- 491 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AVCI (6)
Sarıalan’daki Orman İşletme Amirliği kadrosunda yangıncı Turan abi vardı. Ufacık bir duman görse biri, hemen Turan’a haber verilirdi. Alarm verilmeye görsün, koca göbeğiyle sağa-sola seğirtirdi Turan abi, elinde küçük baltasıyla.
Öncü kuvvetti, yangıncı Turan, ateşe ilk o müdahale ederdi. Gel deseydi gelir miydi sanki yüreğinde alev alav yanan, bütün bedenini saran, kavuran bu yangına yangıncı Turan? Söndür içimdeki yangını deseydi; gücü, kuvveti, takadı yeter miydi yangıncı Turan’ın. Ne su sıkılması, ne toprak atılması söndürmeye yeterliydi, yüreğindeki yangını.
Gözle görülmeden, duman çıkmadan, koku yayılmadan yanıyordu için için. Ne yangıncı Turan’ın gücü yeterdi, içindeki yangını söndürmeye ne diğer orman işçilerinin çabaları ve ne de koskoca Bursa itfaiyesi. 5 metre yakınına sokulsa Turan abi, o da tutuşurdu hararetinden. Avcıyı söndürmekten cayar, kendini kül olmaktan kurtarmaya çalışırdı. Bak başının çaresine derdi belki de… Oğlum, akılsız oğluuum, Bana sorup ta mı âşık oldun? Doğru söze ne denir ki? Avcı kimseye sormamıştı âşık olurken.
Sonra bir gerçek daha vardı. Avcı istememiştim ki âşık olmayı. Ansızın karşısına çıkmış, bütün zerrelerini kavramıştı.
Sorsaydı avcıya acaba razı gelir miydi, yoksa elinin tersiyle itip her zamanki gibi ormanda pusuya mı yatardı sıradan bir kız olsaydı, kurtardığı?
Böylesine çarpılıp, yamuk-yumuk olur muydu? Aşk adres sormaz diyen kişi meğer ne derin filozoftu, avcının halini on yıllar öncesinden tahmin etmişti. Gerçekten de aşk adres sormuyordu, pençelerini uzatıp, insanı ansızın kavrayıveriyor, insanın ruhuna, bedenine, hücrelerine aniden hükmedebiliyordu.
Sonrasında yan ki yan. Ocağa odun at durmadan, çıkan ateşi derin derin seyre dal, ateşin harından çıkan alevli diller oynaşırken raks edercesine sen sevdiğini gördüğünü zannet.
Ateşten dilleri sevdiğine benzetip, elinle saçlarını okşamaya kalkarsın da ellerin yanınca yaptığın şaşkınlığa kendin bile gülersin. Sisli gece zifir karanlıktı. Saate bakmayı akıl edemiyordu.
Şafak atmasını, tan yerinin ağarmasını bekliyordu, doğu tarafına bakarak. Tan yeri attığında, şafak söktüğünde, gün ağardığında, acım hafifleyecek sanıyordu.
Bir yandan da gecenin devam etmesini arzuluyordu.
Gecenin zifiri karanlığında ondan başka kimse yoktu ortalıkta. Vahşi hayvanlar bile inine çekilmiş olmalıydı, hiç birisinin çıtı çıkmıyordu. Yoksa tüm orman duymuş muydu sıradışı olayı? Haline acıyıp onlar da mı matemine, yasına, hüznüne katılıyorlardı?
Ateşin başında otururken; sevdiğim kızın şu saatlerde İstanbul’a vardığını, öğrenci yurdundaki barınağına girdiğini, banyosunu alıp palas pandıras yatağına çekilmiş olabileceğini düşünüyordu.
Avcı uyanıktı, acaba sevdiği uyuyor muydu, yoksa yattığı yatakta bir sağa, bir sola dönüp duruyor muydu? Uyku giriyor muydu güzel gözlerine, yoksa güzel, yeşil gözleri avcının gözleri gibi geceye dalmış, hayal mi kuruyordu?
Uyuyorsa rüyasında avcıyı görür müydü acaba? Avcıyı rüyasında görünce gerçek zannedip minik bir öpücük kondurur muydu hayalen yanağına?
Düşünüyordu, düşünüyordu, düşünüyordu.
Birbirini öteleyen, birbirini tekmeleyen, birbirini kovalayan hayallere dalıyordu. Hayallerinin inanılmazlığıyla bir derin uçurumlara yuvarlanıyordu, yaşanabilir olabileceği gelince aklıma, anında zirveye kuruluyordu.
Çok bilinmeyenli denklemdi adeta içinde bulunduğu durum. Boşa koyuyordum dolmuyordu. Doluya koyuyordu almıyordu. Bütün ihtimalleri tek tek gözden geçiriyor, sorun çıkması muhtemel konularda karşı fikir geliştiriyor, zorlukların üstesinden gelebileceğine güvenerek moral buluyordu.
En büyük dayanağı, moral kaynağı, dayanma gücü aşkın ölümsüzlüğüydü. Her biri diğerinden muammalı bir dizi mucizenin eseriydi onların aşkı. Uludağ’da doğmuştu, Uludağ yüceliğine erişmeliydi.
