- 573 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
12 EYLÜL SONRASINDA CEZAEVİ GÜNLERİ (8)
Mapushane etrafında aney, aney, aney dikenli teller;
Birbirine bağlı bilekler...
Cezaevi bahçesinde dolaşıyordum, içeriden gelebilecek anormal bir sese kulak kabartıyordum.
O günlerde dinlemeye alıştığımız mapushane türküsününü benim görev yaptığım bir cezaevinde duymuş olmaktan şaşkındım.
Askere gelene kadar, suçlu olarak, ne polis karakoluna ne de bir cezaevine yolum düşmüştü.
Günümüzde yıkılarak Adalet Sarayı olarak hizmet veren eskitarihi Bursa cezaevi’nin önünden, arkasından sağından- solundan geçmiştim fakat bir gün olsun ziçeri ziyaretçi olarak bile girmemiştim.
Cezaevi ve içindeki mahkumların hayatı hakkındaki tüm bilgim TV’den izlediğim yerli- yabancı sinema ve dizi filmleriyle kısıtlıydı.
Hayatında bir gün bile gerçek cezaevi görmemiş ben, kaderin bir oyunu olarak cezaevi’nde, üstelik de askeri bir cezaevi’nde tutuklulara bakmakla, korumakla görevlendirilmiştim.
İçerideki tutukluları izledikçe, görüş günlerinde ziyerete gelen yakınlarının perişan halini gördükçe bir insan olarak o’nlara elbette ki acıyordum fakat neticede ben de vazifemi yapmakla yükümlüydüm, ne sağcısına ne solcusuna yada ortacısına, kenarcısına tolerans gösterebilecek durumda değildim.
Hava Kuvvetleri Komutanlığı tarafından bize gönderilen emir ve yönetmeliği zerrece sorgulamadan tatbik etmekle yükümlüydük.
Bunların içinde en başta geleni ise tüm gözaltındaki şahıslarla tutuklular olmak üzere hiç birisine kötü muamele edilmeyeceğini bildiren emirdi.
12 Eylülün üzerinden 33 sene geçti, o günleri anlatan kişileri Tv lerden izliyorum, özellikle işkenceyle ilgili itham ve suçlamalarda bulunulmasını bir türlü kabullenemiyorum.
Beylerimize bakılırsa, askeri cezaevlerine düşen masum ve gariban ( burada solcular kastediliyor) takımı askerlerin işkencesine uğramışlar, insanlık dışı muamelelere maruz kalmışlar.
Diğer cezaevlerini görmedim, oralarda bulunmadım, bahse konu şikayetler orada yaşanmış olabiliri.
Fakat yeminle söylüyorum ki, bizde gözaltında bulunan veya tutuklu olan hiç bir Allah’ın kuluna işkence edilmemiş, kötü muamele gösterilmemiştir.
İşkence yapılmış olsaydı mutlaka görürdüm veya duyardım.
Burada bir parantez açayım, görmediğim fakat gardiyan arkadaştan duyduğumu nakledeyim.
Bir köyün muhtarı, köyünün sakinlerinden tabancaları toplamış (sözde) bir Jandarma astsubayına teslim etmiş! ( Devlet, teslim edilen tabancalara takipsizlik yapılacağı garantisini vermişti)
Fakat muhtarın iddialarının aksine Jandarma Astsubayı iddiaları yalanlıyor, muhtarın devlete teslim edeceği garantisiyle topladığı tabancaları teslim etmeyip üstüne yattığını söylüyormuş.
Ve bu uyanık muhtar da meğerse bizim konuklarımızdan biriymiş.
Adı geçen Jandarma Astsubayı bir gün bizim cezaevine gelmiş, durumu anlatmış, uyanık muhtarı yanına getirtmiş.
Belindeki 14 lü tabancayı çekmiş, muhtarın başına dayamış, silahta 14 mermi olduğunu hatırlattıktan sonra yalanlarına devam ederse, 13 mermiyi ona, kalan bir mermiyi de kendi kafasına sıkacağını söylemiş.
Kafasına silah dayanan muhtar birden bire iddialarındanvaz geçmiş, sakladığı silahların yerini tarif etmiş.
Bölük gazinosunda oturuyorduk.
Devre arkadaşım Hüseyin Şahin Er nöbetten geldi, doğruca bizim masaya gelip oturdu.
