yumurta
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kapıyı Selin açtı. Ebru’yu sabahın onunda karşısında görünce şaşırmıştı. Çünkü öğleden sonra bekliyordu. Ancak buna memnun gülümsedi. Ebru, Selin’e baktı. Karşısındaki Selin değil başka bir kadındı sanki. Ebru, daha çok şaşırmıştı. Selin, geçmişteki alışkanlıklarını hatırladı Ebru’yu görünce ve yeşil kimenosunun önünü kapattı. “Tanrım, sana ne oldu?” dedi Ebru.
“İçeri girsene.” Dedi Selin. Ardından salona doğru yürüdü kendine güvenli adımlarıyla. Ebru, karşısındaki kadından etkilenmiş, biraz da çekinmişti. Salona girdiğinde şöyle bir etrafa baktı. Onlarca tablo özensizce etrafa saçılmıştı. Yırtık perdeler, boyaların kenarda sıkılarak beklediği duvarı olmayan büyük ve geniş salona baktı, sonra yerleri inceledi, akmış boyalar kurumuştu ahşap zemin üzerinde. Kültablası devrilmişti. Çeşitli kitaplar, kirli tabaklar, kadehler ve boş içki şişeleri dekorasyonu tamamlıyordu.
“Biraz dağınık, kusura bakma. Gerçi baksan da bir şey değişmiycek.” Dedi Selin, kollarını önünde bağladı sonra.
“Nerdesin? Kaç gündür seni arıyorum. Telefonun kapalı, Sedat hergün beni arıyor. Delirmek üzereyim. Burada mı kalıyorsun?”
“Telefon kullanmıyorum artık. Ve evet, burada kalıyorum. Kahve içer misin?” diye sordu Selin.
“Ben sana ne diyorum, sen neden bahsediyorsun?”
“Rahat ol ben iyiyim.” Selin’in sesinde ruhani bir huzur vardı.
Ebru, gözlerine inanamıyordu. Sanki tanıdığı Selin gitmiş, yerine yabancı bir kadın gelmişti. Çantasını omzunda çıkarmayı bile unutmuştu. Selin, ocağa kahve suyu koyduktan sonra Ebru’nun yanına geldi ve kanepeye oturdu. Ardından bir sigara yaktı. “Ayakta mı durucaksın?”
“Hala şaşkınım. Bu değişime inanamıyorum.” dedi Ebru, kanepenin bir köşesine ilişirken. “Ne yapıyorsun burada kuzum?” dedikten sonra perdelerle bölünmüş evin köşelerine, arkalarında neyi sakladıklarını düşünerek merakla baktı.
“Ege, resmimi yapıyor, ve fotoğraflarımı çekiyor.”
Ebru bir sigara yaktı: “Sedat, seni çok merak etmiş. Arıycam demişsin ona. Beni çıldırttı. Hergün en az üç kez aradı beni.”
“Boşver onu.”
“Sen böyle değildin. Niye böyle davranıyorsun?”
Bu sırada Didem girdi içeri, üzerinde siyah kimenodan çıkan uzun esmer bacakları göz alıyordu.
“Misafirimiz mi var?” diye sordu yanlarına gelince. Ardından kanepede oturan Selin’e doğru eğilip dudaklarına bir öpücük bıraktı ve “Günaydın, canım.” Dedi.
Ebru, gözlerine inanamıyordu. Kısaca tanıştılar. Ebru, nefretle baktı Didem’e ve kadınsı bir kıskançlıkla. Havadaki sessizlikten iki arkadaşı yalnız bırakması gerektiğini anlayan Didem: “Ben biraz daha uzanıcam, sonra yanıma gelirsin.” Dedi ve kırıtarak aynı güzel yürüyüşle uzaklaştı oradan.
“Neydi şimdi bu?” dedi Ebru. “Kimdi o?”
“Didem, modeldir. Paris’te yaşıyor. Uçak seferleri iptal edilince tatil yapmaya karar vermiş. Sanırım burada birkaç iş bağlamış, yakında çekimleri var.”
“Ben rüyada mıyım? Bunlar gerçek mi?”
