- 949 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mudurnu/Abant ve Kediseviciler
Uykunun demlendiği saatlerdi. Yani işe gitmek mecburiyetinde olan yakışıklı beylerin gocunarak uyandıkları bir zaman dilimiydi. Bu saatlerde herkes biraz kalın suratlarıdır aslında. Bunun bir çünküsü vardır elbet ama araç geldi ve yüzümüzü esir alan o ekşiliği muhafaza ederek, doğruca bindik araca. İlk istikamet, Mudurnu’ydu. Öncelikle sırtımızdaki siyah çantalar bırakıldı yere. Koltuklara uzanıldı. Göz kapakları kapandı. Uzun müddet ne konuşuldu ne de bakışıldı. Ama buharlanmış gözler saatin tik tak’larındaydı. Ne zaman mola vereceğimizi düşünüyorduk. Nihayetinde iki saat sonra mola da verdik. Çay içilecekti. Çaylarımızı içtikten sonra( genelde yol üzerindeki mekanları protesto etmek adına içecek içmem ama…Umurlarındaydı sanki.), kaldığımız yerden devam edecektik yolculuğumuza. Öyle de oldu. Saat 12.00 civarında Mudurnu’nun sınırları içindeydik.
Nasıl bir yere düştüğümüzü daha iyi anlamanız açısından biraz bahsetmek istiyorum. ama sıkmadan, ama mübalağa etmeden. İl merkezine 52 km uzaklıkta bulunan Mudurnu, ‘’Eski Türk evleri (100-150 yıllık geçmişe sahip)’’ bakımından’’ önemli bir özelliğe sahiptir. Yapılan araştırmalara göre 173 adet mimari değeri yüksek yapı vardır- tek tek saymaya vaktim olmadı ama-. Bu özelliğinden dolayı da "Kentsel Sit Alanı" ilan edilmiştir. Ama Mudurnu’nun dikkatimizi çeken en önemli özelliklerinden biri de, birbirinden sevimli, sıcak amcaların, ağabeylerin işlettikleri bakırcı dükkânlarıydı. Fakat bakırcılık mesleğini ayakta tutmaya çalışan bir iki ustayı saymazsak neredeyse tamamı kapalıydı dükkânların. Ustaların çırak bulmakta sıkıntı çektiklerini, hatta hiç bulamadıklarını ifade etmeleri, işin vahametini gösteriyordu sanırım. Bazı eski meslekte olduğu gibi çırak-usta ilişkisi tamamen yok olmak üzereydi burada da. Eline çekici aldıktan sonra ‘’haftalık ne kadar vereceksin usta’’, diye sorular sorduklarını öğrendiğimizde ise, iyice dağıldık. Ama gene de gülümsemeyi bilebilmeliyiz. Mesela çok eskiden düğünlere gidilirken dürü diye tabir ettikleri düğün sahibine hediye olarak bakır kaplar götürüldüğünü de o bakırcı ustalardan öğrendik. E tarih, boşuna ‘’çok okuyan değil çok gezen bilir’’ diye vakanüvislere yazdırmadı bu transparan sözü. Tarihin hakikatle hesaplaştığı anlar gibi.
Benim asıl ilgimi celbeden, Mudurnu halkının gözlerindeki ışıldayan samimiyetti. Abartmayı severim bazen, lâkin bu defa buna ihtiyacım yoktu. ‘’Bu kadar da misafirperver olunur mu?’’ diye bağırmak istedim, ancak bir noktadan sonra neden olmasın, neden olmasın diye düşününce vazgeçtim hemen. Olmaması için bir sebep mi var sanki, diye kendimi hırpalamakta da hiçbir beis görmedim. Gerçeğin ta kendisiydi çünkü gördüklerim. Bir başka husus da, Mudurnu kadınlarının çalışma azmiydi. Karadeniz kadınının damarlarında dolaşan kanın efsûnluğundan başka nedir ki zaten. İmkânım olsaydı eğer, tek tek ellerini öpecektim onların. Erkeklerden daha çok çarşıda-pazarda kadınlar devinim halindeydi. Ve kim demiş ‘’ülkeyi kadınlar yönetemez! Hee heyt.’’Lâf. Laf-u güzâf.