Hüseyin’in yüzü şaşkınlıktan o kadar değişikti ki, ne olduğunu sorduk.
Hüseyin, Cephane nizamiyesinde nöbetteyken tam 4 kamyon tabancanın Cephaneliğe getirildiğini görmüş.
Hüseyin Bursalıydı ve çok da dürüst bir çocuktu.
O güne kadar bir tek yalan söylediğini ne görmüş ne de duymuştuk.
Ne hikmetse o gün Hüseyin’in yalan söylediğini sanmıştım.
Yani ne demekti tam 4 kamyon tabanca yakalansın da bize getirilsin.
Meğerse Hüseyin’in günahını almışım, Hüseyin’in söylediği tamamı ile doğruymuş.
Bir gün ben de aynı yerde gündüz nöbetindeydim.
Arka arkaya ikisi Çorum Belediyesi’ne ikisi de karacıların kullandığı büyük kamyon olmak üzere 4 kamyon nöbet beklediğim nizamiyeden içeri girip nizamiye karakolunun önünde park edince, beni şeytan dürrtü, tek tek kamyonlara çıktım, içinde ne olduğuna baktım.
Ve 4 kamyonun da kasasının tabancayla dolu olduğunu gözlerimle görünce Hüseyin’e hak verirken kendi kendime kızıyordum.
Gelelim, cezaevi mhabbetine.
Peki, misafirlerimiz hayatlarından çok mu memnundu?
Tabii ki hayır...
Neticede orası askeri bir Cezaevi’ydi ve çok katı kurallar vardı.
Sabah erken kalkmak ve sayıma katılmak zorundaydılar. (Kimine göre erken kalkmak ölümdür ve işkencenin de babasıdır)
Sabah kahvaltısında ve diğer öğünlerde biz ne yiyorsak onlara da aynısı çıkıyordu, Beylerimiz bazı yemek türlerine burun kıvırıyorlardı.
Neymiş efendim, niye pırasa çıkmış, neden kapuska, kabak musakkası çıkıyormuş?
Devletin parası yok muymuş, daha fazla etli yemek çıkaramıyor muymuş?..
Bak, bak, bak...
Beylerimiz sanki evlerinde 3 öğün et yemeği yiyorlar da bizdeki yemeği beğenmiyorlardı.
Sabah kahvaltısından sonra bahçeye çıkarılıp mıntıka temizliğe beylerimizin zoruna gidiyordu.
Sanki bahçeyi ben kirletiyordum.
Kim kirletirse onlar temizler kuralına sıkı sıkıya önem veriyorduk.
Mıntıka temizliğinden sonra konuklarımızı yaş gurubuna göre ayırıyor, yürüyüş talimi yaptırıyorduk, yürürken de öğrettiğimiz yürüyüş kararlarını yüksek sesle söyletiyorduk.
Ağzının içinde geveleyerek söylemek istemeyenleri yakaladığımızda da sola halinde tekrar söyletiyorduk.
Yürüyüş taliminden sonra bizim bölükteki eğitimli arkadaşlar tarafından kitap ve ansiklopedilerden derlenmiş bilgiler ihtiva eden yazılar yine bizim tarafımızdan tutuklulara okunuyordu ve onlarda dinliyorlardı veya dinliyor gibi görünüyorlardı.
Meydana gelen bir sağlık sorununda tıpkı bizim gibi tutuklularında üsteki Sağlık Amirliği’nde veya Hava hastanesinde tedavileri sağlanıyordu.
Sadece ilaç kutuları kendilerine teslim edilmiyordu.
İlaç kutularının üzerine yazdığımız isimlere ilaç kullanma saatinde ilaçlarını dozlarına göre biz veriyorduk.
Verdik de iyi mi yapmışız?
Ne alaka?
Biri bize bunun yanlış olduğunu bizzat yaşayarak gösterdi.
Biz dama ilacını dozuna göre vermiştik, fakat adam ilaçları yutmamış, biriktirmiş, sonra yeterinde biriktirdiğine kanaat getirerek hepsini birden yutmuş, intihara teşebbüs etmiş.
Koğuş arkadaşları durumu öğrenince cezaevi yönetimine haber vermişler, adam gece yarısı bizim ambulanslarla hastaneye kaldırılmış, orada gerekli tedavisi yapılarak hayata döndürülmüş.
