Yüzümdeki Hyatın Tokat İzleri
Bu hikaye, gerçek hayattan alınarak yazılmıştır.
Çocukluğunu, uzakta, yatılı bir okulda geçirmiş tüm ürkek, utangaç ve yarım büyümüş kanatsız çocuklara...
Dokuz ay karanlıksal bir mağara uykusunda sonra gözlerini ‘gül bahçesi olmayacak’ dünyasına açtı! Gözleri açıktı fakat nesneleri algılamaya daha zaman vardı; sesleri duyuyor fakat ne nedir? Kimdir, nasıldır? Sorulara cevap verecek durumda değildi hala… Beş duyu organları birkaç ay içinde işlevliğini alacaktı.
İlk hafta içinde, evlerine gelen konu komşu türlü türlü hediyelerle gelip “gözünüz aydın… Allah analı-babalı büyütsün” esenlikleriyle Hediyeleri bırakıp giderlerdi. Avkani, söylenenleri kendisine mi yoksa annesine mi söylediklerini anlamazsa da hoşuna gidiyordu “gözünüz aydın” söylemine…
Annesi çarşı-pazara giderken onu tanıyan tanımayan insanlar yumuşacık ellerine dokunup “Ne tatlı şey! Çok şirin bir bebek!” deyip hayranlıklarını dile getirirlerdi. Bu sevgi gösterileri evde de devam ederdi. Avkani, mutlu ve huzurluydu; kendini cennete hissediyor ve hayatın tüm karmaşasında uzak, tatlı tatlı sütünü içer ve bol bol uyurdu; ‘oh be ne hayat’ dediğini duyulur gibiydi. Avkani, evin tahtı olan anne kucağında babasının sevgi gösterilerine gülüp eğleniyordu, yarının geleceği olan Avkani, şen ve neşeliydi.
Bu saltanat devri kısa sürdü; üç yıl kadar! Etrafında pervane dönen annesi, elleri sürekli dolu dolu gelen babasının yakınlığı azalmış gibi oldu! Avkani’nin mutluluğu huzursuz olmuştu. Kendi kendine “Acaba, ben ne yaptım?” diye düşünmeye başladı. Sonra “anladım, çok yaramazlık yapıyorum da ondan… Yok, yok dün akşam çaydanlığı devirdiğimdendir bu küslük!” deyip olanları beklemeye koyulmuştu. Tüm bunlar Avkani’nin düşündüğü şeyler değildi; daha birkaç yıl önce uyuduğu sımsıcak annesinin kucağında iki el kadar, zayıf, kırmızı bir bebe duruyordu! Annesi şefkatle bebeğe baktığını görünce bozuldu. Bebek sürekli ağlıyordu ve kıpırdaşıyordu…
Avkani, merakla annesine sordu:
“anne! Bu ne? Kim getirdi bu cılız şeyi! Senin kucağında ne işi var?”
“Oğlum… Bir tanem, bu kardeşin!”
Babası, Avkani’nin saçlarından okşayarak:
“Oğlum, kardeşini leylekler getirdi tıpkı seni getirdikleri gibi…” dedi.
“Bu benim kardeşim olmaz! El kadar bebek…” deyip somurttu.
Babası, gülerek eşine baktı ve tatlı bir tebessümle eşine dönerek:
“Hanım… Avkani, kardeşini kıskandı… Artık pabucunu dama atma zamanı!”
“Nee… Pabucumu ne diye dama atacaksınız ki?”
Anne ve babası gülüştüler. Annesi oğlunun yanağından öptü, okşadı “sen benim ilk göz ağrımsın, canımsın… Bir tanem bu kardeşin büyüyünce sana sırt çıkar! Kucağımda sana da kardeşine de yer var” deyip gönlünü aldı Avkani’nin…
Avkani, içten içe kıskanıyor ve duruma üzülüyordu. Ebeveynleri ise mutluydular; Avkani’nin zamanla alışacağı ve bir gün kardeşi olduğu için sevineceğini biliyorlardı. Oysa Avkani, elinde gelse bebeği boğardı; elindeki sevgi servetin tükendiğine inanıyordu. Düpedüz kıskanıyor ve eskisi gibi sevilmeyeceği kaygısıyla kendini dışarıya attı.
Zamanla eve bir kaç kardeş daha geldi ve hane kalabalıklaşmıştı. Avkani’nin yaşadığı evde neşe, huzur vardı, anne-babası onlara kol kanat germiş onları sevgiyle büyütürlerken çok çaba harcıyor ve çocukların en değerli varlıkları oluyorlardı.
Arada bir altı yıl daha geçti, Avkani okul yaşına gelmişti ve köylerinde okul yoktu. Babası bir gün ona “Haydi oğlum, okul vakti, hazırlan…” derken Avkani güldü ve babasına “ne okulu? Köyde okul yok ki… Cami var fakat camiye gitme zamanı değil ki!” dedi. Babası:
“Ah, benim güzel oğlum… Camiye değil, okula gideceksin! Biliyorum, köyde okulun olmadığını ve kahretsin! Okulun olmayışı, senin bizden ayrı kalmana sebep olacak! Okuman için, adam olman için seni yatılı bir okula yazdırdım” dedi ve gözleri nemlendi sonra gözyaşları dökülüp yanaklarını ıslata ıslata dudaklarına kadar vardı.
Biliyordu, yatılı okulun uzak olmasının getireceği psikolojik etkilerini, ayrılık duygusunun yoğunlaşacağını ve içine kapanıklığın olacağını… Fakat çocuğun okuması için yapacağı başka bir şey de elinden gelmiyordu.