Güneşin en kızgın olduğu bir zamanda sahranın ortasında boğazı susuzluktan yanan o mazlum bedeviler gibi dudaklarımın kuruduğunu fark ettiğim bir anda, bariton bir ses dokundu kulaklarıma. Kır saçlı bir amca, yanındaki tabureyi işaret ederek,’’gel otur da bir çay iç evladım’’ deyişi beni ziyadesiyle bahtiyar etmişti o an. Alışkın olduğumuz sıradan bir durumdur, diyemem. Büyük şehirlerde ne yazık ki bu içtenlikten uzağız. Yabancıyız birbirimize. İvedilikle tabureyi çekip oturdum yanına. O an içtiğim çay zemzem gibi geldi bana. ‘’Ne konuştunuz peki?’’, diye bir sorulabilir. Cevap veriyorum: Istanbul. Vaktiyle İstanbul’un yakışıklı semtlerini gezen bir amcaya rastlamam sadece bir tesadüften ibaret olduğunu kimse inandıramaz bana. Ben de inanamıyorum çünkü. Çay bardağından son yudumu almadan önce, içtiğim çayın ücretini verip vermeme konusunda ikircikte kaldımsa da, böyle bir şeyin amcaya hakaret olabileceğini düşünüp avdet ettim. Çayları beleşe getirdiğimi düşünmeyin hemen. Yemek davetine icazet ettiğiniz kadim bir dostunuzun yerine hesabı ödemeniz kadar yakışıksız kalacaktı elimi cebime atmam. Gelenek diyorum. Örf diyorum. Biz babadan değil de anadan böyle gördük. Ancak itiraf etmek istiyorum: verseydim daha mı doğru olurdu acaba diye soruyorum şuan kendime. Ama geçince de hiçbir şey hâl olunmuyor.
Mudurnu’nun taş fırınında pişen meşhur patatesli ekmeğini de unutmak olmaz. Trabzon ekmeğinden sadece biraz da ufak, biraz hâlis kekre, o kadar. Tadına da yedikten sonra artık siz karar verirsiniz.
Osmanlı Devleti’nde de büyük bir öneme sahipti Mudurnu, hattan günümüzden bile daha fazla modaydı. I.Murat Döneminde, Osmanlı Devletinin ilk düzenli ordusunun temeli olan "Yaya örgütü"ni oluşturan Halil Hayrettin Paşa, diğer bir deyişle Çandarlı Kara Halil’in Mudurnu’lu olduğunu biliyor muydunuz? Tarih kitaplarına da Çandarlılar ailesi olarak geçer. Bu ailenin ilk ferdi olan mezkur vezir 1364 ile 1387 tarihleri arasında 22 yılı aşkın vezirlik yaparak Osmanlı Devleti tarihi boyunca en uzun süreyle görev yapmıştır. Ayrıca devşirme sistemiyle asker kazanmanın temelini de yine Çandarlı Kara Halil atmıştır. Çandarlı ailesi en az Köprülüler kadar önemli bir yer teşkil eder Osmanlı tarihinde. Günümüz de bile bu aileden olan çok tanıdık simalar mevcut, ama bunlara yer verecek ne zamanımız, ne de mürekkebimiz yeter. Biraz daha devam edelim ilçeyi dolaşmaya.