“Evet, tatlım. Yüzde yüz…” dedi Selin. Ve kahve suyunun kaynadığı söyleyen ıslık sesi duyuldu evin içinde.
İki kadın şimdi İstiklal caddesinde bir kafede oturuyorlardı. Ebru, Selin’i o evden çıkardığına memnundu. Böylece onu kendi yanına dönme konusunda daha kolay ikna edeceğini düşünüyordu.
“Selin, bir an önce benim yanıma dönmelisin. O evde kalamazsın. Bu tür ilişkilerin kadını değilsin.”
“Henüz resim tamamlanmadı.” Dedi Selin. Ebru, sinirlenmişti. “Anlamıyor musun? Ne işin var o evde? Sen onlardan biri değilsin. Ne sanıyorsun? İznin bitince gerisin geri işine döneceksin.”
“Bilmiyorum…”
Ebru’nun yüzü asıldı. “Bana sakın işi bırakacağını söyleme. Sakın!”
“Ege, düzenli bir iş insan hayatını düzensizleştiren en büyük sorundur diyor.”
“Çok biliyor! Saçmalıyor. Hem Ege kim allahaşkına? O ne bilir hayatı? Onların tuzu kuru olabilir. Ama senin bir işe ihtiyacın var.”
“Doğduğun andan itibaren ailen sana bunları dikte ettiği için sen de böyle düşünüyorsun. Çünkü ailene de onların ailesi böyle öğretti. Asla isyan edecek cesareti bulamadılar. Hint kast sisteminden ne farkımız var? Sadece onlardan biraz daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Hepsi bu!”
“Tanrım, neler söylediğini bir duysan…”
“Kim karar vermiş günde sekiz saat çalışılması gerektiğine? Bundan yüzyıl önce neredeyse onaltı saat çalıştırılıyordu insanlık. Yüzyıl sonra belki bir saate inecek, o zaman ne olucak?”
“Şu an karnını doyurmak ve kiranı ödemek için gerekiyorsa günde on saat çalışıcaksın.”
“Karşılığı ödenmiş olması yapılan işin adil ve doğru olduğunu göstermez.”
“Ama buna ihtiyacın var.”
“O zaman fahişelerin de var!”
“Sen fahişe misin?
“Olsaydım önemser miydin?”
“Allahım! Yeter! Bilerek mi yapıyorsun? Beni çileden çıkarmak için?”
Selin, tansiyonu düşürmek için biraz daha yumuşak bir tonda konuşmaya başladı. Sigarasını küllüğün içine bir kez vurdu. “Bana akıl verene bakın! Sevgilisi olan bir kadın ama başka erkeklerle düşüp kalkıyor, ve sonra bana ahlaktan ve düzenli iş hayatından bahsediyor.”
“Ben tanımadığım insanlarla birlikte olmuyorum. Mert’i söylüyorsan, onunla bir geçmişimiz vardı!”
“İşte basit kasabalı kadın örneği. Sadece tanıdığı, bir zamanlar sevgili yada arkadaş olduğu erkeklere verdiği için kendini daha namuslu sanıyor.”
“Evet, tanımadığım biriyle olmasından iyidir.”
“Öyle mi ahlak kumkuması? O gece Can’la birlikte olmam için beni cesaretlendiren kimdi? Onun telefon numarasını alan?”
“Ben sadece moralin bozuk olduğu için aklını dağıtmanı ve bir kadın olduğunu hatırlamanı istedim. Ama sen bunu düzenli bir hayat sanıyorsun” Hem Can, Mert’in arkadaşı. Tanıdık sayılır. Kötü niyetli, sapık insanlar olmadığını biliyordum.”
“Peki iyi bir insanın sapıklaşma ihtimali yok mu?”
Kısa bir sessizlik oldu. Selin, sigarasını küllükte öldürdü.
“Ben söyliyim." dedi. "İyi bir insanın sapıklaşma ihtimali, yolda bir sapıkla karşılaşma ihtimalinden az değildir. Hatta uzun süreli beraberlikler bu süreci hızlandırır. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine bak! Çoğu evli insanlar…”
Ebru, bir süre Selin’in söyledikleri düşündü. “Ben yine de tanıdığım insanlara güvenirim.”
