsa da kimi zaman renklerinden, süzülüşlerinden şiirler, hikayler çıkarırız. Bulutları çok severim, bazen bana ölmüş olan annenim, babamın silüetini gösterir bazen gözyaşlarıma benzer yağmurlar yağdırır. ben onlara benzer onlar düşlerime yataklık ederler...
Bu öykü, yaşam kesitten ve alabildiğince gerçek ve yaşanan; hepimiz kalabalık yalnızlardanız. Ve öykünün son dizeleri iyi bir izlenim betimlemeleriyle öyküyü, ebedileştirdi. Duru, sağlam ve göz tırmalamayan yabancı öğenin olmayışı yazarın belki yaşam tarzının inceliğiydi bir bakıma.
Günün seçkisini bize sunan değerli yazar dostumu kutlarken
en içten selamlarımı gönderdim
Deman Ronahi tarafından 2/9/2013 1:34:53 PM zamanında düzenlenmiştir.
Ve öykünùn her yanına sinmiş Aynur Engindeniz imzası. Sevdiğim o dış mekanlardaki an'ı durdurup uzatmalar... İçsel genişlemeler; üstelik dış mekanları ve nesneleri kullanarak...
Usta ve disiplinli bir tavır. Yağlıboya tavrı betimlemeler. Soluksuz dahil olunan üç boyutluluk.
Ve ilham veren derinlikli ifadeler.
Hani bazı eserler bütüne hizmet eder. Yani finalde tamamlanır tat. Seninkiler öyle değil. Her parçasında istisnasız güzellik ve edebi doyum...
İyi ki okuyorum.
Aynur Engindeniz
Spontane öyküler bunlar. Duraksız yazılıyorlar. Beslendikleri yer benim küflü tavan aram. Oradan silkeleyip çıkardıklarımın başkasını da etkilemesi kadar güzel bir şey olamaz benim için.
Teşekkürler sonsuzca Sema. Sevgilerimle daima.
İnsan kalabalığı özlüyor. Annem ve ben sofanın iki yakasındaki odalarımızda ışıkları söndürürken, sofanın duvarındaki küçük yeşil gece lambası yanıyor olur. Biz kapılarımızın altındaki eşikten sızan ışığa bakar, birilerin gelip geçmesini umar gibi cılız ışığın gölgelenmesini bekleriz. Sessizlik, çektikçe uzayan bir sapan lastiği gibi gerilir aramızda. Kimsenin gölgesi geçmez eşiğimizden. Bazı geceler keşfe çıkmış fareler, kilerden aşırdıkları yemişleri yuvarlarlar tahtaların üzerinde. Tıpırtıları gelir, fakat gölge bırakmazlar. Duygular seyre dalmış içli içli yazan yüreği kalemi kutlarım sevğilerimle............
Aynur Engindeniz
Saygılarımla.
Sessizlik, çektikçe uzayan bir sapan lastiği gibi gerilir aramızda.
Sessizliğin sinir bozan gerginliğini anlatan harika bir betimleme. Yazım diliniz öyle akıcı ki başlayınca bitmesin istiyor insan. Ama zaten yazınız bitimsiz. Kalan boşlukları okuyucu tamamlıyor kendince.
Kadınlar lastik ayakkabılarını bohça bezinin dışında çıkartmış, don lastiğiyle sabitledikleri diz altı çoraplarını yukarı çekiyorlar.
Ne güze bir durum tespiti. Sahneyi canlandıran bir pasaj. Evet diyorum eskiden böyle lastikler kullanırdı kadınlar, çorapları düşmesin diye. Canlanan sahne karşısında kocaman bir tebessümle kaldım bir an. Akıl denen şey alıp başını gidiyor böylesi canlı sahneler karşısında.
Gözlerimi açtığımda annem bıraktığım donuklukta, duvara gömülü dolapta dizili kavanozlara bakıyor olur. Kavanozlar…Şen bir masaya açılmayı bekleyen reçeller ve konserveler. Kapaklarından paslı sular sızmış artık.
