ŞEMO
Boğazım parçalarcasına birbiri ardından gelen öksürükle uyandı. Üşüdüğünü hissetmişti. Üzerini örttüğü küçücük yorgan sıyrılmış, sırtı açık kalmıştı. En az kendisi kadar yaşlı soba geçmiş, içindeki korlar, birer yaşlı tepe gibi öylesine süklüm-büklüm kalmıştı. Vaktin ne zaman olduğunu bilemezdi. Vaktin ne zaman olduğunu bilmek için ya güneş doğmalı. ya ezan okunmalıydı. Neyi bilmişti ki bunca zaman? İyi ne idi. doğru ne idi? İyi ile doğru arasında ki o incecik çizginin ne olduğunu bunca zaman hiç bilememişti. Sokaklarda gezerken taş atıp deli diye tempo tutturanlar iyi mi, kötü mü idi? Bir lokma ekmek verenler hangisi idi acaba? Ama canını yakanlar kötü olmalıydı. Çünkü onlar her zaman azınlıkta olmuşlardı. Bunca zaman bir şeyi daha anlayamamıştı. Yoldan geçenlerin avcıma tutuşturduğu o madeni paranın ne işe yaradığım, ağırlık yaptıkları zaman sokağın orta yerinde savurunca toplamak için birbirine giren çocuklar telaşmı da hiç anlamamıştı...
Üzerine yattığı küçücük döşeği kaldırıp bir kenara bıraktı. Sonra yorganı ve yastığı onun üzerine koydu, öylesine itina ile yapmıştı ki sanki kalıp gibi. Bütün bu yaptıklarını düşünerek mi yapıyordu? Yoksa yılların verdiği bir alışkanlıkla mı? Dış kapının yavaşça açıldığım duydu! Sessizliği bozmaktan korkarcasına dinledi. Ayak seslerinin her zamanki aşina olduğu sesler olduğunu anlayınca solukça tebessüm etti. Fadime! Bacıydı gelen. Annesinin ölümünden soma kendisine ikinci anne olan’ Fadime Bacı... Bir müddet sokaklarda per perişan gezmiş, çağıran olursa! bir lokma yemek için gitmiş, çağıran olmazsa da kendini evlerinin koyul sessizliğine gömmüştü. Evleri dediğimiz yer kendilerinin miydi acaba?! Bütün yaşantısını annesine borçluydu. Annesi onun hem gören gözü hem duyan kulağı, hem de düşünen beyni olmuştu. Babasını hiç hatırlamazdı. Ölmüş mü yoksa çaresiz bir kadınla akılsız bir çocuğu bırakıp gitmiş mi? Onu gözeten, koruyan annesinin ölümünden soma adeta küsmüştü dünyaya. Kendisine karşı her zaman merhametsizi davranan, içinde yaşadığının farkına bile varmayan bir dünya ile barışık 1 olsa ne çıkar. Bilemediklerinin y anında bildiklerinin hiç ama hiç anlamı olmamıştı. İşte bir tek dayanağı annesini alıp götürmüşlerdi. Annesini! alarak cezaların en büyüğü ile cezalandırmışlardı. Öyle ise kiminle ve I neden barışık olması gerekiyordu? İşte bütün bu küskünlüklerinin orta j yerinde Fadime Bacı çıka geldi... “Bak” dedi. “Ben senin anan değilim. Ama böyle, yapa yalnız kalmana razı da değilim... Bundan soma ana i oğul gibi birlikte olacağız.” Şemsettin hiçbir şey anlamamıştı ama onu tutan elin sıcaklığında annesinin ellerini bulmuştu. İçinde bir şeylerin o l kadına, Fadime Bacı’ya doğru aktığım hissetmişti. İşte bu ev ikinci evi,I bu kadında ikinci anası olmuştu...