Bu olumsuz gelime üzerine HKK’ğından gelen yeni bir emirle ilaçlar hastalar elden verilmedi, gardiyan nezaretinde alınması sağlandı.
Yupmayıp, dllerinin altında ilaç saklayabileceği düşünülürek de dilleri kaldırılmak suretiyle kontrol edildi.
Benim nöbetimde tutuklunun birine ilaçlarını vermiştim, yutması içinde başında bekliyordum.
Adam durumdan rahatsız oldu, sonra yutacağını belirterek yanımdan uzaklaşmamı istedi.
Tabii ki isteğini hoş karşılamadım, gözümün önünde içmesini ihtar ettim.
Bunun üzerine tutuklu hayatından henüz bıkmadığını, intihar etmeyi falan düşünmeyeceğini belirtince de ben sertleşmek zorunda kaldım, aslında hayatına zerre kadar önem vermediğimi, sadece kendi nöbetimde vukuat istemediğimi hatırlatınca da adam ilacını mecburen gözümün önünde içmek zorunda kaldı.
Koğuş haline getirilen 4 oda da küçük bir banyo olmasına ve bunlarında tutuklular tarafından kullanılmasına rağmen, tutuklular haftada bir gün, 10-15 kişilik kafileler halinde bizim erat banyosuna götürülüyorlardı, belli bir süre yıkanmalarına imkan sağlanıyordu.
Biz 5. üssün askeriyken bitlenmiştik, fakat hiç bir tutuklunun bitlendiğini ne gördüm ne de duydum.
Bizden tek farkları, üzerlerinde sivil giysiler oluşuydu.
Yeri ve zamanı gelmişken çok önemli bir ayrıntıyı da anlatmazsam tarihe ihanet etmiş olurum.
İşkence iddialarıyla birlikte yobazlarca askere yöneltilen bir iğrenç iftira daaskerin din düşmanı olduğu yalnıydı.
Bu iftira tamamı ile yalandır.
Bizim hem Kütahya’da hem de Merzifon’daki çok yeni olmak üzere camilerimiz vardı ve cuma namazlarına da gidebiliyorduk.
Ramazan ayında ise oruç tutacakların isimi alınıyordu, bunların nöbetleri sahur saatine denk gelmeyecek biçimde ayarlanıyordu.
Sahura giden arkadaşlara ( Ne yalan söyleyeyim, ben askerde hiç oruç tutmadım)hem sabah kahvaltısı hem de öğlende bize çıkacak yemek veriliyormuş.
Askere ibadet kolaylığı sağlayanlar tutukluları da unutmadılar, ismi alınan tutuklulara gece sahur yemeği getirildi, isteyenin oruç tutması sağlandı.
Harekatın civcivli günleri tavsayınca, komutanımız, paralarını ödemek suretiyle içeridekilerin kantinci astsubay tarafından istedikleri gıda maddesinin şehirden getirilmesine de imkan sağladılar.
Kantinci astsubay cezaevine geliyordu, şehirdeb gıda maddesi isteyenlerin siparişlerini ve siparşlere ödenecek parayı alıyordu, akşam üzeri tüm siparişleri listeye göre teslim ediyordu.
Yaz günüydü, karpuz mevsimiydi.
Tutukluların sipariş ettiği karpuzların parası, karpuzun kabuğuna kazınan gramaja göre belirleniyordu.
Tutuklular en azından bu konuda bizden şanslıydılar.
Çünkü bizim dışarıdan gıda maddesi alacak paramız olmadığı gibi bir arzumuz olup olmadığı bile sorulmuyordu!
Madem askerdik, teskere alıp, baba evine döneceğimiz güne kadar bize ne çıkıyorsa ona talim etmek zorundaydık.
O günlerde pırasa ve kapuskayı ağzıma bile sokmuyordum, diğer yemeklerle karnımı doyurmaya çalışıyordum.
Acaba bir gün, teskeremi alıp evime dönebilecek miydim?
Bu biraz zor gibi görünüyordu, çünkü daha geride bir seneden fazla askerliğim vardı.
Her biri bir sene gibi geçmek bilmeyen günlerrden oluşan bir seneden fazlası beni bekliyordu..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.