Mudurnu’nun dar ve uzun sokaklarında gezinen kedilerden bahsetmeden olur mu hiç? Aslında sadece kedilerini anlatmak için böyle bir yazıya girişecektim, sonra bu fikrimden hemen vazgeçtim; çünkü burada yaşayan insanlara haksızlık yapacağımı düşündüm. Evet kediler diyordum. Sokak denildi mi aklınıza ilk gelen şey nedir? Ebette ki kedi. Ne kedisiz, ne sokaksız. Sokaksız kedi olur belki ama, kedisiz bir sokak hiç tasavvur bile etmek istemiyorum. Hatta bir şehrin insanlarının misafirperver veya kedisever olduklarını anlamak hiç güç değil. Eğer kediler sizden kaçmıyor ve gözlerinizin içine bıldırcın gibi bakıyorlarsa bilin ki doğru adrestesinizdir. İşte biz bunlara ‘’kedi sevicileri’’diyoruz. Kaldı ki gönül rahatlığıyla gezinize devam edebilirsiniz. Sıcakkanlı insanlarla karşılaşacağınızın en büyük göstergesi yine sokak kedileri olduğunu sakın ama sakın unutmayın. Biri, nankörler mi dedi onlar için? Esefle kınıyoruz. Asla değiller, hem de tecrübeyle sabittir.
Mudurnu kedilerini unutmamak için de fotoğrafın karesine yerleştirdim ve diğer birçok şehrin kedileri gibi arşivde beni bekliyorlar şuan. Daha evvel kedilerin sadece şiirlere yakıştıklarını zannederdim, meğer fotoğraflarda da çok yakışıklı ve güzel çıkıyorlarmış.
Bir başka ilgimi çeken husus da yağmur. Bir şehre ne zaman yağmur yağsa ıslanır düşlerim, diye anonim bir dize vardır. Nasıl ki toprak ıslanınca kokuyorsa, tarih de ıslanınca kokar. Yağmurun en yakıştı şehirlerden biri de Mudurnu’dur diyebilirim. Gezdiğim şehirler arasında tabi. Analar böyle bilsin. Tellallar böyle seslensin kulaklarına tarihin. Ve ‘’gocunmayın güzel beyler, hanımlar’’.
Peki hoş güzel de, karnımız acıkınca ne yiyeceğiz, diye sorabilirsiniz. Ne diyordu Montaigne: yemek için yememeli, yaşamak için yemeli. Hepinizin yaşamak için yediğini elbette ki biliyorum. İşte bu yüzden Mudurnu mutfağının yöresel yemeklerini sunan lokantaların kapıları hizmete her daim açıktır. Kaş kebabı ve kabaklı gözleme en meşhur yemekleridir. Tatlı olarak da ağzınızı tatlandırabileceğiniz depme helvası tavsiye edilenler arasında yerini özveriyle muhafaza etmektedir. Tabii ki de saydığımız bu yemeklerin hepsini yeme şansımız olmadı, ama yine de mutfak bizi mahcup etmeyecektir, eminiz. Bakırcılar çarşısının çevresinde bulunan küçük esnaf lokantalarını da unutmamak gerektiğini düşünüyorum mamafih.
Yemek faslını da hallettikten sonra mutlaka görülmesi gereken bir başka yapıt Mudurnu saat kulesi’dir.1890-1891 yılları arasında ahşaptan inşa edilmiştir. Fakat inşasından yaklaşık on yıl sonra çıkan bir yangın sonucu kule yanmıştır. 1905 yılında da Mudurnu hapishanesinin mahkûmları tarafından tekrar inşa edilmiştir. Tutsakların zamanla olan imtihanına güzel bir örnektir. 1995’te ise aslına uygun olarak dış cephesi ahşapla restore edilmiştir. Bir başka dikkat çekici yanı bu saatin, genelde saat kuleleri şehrin göbeğinde yer alır, ancak bu saat kulesi merkeze çok uzak olmamakla birlikte bir tepenin üzerinde zamana meydan okur. 12 metre yüksekliğine sahiptir. Kulenin üzerinde yer alan çan, her saat başı çalarak zamanın nasıl da akıp gittiğini hatırladır Âdemoğlu’na. Bunun yanında tepeden şöyle bir baktığınızda ise bir minarenin size selam verdiğini görürsünüz. Yazılı kaynaklarda Yıldırım Bayezit Camii(1382) olarak geçer. Mudurnu merkezde yer alan camii; medrese ve hamamdan oluşmaktadır. Geniş kubbesi ve planıyla ilk devir Osmanlı mimarisinin de en önemli eserleri arasında yer alır.