“Tanıdığın herkes aslında bir zamanlar tanımadığın kişilerdir. Onlarla birlikte geçirdiğin zaman süresi mi seni namuslu kılıyor? Yoksa sevgilisini aldatan kadın bahaneler mi arıyor?”
“Yeter! Şimdi çıldırıcam! Seninle konuşmak bile mümkün değil!”
Ebru, insanların baktığını farkedince sustu. İki kadın sessizce sigara içip İstiklal caddesinde yürüyen kuru kalabalığa bakıp uzun süre oturdular.
Selin, son iki gecedir Ebru’daydı. Sadece bedenen... Aklı, ruhu, duyguları ve geriye kalan ne varsa hepsi Ege’nin evinde kalmıştı. Ege’yi düşünmediği zamanlarda bile onu düşünüyordu. Kahvaltı masasında soğumuş çayını karıştırıyordu. Biraz sonra işe gidecek olan Ebru’nun hazırlanma telaşını duyabiliyordu. Ebru’dan önce sıktığı parfüm kokusu girdi salona. Ardından kendi belirdi kapıda. Makyaj yapılmış, dar bir kumaş pantolon giyilmiş, üzerine beyaz bir gömlek ve kısa saçlarıyla otuzunu geçmiş sıradan bir kadın ne kadar görünürse o kadar iyi görünerek Selin’in karşısındaydı.
“Nasılım?”
Didem’i düşündü Selin. Sabah kimenolar içinde hazırladıkları kahvaltıları, moda hakkında konuşmalarını düşündü. Sadece Didem’in güzelliği bile yetiyordu kendini iyi hissetmesi için. Bir manzara gibi evin içindeydi Didem, hareketli yürüyen bir manzara. Nerede olursa olsun insana kendini iyi hissettiren doğanın uyumuydu. Ebru’nun çınlayan sesiyle kendine geldi.
“Hey! Sana dedim?”
Selin, sahte bir gülümseme sundu. “Güzelsin.”
“Ben çıkıyorum, tatlım. Akşam dışarda buluşalım. Yemeği dışarda yeriz.” Selin’in yanağına kaba bir öpücük bıraktı Ebru. Didem, asla yanaktan öpmezdi. Dudağa bırakırdı. Yumuşak ve sıcaktı dudakları, her zaman. Selin, masadan kalktı. Bir süre salonun ortasında durdu. Günışığının sonsuz sayıdaki boşluktan geçtiği tüle yaklaştı, araladı ve sokağa baktı. Sabah trafiğinde bekleyen insancıkları izledi. Sonra içeriye yürüdü. Ebru’nun oda kapısı açıktı. İçeri girdi. Yatak toplanmıştı. Gece uyurken giydiği kısa şortu katlanmış yatağın ucunda duruyordu. Herşey düzenliydi. Ege’nin evi böyle miydi? Düzensizliğin getirdiği bir uyum vardı ve farklı şekilde insanın hoşuna gidiyordu dağınıklık. Sonra yatağa oturdu. Komodinin çekmecelerini açıp karıştırmaya başladı. En üst çekmecede takılar ve kremler vardı. Oda düzenliydi ancak çekmeceler darmadağındı. Herşey göstermelikti hayatta. İnsan düzenli olmaya inandırıldığı için öyleymiş gibi gösteriyordu kendini. Diğer çekmeceyi açtı küçük siyah bir kutu vardı. Kutuyu alıp kucağına koydu. Açtığında içinden fotoğraflar ve mektuplar çıktı. Çoğu Ebru ve Roger’ın yurt dışında yaşadıkları güzel günlerden kalmaydı. Fotoğraflara bakmaya başladı. Hepsinde gülen insanlar vardı. Eğleniyor gibi görünerek, çok iyi vakit geçirdiklerini belgeleme çabasıyla gülen yüzler... Diğer fotoğrafa geçti. O da aynıydı. Herkes gülüyordu. Hızla geçti fotoğrafları. Farklı mekanlar önünde aynı gülümsemeyle fotokopiden çıkmış ucuz kopyalar gibiydiler. Nefret etti fotoğraflardan. Sadece iyi günleri hatırlattığı için belki. Sonra birkaç mektup okudu. Bilmediği bir şey yazmıyordu. Özledim, seviyorum, seni istiyorum, yalnızım, sensiz ne yapıcam? Bir an önce kavuşalım… İşte bu sıkıcı sözcüklerden başka hayatı anlamlı kılan bir söz yoktu mektuplarda. Kutuyu kapattı ve yerine koydu. Sonra yataktan kalkıp çamaşır sepetini açtı. Buruşturulup atılmış birkaç çamaşır gördü. Onları çıkardı. Beyaz bir külot, kurumuş ve katılaşmış. Burnuna götürüp kokladı. Ekşi sperm kokusu aldı.