Uludağ yüceliğine erişebilen bir sevdayı önlemeye, engellemeye kimin gücü, takadi yetebilirdi ki? Uludağ Uludağ olalı acaba böylesine olağanüstü bir aşka şahitlik etmiş miydi? Aşklarına beşiklik eden Uludağ’ın bir bildiği vardı ki mutlaka, tanışmalarını sağlamış, bağırlarında ateş yakmıştı.
Hiç bir güç engel olamazdı yaşanan Uludağ yüceliğindeki aşkı engellemeye. Hiç kimse bu aşkı engelleyemezdi varsa içinde zerre miktarı insanlık duygusu.
Önceleri soğuk baksa da sevdiğinin ailesi, sonunda aşkın gücü tüm engelleri aşabilecekti. Varın gidin aşkınızı yaşayın demesi iki gencin kaderi olmalıydı.
Aşkın ölümsüzlüğüyle bezeli değil miydi insanlık tarihi?
Tarih bir gün bu büyük aşka da beyaz bir sayfa açacak, sevdalarının büyüklüğünü, ululuğunu, ulaşılmazlığını tüm beşeriyete yayacaktı.
Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre’nin aşkları nasıl yüzlerce yıldan beri insanların dilinde sürdürmüşse varlığını ve ölümsüzlüğünü, onların aşkları da damgasını aşk tarihine kayıt düşülecek vuracak kadar önemli ve güçlüydü.
Aşkın büyüklüğü karşısında nice taht sahiplerinin çaresiz kaldığını düşününce, bir an zihninde, bir serinlik geldi çareler araya yüreğine.
Ayağa kalktı, hızla zirve tarafına döndü, bağırdı olanca gücüyle.
Uludağ sen şahitsin aşkımın büyüklüğüne. Senin şahitlik ettiğin bir aşkı yok saymaya kimin mecali ola... Rahatlamıştı Uludağ’a seslenince, içini dökünce. Aniden bir gökgürledi, sanki Uludağ evetledi. Uludağ evet diyorsa avcı dağları yıkardı.
Aşkına sahip olmak için hayatını adardı. Hayat dediğin ne ki göz açıp kapayınca gelir- geçer. Aşkın tarihini ancak büyük âşıklar yazar. Avcı sırılsıklam aşıktı, aşkı yücelerden yüceydi. Aşka karşı çıkana deli dense yeriydi. Kim sevmez, kim sevilmek istemezdi delicesine, çılgınlar gibi.
Benim adım Ümit diyordu, avcı Ümit…
Ben sevdim mi tam severim. Artık endişesi kalmamıştı ölümsüzdü aşkı. . En kısa zamanda yârinin haberini alacaktı. Mektup gelip onu bulduğunda çılgına dönecekti. Yârinin elinden tutup dağlara koşacaktı. Dağ onları alırdı elbet sinesine.
Görün, bakın, ibret alın, saygı duyun aşkların en yücesine. Son noktayı koymuştu seher vakti zihninde, Yazgılarıydı, kaderleriydi, mukadderatlarıydı bir araya gelmeleri, vuslata ermeleri. Tamam dedi içinden…
Bu işin sonu iyi biter. Git yat, ısın biraz, yoksa gecenin ayazı seni hasta eder. Oturmaktan bacakları uyuşmuştu, kalkıp dolaşsa, ateşin az ötesi koyu karanlıktı. Çaresiz çadıra girmeye karar verdi. Bir kova su aldı, ateşe boca etti.
Ateşin tamamen söndüğüne emin olunca çadıra girdi, soyundu, yatak kıyafetini giydi, yatağa yattı, iki kalın yorganı üstüne çekince vucuduna yayılan ısıdan dışarıda ne kadar üşüdüğünü yatakta ısınınca anladı.
Sıcak yatak uykusunu getirmişti, az sonrada uyuya kalmıştı. Uykudan uyandığında vakit öğle olmuştu. Kalktı, üzerine kalın bir yelek giydi, yüzünü yıkadı.
Giyindi, iki sokum ekmek yedi, Teleferik binasındaki kafeteryaya gidip bir çay söyledi. Çayı gelmesini beklerken 4 kişinin günlük yerel gazeteyi okuduğunu, okurken esefle kafalarını salladığını gördü.
Biri avcıdan yana döndü, arkadaşına bir şeyler mırıldandı. Bunun üzerine öteki de avcıdan yana bakmaya başladı. Huylandı avcı, tedirgin oldu, içine bir korku girdi. Gitti, hızla gazeteyi ellerinden alıp koca puntolarla yazılmış başlığı okumaya başladı. ‘’Uludağ yolunda feci kaza’’ diye yazıyordu, gazetenin manşetinde.
İki ölü, çok sayıda yaralı olduğu bildiriliyordu. Ölülerin resmi vardı ilk sayfada, en üst kısımda. Baktı resme; yıkıldı o an duvarın dibine.
Ölenlerden biri avcının 16 saatlik aşkıydı. Sarı saçlı, yeşil gözlü dilber yârini avcı ebediyen kaybetmişti.
Sevdiği kızı Dünya gözüyle bir daha asla göremeyecekti, kavuşmaları mahşere kalmıştı…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.