24
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3268
Okunma
Çok uzağa gidelim, dedi kadın. Erkek başını salladı. Üzerlerine bir rakkas eli gibi uzanıp nazikçe burulan çiçekli dal titredi. “Fakat” dedi erkek. “Uzağın bir tanımı olsun.” Düşündüler. Bacaklarını sarkıttıkları surların altında hapis olan, dokuz yüzyılın ölüleri de düşündü. Uzak, pamuklu beyaz bir kumaşın üzerine dökülmüş şalgam gibi, gittikçe genişleyen ve şekli önceden tasavvur edilemeyecek bir leke gibi büyüdü içlerinde.
Oya, önlüğünün cebindeki çekirdekleri sıktı avucunda. Niye böyle yaptığını o da bilmiyordu. Samet Bey, dikkatle süzdü kızı. Saçları her zamanki gibi kırmızı yün iplik dolanarak örülmüştü. Aynı iplikten bir parça, el örgüsü yakalığını iliklemek için kullanılmıştı.
“Kızım, bir kere daha soruyorum: Uzak ne demektir?”
Rüzgar, ince duvarın arkasındaki beton bahçede birkaç kuru yaprağı sürükledi seslice. Ne güzel bir sesti o. Acı ve uyutucu. Kaldırıp başını duvara baktı Oya. O zaman bir tutam saç düşüverdi burnunun üzerine. Bütün ressamların hayal ettiği, başı bir yana devrik, hüznü kendinden bir kız portresi…Gözleri yeşil bir cenaze örtüsü. Böyle puslu havada, rüzgarın kuru yaprak kovaladığı bir anda, sessizlik ve cevapsızlık içinde durağan, şaşkın, baygın ve efkarlı bakan bir çift çocuk gözü kadar ilham verici ne var? Bir kere daha cebinin üzerinden, babasının verdiği çekirdekleri sıktı. Sonra ağladı. Onun uzağı, ölümle alakalıydı. Fakat bunu anlatacak kelimeleri sıralamasına imkan yoktu.
Dirsekleri pervazda, gözleri uykulu bir kadın, karşı evlerin çatılarına konan kuşları izliyordu. Sırtı sobaya dayanmış. Odada sade bir kumaş hışırtısı ve ibrik horlaması. Odada ıhlamur ve haşlanmış balkabağı kokusu. Zembereğinden kopup tabana abanmış bir zaman var odada. Ölü.
Kış bütün evhamlarını döktü sokağa. Damlara, kuşlara, ağaç dallarına, çöp kutularına. Üst kattakinin oğlu yine flüt çalıyordu. Kış babayı cicim, çok sevdiğim için…Kim öğretiyor bu ağlak şarkıları sabilere?
Puslu bir aşağılanmış kent resmi, derinden içli bir melodi, sıcak ve evham… “Şimdi herkes ne görüyor baktığı yerde” diye geçirdi içinden. Yaşlı kaynanası sobanın arkasındaki divanında, yorganını çitiliyordu mahsusçuktan. O, gece gündüz uyumaz yorgan çarşaf çitiler kendi kendine. Hışırtı bundan. Bir şey var bir türlü paklayamadığı. Kimse bilmiyor.
Pencerenin kenarındaki bardağından bir yudum içip, yeniden dirseklerini pervaza dayadı kadın. Hırkası titredi, gömleğinin yakası aralandı. Göğsünün bir kenarı göründü azıcık. “Alsam gitsem başımı” dedi bu sefer seslice. “Kimsenin gördüğü bir yerde olmasam. Çok uzağa kaçmalı, çok uzağa…”
Yaşlı kadın boynunu uzatıp, bir yanı soba borusunun arkasında kalan gelinine baktı. “Muammer bulur getirir seni” dedi gülerek. Sonra yeniden yorganına döndü.
Muammer’in de bilmediği uzak bir yer hayal etti kadın. Çayı buz oldu bardakta. Kocakarı uyudu kaldı duvara yaslı. Elinde bir tutam çarşaf. O kadar çok zaman geçti işte. Muammer sokağın uzak başında görününce usulca perdeyi çekti kadın. Kuşlar topluca havalanıp gözden kayboldular. Uzağa gittiler.
“Niye bu kadar uzağım her şeye” dedi usta. “Hanem nerde, ben kimin hanesinde?” İki tuğlayı yan yana koyup üzerlerine ceketini serdi. Tam oturacağı sırada bir gürültü işitti birinci kattan. Eğilip baktı. Bir genç merdivenden kaymış; yırtılan avcuna bakıp küfrediyor.
Kendi kendine söylendi genç, uzun bir müddet. “Lanet olsun bu yere, bu hayata, bu binaya. Uzağa gideceğim, öldürseler de gideceğim.”
Biraz daha aşağı sarktı usta. Yanakları ağrıyıncaya kadar. “Hey, genç!” dedi. “B.. var uzakta koş git, durma.” Sonra gitti, yerine oturdu. Bir sigara yaktı ufka nazır. Karşıda alçak evler, rüzgarlanan çamaşırlar ve okulun gıcırdayarak titreyen çıplak bayrak direği.
“Uzak içinden geçilebilen saydam bir duvar çıktı. Çok gittim, oradan biliyorum. Bir adım atıyorsun, ötesi hep tanıdık. İnsan hızla kolonileşen bir yaratık. Uzak diye bir yer yok o yüzden. İçi var insanın. Ve dışarı attıkları, sıvadıkları, boyadıkları. İçinde bıraktıkları…”
“Mirim” dedi ihtiyar adam. “Bu kahve senin kadar dolambaçlı konuşan bir adam daha görmedi.”
Hep bir ağızdan güldü kahve ahalisi. “Doğru” dediler. “Doğru!” Sonra televizyona baktılar. Uzak bir memleketin hayvanları, birbirlerini boğazlıyordu. Dehşetle izleyip, çaylarını içtiler.
*
Uzak, sessizce uzaklaştı…Yola düşmüş bir sakız gibi. Basıp basıp öteye götürdü onu insanlar. Kendileriyle birlikte.
ENGİNDENİZ