Gadası Fadime, sobanın içindeki küller arasında bir közü deşerek buldu. Sonra üstüne birkaç odun parçası koydu. Gözlerine kaçatıl dumanın y akıcılığına aldırmadan üfledi. Önce çok uzaklardan gelen bir ışık gibi küçük bir alev parladı. Ardından bir daha, derken alevler konan! odunları sımsıcak sardı. Şemsettin sobanın önündeki küçük delikten! İçinde ki alevleri seyrediyordu. Sanki bütün zamanların, bütün mekanlara ötesinde bir yerleri seyreder gibi Şemsettin’in bakışlarındaki donuklaşa)» bir tutam çaresizlik Fadime Bacı’nın içinde bir alev gibi oldu da kasıp kavurdu büsbütün. ‘İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.’ Diye düşündü. “Şayet şu Şemsettin aklı başında bir adam olsaydı, şimdi nerelerde olurdu.” Diye geçirdi içinden. Sonra düşüncelerinden utanırcasına “tövbe, tövbe.” Ben ne karışırım Allah’ın işine. Onu O öyle yaratmış. Bana da bakmak düşer.” Diye hayıflandı. İnsan tüm yaratılmışlarla barışık olmalıydı. Dostluğun anlamım sadece sözlüklerde değil, gönüllerde yaşatmak gerekirdi. Bir velinin dediği gibi “Eğer dostluk bir karşılık veya bir maksat mukabili ise dostluktan daha çirkin bir şey yoktur.” Sözünü derin manasına yaraşır bir dostluktu tüm istediği. Yoksa düşmanlığı insanlar zaten yeşertiyordu.
Şemsettin sokağa çıktığında vakit öğleye yaklaşmıştı. Daracık sokaktan dikkatlice geçti. Ayağının kayıp buzun üstüne düşmekten korkuyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu. Ancak yılların verdiği bir alışkanlıkla Köşkerler Çarşısı’nın karşısındaki sokaktan ana caddeye çıktı. Çarşı esnafı onun bu dalgın dolaşmasına alışmıştı. Kendini bilmez birkaç çocuk dışında kimse ilişmezdi. Bir kısım esnafa göre o aptal değil abdaldı. Ona ilişmek somadan gelecek bir belaya davetiye çıkarmaktı. Bazılarına göre de mecnun-ı gayri mutbikdi. Ama kim ne düşünürse düşünsün herkes yardıma hazırdı. Hele çarşının yıllanmış esnafı Durdu Dayı... Onun saçım tarar bembeyaz mendiliyle burnunu siler bazen de tırnaklarım keserdi. Onun düşüncesi de Fadime Bacı’nın düşüncesiyle aynıydı. Şemsettin her zamanki alışkanlığı ile Tahsin’in çay ocağına oturdu. Getirilen dört şekerli çayı iki yudumda içti. Bu kadar çabuk nasıl içiyordu hayret? Acaba, soğuk-sıcak kavramı da gelişmemiş miydi? Aklının geri kalmışlığına inat çok sağlam bir bünyesi vardı. Kışın soğuğunda onu pardösü ile gören olmamıştı. Akşama kadar çarşı, pazar dolaşır, gönüllü bir çevreci gibi yerde bulduğu kağıt, naylon ve varsa toplar bunları paket yaparak bir köşeye itina ile atardı.
Şemsettin konuşur muydu acaba? Onun konuştuğunu pek duyan olmazdı. Kelime dağarcığı o kadar fakirdi ki birkaç kelime bu dağarcığın dibinden çok güç çıkardı. Gerçi onun konuşmasına gerek de yoktu. Bakışları derdini anlatmaya yetiyordu. Bütün ihtiyacı ya bir lokma ekmek, ya da yakılarak verilen bir sigara... Ama çok garip bir ağlayışı vardı. Bir keresinde çocuklar canım yakmışlardı da çaresiz etrafına bakınmış, sonra da hüngür hüngür ağlamıştı. Konuşmasını bilmeyen Şemsettin çaresizliğine inat ağlamasını biliyordu. Aslında bu ağlayış, ağlamasını bilmeyenlere bir öfke miydi. Hani şairin “Güleriz ağlanacak halimize, ne utanmaz insanlarız” deyişi gibi...