Sonra elbise dolabını açtı. Ebru, her kadın gibi giyimine önem veriyordu. Çeşitli pantolon, elbise, ceket ütülenmiş ve askılara düzenli olarak asılmış insanımsı deriler gibiydi. Ölü elbiseler, bir şekilde insanı canlı gösterebiliyorlardı. Onları yırtmak ve parçalamak istedi. Fakat yapmadı. Yere çöktü. Büyük çekmeceyi açtı. Ebru’nun iç çamaşırlarına baktı. Renkli külotlarına. Birkaç seksi çamaşır dışında sıradandı hepsi. Sutyenleri inceledi, ve bir jartiyer buldu. Jartiyeri alıp ayağa kalktı ve soyundu. Jartiyeri giydi. İnce bacaklarına çok yakışmıştı. İlk defa giyiyordu. Kendinden tahrik olmuştu. Sonra çekmeciyi karıştırdı, daha derinlerde eline bir şey geldi. Elbiseye sarılı bir şey. Beyaz kumaşları açtığında dildo olduğunu gördü. Mor ve uzun. Altında küçük düğmesi vardı. Bastı. Ancak ses ve hareket yoktu. Pili bitmiş diye düşündü. Anlaşılan son zamanlarda çok sık kullanılmıştı. Gülümsedi. Mor aleti burnuna yaklaştırdı ve kokladı. Yatak odasından çıktığında üzerinde sadece jartiyer vardı. Kendi odasına gidip giyindi.
Sokağa çıktığında yandığını hissediyordu. Kasıklarda bir ateş. Dumansız ve yakıcı. Selin, üzerinde siyah naylon çorapları tutan Ebru’nun jartiyeri, ve kısa eteğiyle bütün demirden bakışları mıknatıs gibi üzerine çekiyordu. Onlarca erkek etrafında, önlerinde sarkan kamışlarını bir yere sokma telaşıyla dolaşırken, onların arasında ateşten kızgın çelik gibi yürüyordu.
Ağzının kuruduğunu hissetti. Boğazından akan kuru hava, karnına doğru, kasıklara doğru, sancılı bir uyuşma hissi, bacakları şimdiden duyarsızlaşmıştı, doldurulması gereken boşluğu taşıdığının bilincinde ne yöne gideceğini bilmeyen biri gibi yürüyordu. Sabahın onbirinde güneşin en sıcak kucaklamasıyla ısınmış kaldırımda topuklu ayakkabılar üzerinde salınıyordu. Nefesi keskin bir hazla dilimlenmişti. Kalbinde aynı ritmik sesi duyuyordu. Sonra bir dükkanın vitrininde kendini gördü. Siyah topuklu ayakkabılar üzerindeki kadına baktı. Titreyen bacaklarıyla oradaydı, vitrin camındaydı ve aynı zamanda yoktu. Başını kaldırdıp güneşe baktı ve ışık kırıldı.
Girdiği dükkan mobilya satıyordu. Uzun, dar bir koridora dizilmiş kanepeler, masalar ve koltukların arasından geçti. Serin ve nemliydi içerisi. Tüyleri ürperdi. Karanlık koridorun sonunda masada oturan adam Selin’i görünce ayaklandı.