Sanki o komposto elli yıldır bu anı bekliyormuş gibi.
O bıçak da elli yıldır bu anı bekliyor gibiydi.
Kırk yıldır kapı eşiğinde gölge bekleyen gözlerim var benim.
Bekleyiş... Ne çok bekleyen var diyorsun okuduğun anda. Beklediklerini düşünüyorsun... Ne garip evet "gölgeler" dedim içimden. Gölgeler...
Tebrik ve teşekkürlerimi bıraktım güzel sayfanıza hatırlattıkları ve yaşattıkları ve dahi yaşatacakları için.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
Evet geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer derler ya, o geçmiş benim yaşayan bir parçam sanırım. Ne unutmak, ne de unutturmak istiyorum. Çorap lastiği yüzünden az mı azar işittim annemden. Benim zamanımda rengarenk tokalar yoktu. Annemin çorap lastiğini saçıma bağlayıp okula gitmişliim çoktur. Kaybedip, azar işitmişliğim:) Ama güzel günlermiş o günler. Yolun yarısında bir garip olarak geri dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum bunu.
Tekrar teşekkürler güzel sözleriniz için. Var olun.
Saygılarımla.
Hımmm... Uzun bir aradan sonra yazıların ve sen... Aslında ara verince kalem bir soğur sanki,alışma evresi geçirir... Diğer güne gelen yazını da okumuştum "Uzak bir yer" ama yorum yazamamıştım...
Hayriye Köyü.. Ben hiçbir zaman senin hikayelerinde isimleri rastgele seçtiğini düşünmedim,öyle olduğunu söyleme,inandıramazsın :) Ve köyün ismi neden böyle,sanki hikayenin sonunda hepten anlıyoruz...
Ama birbirmize olan sözümüzden dolayı bu iki hikayede de hâlâ sanki kaleme bir soğukluk hissediyorum,neden bilmem..Ya da benim modum belki uzak...
Ha hâlâ usta işi,o ayrı :) Bi de ben de kalabalıkları özlüyorum,o da ayrı :)
Sevgilerimle..Seni okumak ve defterde görmek gerçekten güzel..
Bir de eklemek istediğim bir şey var ki,değinmeden geçemeyeceğim..Gözlem gücün bir harika sevgili yazarımız..Hikayeyi okurken bu defa gözlerini gördüm,anlattıklarının yerine..Çok keskin bakıyorlardı...
küsss tarafından 2/8/2013 10:09:08 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Beğenmene sevindim. Çok teşekkür ederim.
Bu arada senin müthiş öykün ne almede. Kaçırdığım bölüm var mı?
Sevgilerimle.
küsss
O bahsettiğin ve senin güzel gördüğün öykücüğün de yarısını yazmıştım,öyle kaldı..Hiç paylaşmadım yani daha..Teşekkürler ilgine :)
Sevgiler..
küsss
Aynur Engindeniz
Bir de unutmadan, Hayriye Karamürsel'in bir köyünün adı:))
Hayırlı geceler sevgili yazarım.
küsss
Hayırlı geceler olsun pek sevgili yazarım ... :)
Aynur Engindeniz
küsss
ve seni günde görmek hep güzel..sadece sanırım ben seçkiyle aynı fikirde olamıyorum bazen..örneğin annene yazdığın mektubu günde görmeyi dilemiştim ama olmadı..neyse hayırlısı :)
‘’…Akşama öldü Lütfü Efendi. Bu sefer koşup bıçağı getirdi annem, battaniyeyle örtülü tümseğin üzerine yerleştirdi usulca. O bıçak da elli yıldır bu anı bekliyor gibiydi.’’