Bunca zamana sığan bir ömür hep böyle geçmişti. Bir bilinmezlikler manzumesi gibi. Bir çaresizlikler nakaratı gibi Aslında bu j çaresizlik yalnızca onun çaresizliği değildi. Çevrede onun gibi olanlarla ondan daha iyi olduğunu sananların ortak çaresizliği. Onu sokaklarda! bir başına bırakan çarpıklığın çaresizliği... Hastalanan göçmen kuşların! bakımı için vakıf kuran bir medeniyetin inkârıyla ortaya çıkan çaresizlik. İnsana insanca değer veren bir düşüncenin geri plana katılmasıyla gelişen 1 bir çaresizlik. Sevmeyi bellemeden büyüyen, şiirsiz, şarkısız, aşksız bir! neslin, ne olduğuna bir türlü karar veremediği bir çaresizlik.,, Bütün hesapların çeyrek menfaatler üstüne kurulduğu bir dünyada Şemsettin’ler hep çaresiz kalacaklar. Toplumun çaresizliğini sembolleştirmek onlara kalacak. Bu çaresizlikler, sebebini bilemediğimiz ’j bir ruh sancısının tezahürü olacak. Ve bunlar Şemsettin’lerin sırtına vurulmuş angarya yükler olarak sonsuzluktan bir adım beriye kadar, taşınacak... Bir adım berilerde, sevmesini bilenler paylaşacak bu yükü.
Akşamın soğuk rüzgarı sokakları dolaşmaya başladığında Şemo üşüdüğünü anladı. Artık eve gitme zamanı gelmişti. Oturduğu iskemleden j yavaşça doğruldu. Belinde dayanılması güç bir ağrı ta yüreğinin başına kadar saplandı. Yıllardır dünya’nın yükünü taşımış bu cefakâr bel doğrulmak istemez gibi öylesine bükülü kaldı. Damların üstündeki karlar rüzgarın önünde sağa sola savruluyor sonra da ortalarda kendilerince huzur bulacakları birer köşeye siniyorlardı. Şemo, alışkanlıklarından hiçbir şey eksiltmeden yürüdü. Koltuğunun altına sıkıştırılan paketin içindekini hiç de merak etmiyordu. O sadece eve gitmeyi, sobanın sıcağında yaşlı bedenini dinlendirmeyi düşünüyordu.
Şemo sokağın köşesini döndüğünde Fadime Bacı meraklı gözlerle pencereden onun gelişini bekliyordu. Şemo’nun geç kalması onu biran telaş içine sürükler, o gelene kadar pencereden ayrılmazdı. Şemo’nun böyle eve paketli gelmesini de hiç istemezdi. Çünkü yaptığı işin Allah rızası için olduğuna özen gösterirdi. Çevreden, onu Şemo’nun getirdikleri ile geçiniyor demelerini istemiyordu. Rızkı veren yalnızca Allah, bir garip kulun rızkını da nasıl olsa vermez mi? O hiçbir zaman elin vereceği beş-on kuruşun adamı olmamış, dünya malına asla kıymet vermemişti. Sadece Allah’ın rızasına talip olmak, yaptıklarının çevrede değil, yaratan tarafından takdirini beklemek en büyük mutluluktu...
Şemo. bütün dikkatine rağmen üstüne sıçrayan çamurlardan utandı. Mahcup gözlerle öylesine kapıda dikili kaldı. Her akşam görmeye alışık olduğu tatlı tebessümü bekledi. Fadime Bacı’nın işareti ile yürüdü. Sobanın yanma yavaşça oturdu. Dışarıda Akşam Ezanı okuyordu. Rüzgarın soğuk esişine inat ezan sesi, insanın içine tatla bir sıcaklık veriyordu. Yemek hazırlandığında Şemo elini yüzünü yıkamış, temiz bir şalvar giymişti. Dökmemeye özen göstererek yemeğim yedi. Sobanın sıcaklığında birkaç kere esnedi. Sonra yorgunluğun mu. yoksa rahata kavuşmanın mı verdiği tatlı bir uykuya daldı. Fadime Bacı sevgi ile sevretti. Yastığın kenarına düşmüş bu baş, bunca zaman hangi meşakkate katlanmamıştı kı. Çile, insana Allah’ın bir lütfu mu yoksa azabımı "Yarab, çileyi lütuf kıl’ diye düşündü. Sonra tüm kötü düşüncelerin, tüm kötü yorumların derin bir sessizlik ve zifir karanlıkta boğulması dileğiyle lambayı söndürdü.
Derin bir sessizlik ve zifir karanlık...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.