“Hoşgeldiniz.” Dedi. “Buyrun nasıl birşey bakmıştınız?”
Adam, orta yaşlarda göbekli ve keldi. Üzerinde beyaz gömlek ve çizgili mavi pantolon vardı. Adamın parmağında alyansı gördü. Dar koridorda adamla arasında sadece nefesi vardı. Sessizce bekledi Selin. Adam, anlamamış gibi bakıyordu. İşi kolaylaştırmak için arkasındaki masaya oturdu ve eteğini sıyırdı. Jartiyer ortaya çıkana dek kaldırdı eteğini. Adam, yutkundu. Selin’e doğru bir adım attı. Evet, işte başlıyordu. Selin, gözlerini kapattı. Adam, Selin’i ince bileğinden kavradı ve hızla çekti. Koridor boyunca sürükledi onu ve dükkanın kapısından dışarı attı. Selin, neredeyse kaldırıma kapaklanıcaktı.
“Bir daha seni burada görürsem polis çağırırım. Defol! Fahişe!” dedi adam.
Kaldırımda yürüyen insanlar, kadınlar, çocuklar herkes Selin’e bakıyordu. Dükkanlarından çıkan esnaf, lanetlenmiş birine bakıyordu. Selin, ne yapıcağını bilmiyordu. Utanmıştı, aşağılandığını hissederek güneş gözlüklerini taktı ve hızla uzaklaştı oradan.
Güneş altında, reddedilmiş olmanın verdiği utançla, ara sıra arkasına bakarak, linç edilme korkusuyla yürüyordu. Koşamıycak kadar titriyordu bacakları. Daha iyisini yaptı bir taksi çevirdi ve taksinin önünde durmasını telaşla bekledi.
Yeterince uzaklaştığına emin olunca indi taksiden. Kaldırımda güneşi arkasına alarak yürümeye başladı. Nerede olduğunu anlamak için yoldaki tabelalara baktı. Şişli’deydi. Bir alışveriş merkezi gördü ve sığındı.
Bir yemek yemiş kendine gelmişti. Mağazaları dolaşıyordu. Ebru’yla olan tartışmasını düşündü. Neden böyle yapmıştı? Sonra birden mesaj geldi telefonuna. Ege miydi? Heyecanla kontrol etti. Bankadan geliyordu. “Sayın müşterimiz, doğum gününüz kutlu olsun.” Yazıyordu. Bugün doğum günüydü. Kendisi bile unutmuştu. Ancak yalnızdı doğum gününde. Oysa daha bir yıl önce Sedat, bütün arkadaşlarını davet ettiği sürpriz bir parti vermişti. Bir süre vitrinlere baktı ve kendine hediye almayı düşündü. İnsan kaç kez girerdi otuzbeş yaşına? En iyi hediyeyi kendine alırdı insan. Kimseden birşey beklemezsen, özür dilemek zorunda kalmazsın dedi içinden. Birkaç mağaza daha gezdi ancak iyi bir şey bulamadı. Genç kızlar geçiyordu yanından gülümseyen yüzleri ve umut dolu parlak gözleriyle. “Bir zamanlar sen de onlardan biriydin Selin.” Dedi içinden. Yaşlanıyorsun, iyice dibe vurmak üzeresin. En yakın arkadaşınla aranı açtın. Kocan seni bir erkekle aldattı. Aileni aramıyorsun. Tanımadığın erkeklere bacak açıyorsun. Ne oldu sana?
Canı sıkıldı ve çıktı o alışveriş merkezinden. Şimdi bildiği bir yönde, daha önce gittiği bir yere doğru yürürken: “Hayır, artık istemiyorum. Bunu yapmak istemiyorum.” Diyordu içinden. Yol kenarında park halindeki araba içinden bir adam laf attığında tam olarak bunları düşünüyor, kendine acıyordu.
“Yavrum, o güzel kıçı benimle paylaşmaya ne dersin?” dedi araçtaki adam.