Benim için hikâyenin sonu bu bölüm oldu. Bu bölümden sonra dağıldım,çünkü kafam hâlâ o kısımdaydı,toparlayamadım sonra.Demek istediğim, sonucun da bu derece bıçak gibi keskin olmasını isterdim. Hikâyenin zirvesi bu kısım,belki o yüzden bu kadar dokundu. Mesela o kısımdan sonra çok şey düşünebilirim,hayal edebilirim ve birçok yere de gidebilirim. Hepsi de oldu.
Ve hikâye diliniz:
Bir karşılaştırma yaparak bunu açıklamak istiyorum-dikkatimi celbettiği için- müsaadenizle:
Hikâyelerinizdeki dil,bana şiir dilini çağrıştırıyor nedense. Nasıl yani? Aslında okurken,ben aynı zamanda bir şiir de okuyorum ve dolayısıyla keyif alıyorum. Bunu yapmak ayrı bir tecrübe gerektirir. Bu konuda beni en çok etkileyen Murathan Mungan’dır. Okuduysanız şayet ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.
Ve küçük şeyler:
Gözüme takılan küçük küçük ayrıntılar. Ayakta sağlam bir şekilde durmasını sağlamışlar hikâyenin.
Daha ne söylenebilir diye baktım:
Ölümün naifliği!..
Aynur Engindeniz
Öykü dili şiirsel evet. Belki derinden gelen bir şey bu. İyi şiirler yazabilmeyi çok isterdim. Başaramayacağımı bildiğim için şiirin dilini çalıp öykülere monte ediyorum. Aslında bu doğal bir durum. Yani şiirsellik. Hüzünlü olan herşey şiirdir bana göre. Hayat da hüzünlü.
Öğleden sonraki teftişi beklerken yağmur refakatiyle yazdığım bir öyküydü. Keşke biraz sabırlı olabilsem, daha sonra neler eklerdim bu öyküye. Ama oldu bir defa:) Beğenmenize sevindim.
Teşekkür ediyorum.
Saygılarımla.
Harun Aktaş
Ben, hikâye dedim siz öykü: ikisi de aynı diyeceksiniz ama.Haklısınız;ama bende haklıyım.Şapkalı â'yı terk edenlerin başvurduğu bir sözcüktür öykü.:)
İyi hikâyelerin sonu her zaman muallak olur. Romanlar bu muallağı çözmek için vardır zaten.mi?.Belki bu yüzden hikâyelerin sonu hiç yoktur.
''hüzünlü olan her şey şiirdir'':lirik. Belki de haklısınız.
Aynur Engindeniz
"Öykü" güzel. "Hikaye" elini havada sallayıp "hepsi hikaye" demeyi çağrıştırıyor belleğimde. İnanmamayı. Oysa inanmalı yazdıklarıma okur. Doğru söylüyorum, hepsi gerçek. Biri yaşadı onları. Kim bilmiyoruz. O yüzden "öykü" Şapka düştü artık. Kel başımıza ne çare:)
Harun Aktaş
Size inanmadığımı mı ima ediyorsunuz yoksa? Hayır hayır öyle değil,biliyorum, bu soruyu bahane ederek:Bir okur olarak inandığım için okuyorum yazdıklarınızı,inanmadığın bir insanla konuşmadığım gibi inanmadığım bir öykü'yü-bakın burada bile ödün verdim kendimden- okumam kaldı ki''demek için sordum.
Ama okuru inandırmak da da yazarın işi,bunu yapabiliyorsa,tamam gerçek der ve içine girersiniz hikâyenin. Haksız mıyım?
son cümle için: belki'yi çıkarıyorum.Haklısınız.
Aynur Engindeniz
Okuru inandırmak elbette yazarın işi. Ama okur çoğunlukla kendi algısına göre hareket eder, yazarın bak dediği şeyi, kendi önceliklerine göre görür ve anlamlandırır. O yüzden yazdıklarımı kimse okumayacakmış gibi yazarım evvela. Bitirdikten sonra iş değişir tabi:)