Zaman hızla ilerliyordu hâlâ. En güzel kareyi yakalayıp deklanşöre basmak için tetikte bekliyorduk. Bir yandan da yağmur üstümüze üstümüze yağıyordu. Bir an önce Mudurnu’yu terk edip Abant’a gitmeliydik ama. Maalesef bizi alacak olan araç yine yoktu ortalıkta.Yağmur altında öylece bekledik 20 dakika. En sonunda Mudurnu’yu geride bırakarak Abant’a doğru yol aldık. Mudurnu-Abant arası 17 km’dir. Birkaç km sonra beyaz elbiselerini giyinen çam ve köknar ağaçlarının arasından geçtiğimizi fark ettik. Aslında yağmurdan kaçarken doluya değil de kara yakalanmıştık. Kar. Kar. Tüm yorgunluğumuzu, hatta kaptana olan kızgınlığımızı bile unutturacak kadar güzel bir manzaranın içinde bulduk kendimizi. On beş dakika sonra Abant Gölü’ne vardık.
Her taraf beyazlar içindeydi. Kar gibi. Göl’ün dudakları donmuştu resmi olmayan söylemlere göre. Ahmet Haşim’in Göl Saatleri şiirini alıp yüksek sesle okumak ne çok isterdim oysa. Güneşin bile kıskanacağı bir manzaranın içindeydik. Uzatsam elimi dokunacaktım ruhuna. Adeta, Bob Ross’un tuvallerinden fırlamış gibiydi ağaçlar, kar, orman...Merak edenler için biraz bahsetmek isterim Abant Gölü’den: Abant Dağları üzerinde oluşmuş bir krater ve birikinti gölüdür. Abant ve Keremali sıradağlarının kolları arasındadır. Aynı zamanda Abant Gölü Tabiat Parkı, insanların eğlenmesine, dinlenmesine ve kısa süreli tatil yapmasına olanak tanıyan harika bir yerdir. Gözünü göle yönelttiğinizde, ‘’vak vak vak’’ diyen ördeklerin aslında hoş geldiniz demeye çalıştıklarını sonradan öğrenince ne kadar sevineceksiniz, kim bilir. 127 hektar büyüklüğündeki gölün etrafını dolaşmak istiyorum, diyorsanız. Yapmanız gereken iki şey vardır: ya ayaklarınıza kara suların inmesine müsaade edeceksiniz, ya da ben bilmem eşim bilir deyip ortama eksantrik görüntüleriyle renk katan faytonlara bineceksiniz. En büyük özelliklerinden bir tanesi de bu zaten. Söylemeyecektim ama, sonra kulağım çınlar diye vazgeçtim: Aslında kendi hususi aracınızla da bu keyfi çıkarabilirsiniz. Ama karın üzerine kayıyorum ısrar edenlerdenseniz uçak da dördüncü bir alternatiftir tabii.
Acıktık mı dediniz? Dur tahmin edeyim: Balık çekti canınız. En doğru seçimi yaptınız balık diyerek aslında. Abant alabalığını tercih edebilirsiniz. Tatmin olmadınız mı? O zaman mangal keyfine ne dersiniz? Sanırım buna hayır diyecek dermanınız yeterince yok. Karnınızı doyurdunuzsa artık gitme vakti gelmiştir. O zaman yol üzerindeki hediyelik eşya satarak hizmet yapan dükkânlara uğramanız gerekecektir.
Yukarıda saydığım şeyleri tamamını eksiksiz olarak yaptınız mı peki, diye sorabilirsiniz. Yapamadık. Yapsaydık bir daha gitmek için bir bahanemiz olmayacaktı. Sadece üç saatimiz vardı. Bir an önce fotoğraflarımızı çekip sonra de geri dönmekti amacımız.
Kim bilir, belki de seneye orada karşılaşırız.
fotoğraf: Mudurnu kedisi
Ocak-Şubat 2013