Birden durdu. Hemen önünde, yerde bir kaldırım taşı gördü. Taşı iki eliyle alıp adama doğru havaya kaldırdı. Arabadaki adam ellerini kaldırdı: “Abla, pardon.” Dedi ve araç kaşla göz arasında ortadan kayboldu. Taşı yolun kenarına attı ve yürümeye devam etti.
Sinemaya girdiğinde “Geri dön Selin, lütfen geri dön.” diyor fakat ayakları söz dinlemiyordu. Kalbindeki heyecan fırtınasını açıklayacak kelime yoktu o an. Yeni başlamış filme bilet aldı ve içeri girdi. Işıklar sönmüştü. Fazla kalabalık değildi içerisi. Hafta içi öğleden sonra yaz sıcağında kim sinemaya gelirdi ki? Gölgeler halinde yerleşmeye çalışanlar vardı. Birkaç çiftin yanından geçip arka koltuklara doğru yürüdü ve kuytu köşede yalnız bir adamın hemen yanına oturdu.
Adam, genç sayılırdı. Kalın çerçeveli gözlük takıyordu. Üzerinde beyaz gömlek ve siyah kumaş pantolon vardı. Adamın yan gözle kendine baktığının farkındaydı. Oralı olmadı. Filme odaklandı. Bir komedi filmiydi. Nefret ederdi komediden. Kalbi yarış atı gibi hızlı çarpıyordu. Uzun zaman önce kaybettiği, unuttuğu bir şeylerin heyecanı dolaşıyordu damarlarında. Nefesi sıklaştı. “Kalk ve git buradan. Artık buna bir son ver!” Diyerek aynı cümleyi aklından sayısız defa geçiriyordu.
Sağ eli söz dinlemez bir şekilde havalandı ve hemen yanında oturan adamın kucağına yöneldi. Adamın fermuarı üzerine yumuşak bir iniş yaptı. Adam bir kez yutkundu. Başını çevirip Selin’e bakı. Selin, ince parmaklarıyla fermuarı yavaşça açtı. İçeri uzandı. Oradaydı. Canlanan hayatı elinde tutuyor, nabzını hissediyordu. Normalden daha küçüktü fakat önemli değildi. Hepsi aynı işe yarıyordu. Adamın terlediğini ve nefesinin hızlandığını hissediyordu. Selin’in boğazı kurumuştu. Yapması gerekeni biliyordu. Gözlerini kapadı ve kuru çöl rüzgarı gibi sıvazlamaya başladı.
Yarım saat sonra sinemanın tuvaletine girdiğinde avucunda birşey saklıyordu. Çantasını lavabo üzerine koydu. Aynadaki kadına baktı. Kızıl saçların altındaki yüze. Gözlerinin altı çökmüştü. Yüzü solgun görünüyordu. Hastalıklı bir kadın gibiydi. Fiziksel olarak olmasa bile ruhen… Avucunu açtı. Yabancı adamın sıvısı elindeydi. Şeffaf ve akışkan. Sıkı değildi adamın spermi. Avucunu ağzına götürdü ve kokladı. Aynı serin, ekşi kokuyu aldı. Bütün erkekler aynı sperm tadına mı sahipti? Merak etti. Dilini çıkarıp avucundaki sıvıya dokundu. Dilini ağzının içine geri soktuğunda acı bir tat aldı. Dilini damağının üstünde gezdirdi. Yapışkan bir şeyin genzine takıldığını hissetti. Midesi bulandı. Elini musluğa götürdü ve otomatik açılan suyla yıkadı ellerini. Birkaç defa sabunladı. Sonra ağzını çalkaladı. Hala ağzındaydı o tat. Elini kokladı. Aynı koku oradaydı. Birkaç defa daha yıkadı ellerini ve ağzını sabunla çalkaladı. Geçmiyordu. Spermin güçlü tadı eline ve ağzına geçmişti. Bir lanet gibi…
Şimdi taksideydi. Çeyrek porsiyon pişmanlığı taşırken genel olarak kendini daha iyi hissediyordu. İçinde olduğu taksi İstanbul trafiğinde sarı karınca misali ilerlerken yüzünde bir gülümseme belirdi ve “Beyoğlu’na…” Dedi taksi şoförüne.