1974 Eylül
Avkani, köylerinde seksen kilometre uzaklıkta bulunan bir yatılı okula kaydedildi. Burası bir okuldan çok bir hapishaneyi andırıyordu; etrafı dikenli tellerle örülü geniş bir arazi üzerinde kuruluydu ve beşyüze yakın öğrenci vardı! Askeriye binalarına benzer yapıları sarı renkten, ürkütücü ve soğuktu. Yatakhane odalarında otuzar kişilik demir ranzalar vardı. Yemekhanede çelik masalarda; tabak, bardaklar, sürahiler hepsi çeliktendi ve çelik kalpli yemekhane personelleri her gün her öğünde itina ile yemekleri servis ederlerdi!
Burada her şey yabani ve yabancıydı… Okula yeni başlayanlar için ürkütücü ve korkunç bir tünele girmişçesine korkuyorlardı. Yatılı okulda, Annesiz-babasız sekiz yıl burada tatiller dışında uzak kalmak demekti. Avkani, daha ilk gün, babası eve dönerken arkasında ağlamış ve okul hademelerince zorla ikna-çaba ile babasından ayırmışlardı. Birden sıcacık anne- baba ocağında ayrılıp bu cehennemsi bir yere gelmesinin suçu neydi diye düşünürken ağlamaya başladı. Daha ilk günlerinden buradan sıkılmış, içine kapanmıştı. Etrafında neşeyle gülen, oynayan çocuklara uzakta bakmakla yetinirdi. Akşam olmuştu; Öğrenciler, demir ranzalı yatakhanelere hücum ettiler. İki katlı ranzalar boylarına, güçlerine göre ayrılıp dağıtım yapıldı ve herkesin ismi yazılı ranzalara geçtiler!
Çelik ranzam annem kokmuyor ve buzul!
Annemin serdiği döşek sıcaklığı nerde?
Hiç kimse annem kadar…
Babam kadar…
Sevgiyle bakmıyor
Neden her yüz bana yabancı?
Avkani, yatağına geçti, yorganını başına çekip ağlama nöbetine girip sabaha kadar ağladı. Sabah olduğunda Nöbetçi öğretmenin “Kalk” komutuyla sersemce uyandı ve otuz kişilik yatakhanede çocukların paldır küldür seslerine “Sersemler! Çabuk kalkın ve yemekhanenin önünde sıra olun” emri veren öğretmen diğer yatakhanenin odalarına geçti. Daha elbiselerini düzgün giyinemeyen minik çocukların gözlerinde panikten çok korku vardı; yalnızlık, özlem ve ailelerinde uzakta olmanın acısı vardı. Kuru beton üzerinde dikilen ranzaların görünüşünden çok yalnızlık ve korku salgılanıyordu adeta.
Ayrıca, bu okul özelikle kırsal alanlarda, köylerinde okul olmayan yerlerden öğrenci alınıyordu. Bu Eğitim ve öğretim yatılı ilköğretim okulu bölgenin en büyük okullarında biriydi. Bu okulda eğitimin yapılması için önce Türkçe bilmeyen öğrencilere dil öğretmekti ve bu öğrenim yapılırken çocuklara şiddet de uygulanabiliyordu. Öğrencilerin büyük bir bölümü Kürt çocuklarıydı ve Kürtçeden başka dil de bilmiyorlardı. Tek tük Türkçe bilenler de sınıflara sınıf başkanı oluyorlardı. Sınıf başkanı olmak, ülke başkanı olmak gibi bir şeydi. Yatakhanede, yemekhanede ve sınıfta bazı ayrıcalıkları olurdu.
Avkani’nin bulunduğu sınıfta Samet isminde biri sınıf başkanı olmuştu. Öğretmen, ona başkanın görevleri sınıfta anlatıp “ 1-Türkçeyi öğrenmek için kesinlikle Kürtçe konuşmak yasaktır. 2- Sınıfa kesinlikle öğretmenden önce bulunmanız ve gürültü yapmak yasak! Vb… Haydi, başkan hayırlı uğurlu olsun!” deyip sandalyesine geçip oturdu. Dersler başlamıştı.
Arkası Yarın...
YORUMLAR
DemAN
Değerli yorumunuz için Çok teşekkür ederim, sağolun efendim
Selamlarımla
DemAN
İnşallah merakınıza değecektir, gözlerinize sağlık
anılarımda saklı namus öyküleri var; bu onlardan biriydi
okula dilsiz başlayan masum çocukların gerçek yaşamı
öykü kadar iyi bir analizid de...
..
harikasın dost
yaşamı yaz
yaşamı yazarak ölümsüz kıl
teşekkürler.
DemAN
Vefalı dostum, beni takip ediyor olmanız beni mutlu ediyor ve teşekkür borçluyum, çok sağolun
Selamlarımla
:((
ben bu hikayeyi biliyorum
kişiler farklı olsa da aynı yollardan
aynı köprülerden
aynı hüzne ulaşıyorduk
çok
çok eski yıllara gittim birden
iyi mi kötü mü bilemedim şimdi
tek bildiğim
var ol Heval
saygıyla
DemAN
Ağlamalarımız, gülmelerimiz ve acılarımız aslında ortaktır ve benzerdir çünkü iki türlü insan vardır; iyi-kötü, korkak- cesur, sağlılklı-hasta, ve talihli-talihsizler...
Sanırım biz de talihsizler grubunda yer aldık
Sayfama gelip, dertleşme imkanı bulduğum için teşekkür ederim sevgili Heval can