- 592 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AVCI (5)
Avcıyı; yabani, yoz, paçoz, döküntü bulan esmer güzeli, kendi karakterine uygun birisini bulmuştu, sağda-solda turluyordu.
Oğlan da fiyakalıydı hani. Avcıya hiç mi hiç benzemiyordu. Giyimi, kuşamı havalıydı. Uzun saçlı, parlak züppenin biriydi.
Münasebetsizin birine bakılırsa, esmer kız resmen ağzına düşüyordu züppenin.
Bir dediğini iki etmediğini söylemişti bazı ortak arkadaşları.
Canı sağ olsun demişti avcı, inşallah sonu iyi gelir!
Gelmez mi? Geldi... Geldi de züppe için geldi.
Yoksa esmer kız hayatının kazığını yedi.
Züppe modern görünümlü, sorarsan medeni geçinen birisi olduğundan, kızın gözünü bir boyamış ki o kadar olur.
Aralarında inceden bir söz kesmişler, sonra birer ince alyans takınca birbirlerine, muhabbetin ucunu kaçırmışlar.
Sevdaları ıslak aşka dönüşmüş, gel zaman, git zaman kızın ay hali rotadan çıkmış, karnı şişmeye, kalçaları yuvarlaklaşmaya başlamış.
Nasıl olsa evlilik yolda olduğundan önce fazla önemsememiş, kız vermiş müjdeli haberi züppeye.
Züppe haberi duyunca, bir triplere girmiş, olamaz demiş, daha biz kendimiz çocuğuz, bu çocuğu hallet.
Hallederken de sakın bana güvenme, bak başının çaresine demeyi ihmal etmemiş.
Kalmış mı esmer güzeli tek başına? Züppe pır etmiş, kaçmış, gitmiş.
Esmer mecburen annesine durumu açmış.
Aile bir sağlam karışmış, karışmasına ya, ne fayda?
Mercimek fırına, bambino kızın kucağına verilmiş.
Kızın doğum yaptığı haberi duyulunca, dedikoducu takımına günlerce sürecek malzeme çıkmıştı.
Göz aydına gidenlerden duymuştu avcı, esmerin kendisinden dirsek çevirdiğinden pişmanlık duyduğunu ve bir de kız bebek sahibi olduğunu.
Bebek 2, 5 aylık olunca annesinin kucağında bir kez görmüştü.
Bebeğime bakar mısın? Deyiverdi esmer damdan düşercesine.
Olur dedi avcı, neden bakmayayım, bu masum yavrunun ne günahı var?
Bebek sevimli mi sevimliydi.
Minicik elleri yumuk yumuktu.
Gülümsedi mi avcıya yoksa avcıya mı öyle geldi.
Bir an durup gülümsediğini hatırlıyordu bebeğe.
Gülümsemesinden cesaret etmiş olmalı ki esmer; bombayı patlatıverdi aklı sıra.
Kızımın adını Ümit koydum dedi, hani merak edersin diye söylüyorum.
Sanki çok umurundaydı bebeğe koyulan adın.
Birden hıyarlığı tutuverdi, dilinin ucuna gelen mutat cümleyi bir çırpıda söyleyiverdi: Analı, babalı büyütün, der demez esmerin yüzü bir karardı ki, gören, yüzüne soba kurumu sürdü sanırdı.
Sen dün de odundun, bugün de odunsun.
Hep odun kalacaksın dedi, yanından uzaklaştı.
Doğruydu...
Ben odunum dedi avcı iç geçirerek.
Hem de yontulmamış odunum. Odun az gelir.
Kereste, bıçkı görmemiş tomruk denilse yeridir.
Ben giyinmeyi, kuşanmayı bilmem.
Giyinip, kuşanıp olduğumdan farklı görünmeyi bir türlü beceremedim. İçim neyse dışımda odur benim.
Fiyakalı giysilerle bezenip, masum kızları tuzağa düşürmem, düşüremem. Allahtan korku vardır bende.
Yalanı beceremem. Görüntüm neyse, aklımdan geçen de odur, farklı tavır takınamam.
Kılığım kıyafetim hiç bir zaman uygun olmadı benim.
Sorsa densizin biri, kaç takım elbisen var? Diye; utancımdan kafamı yerden yukarı çeviremem.
Sana ne efendi? Demek geçer içimden. Çok zorda kalırsam, onu da söyleyiveririm.
Zarfa değil, mazrufa bak derim ardından ve Yunus’tan bir dörtlük naklederim.
Ne demiş koca Yunus çağlaar ötesinden?
Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yoktu.
Nice elbise gördüm, içinde insan yoktu...
Aldın mı ağzının payını ukala dümbeleği? Benim takım elbisem olup olmaması seni neden alakadar ediyor?
Sen hiç havlu dokuma fabrikasına girdin mi ömrü hayatında? Ben salon çapkını değilim.
Salonlar beni sıkar, içi dolu olsa da hurilerle, soluğu Uludağ’da alırım ya da Bursa Atatürk stadında.
Huyumu, suyumu en iyi ben bilirim diyordu fırsattan istifade; kendine zılgıt çekiyordu.
Zaaflarını, alışkanlıklarını bir bir meydana döküyordu.
Senin tüm meziyetin, doğduğun kentin takımı Bursaspor’un taraftarı olmak.
Senin bütün becerin, Bursa Atatürk stadına giderek, tribünde takımını çılgınca desteklemek.
Bağırmak, çağırmak, boğazını yırtmaktan tuhaf bir zevk alıyorsun…
Şimdi mevsim yaz olmasaydı, futbol sezonu açık bulunsaydı, sen pazar gününü iple çekmeyecek miydin?
Pazar gününü sabırsızlıkla bekleyecek, o gün geldiğinde eline yeşil- beyaz bayrak alıp Teksas tribünündeki yerini almayacak mıydın?
Sordun mu kıza futbolla ilgin var mı, hangi takımı tutuyorsun diye? Futbolla ilgisi yoksa sen nasıl olsa Bursaspor aşkını aşılarsın.
Ya İstanbul takımlarından birisinin renklerine gönül verdiyse? Aldın mı o zaman başına püsküllü belayı?
Bir yanda sevdiğin kız, diğer yandan canın gibi aziz bildiğin, sevdiğin, saydığın, hürmet ettiğin, tazim gösterdiğin, Bursa’nın yeşilini, senin dağın, Uludağ’ın beyazını forma rengi yapmış Bursaspor.
Yardan mı geçersin, serden mi geçersin? Boş ver diyordu futbol bahsi açılınca. Bunlar tali sorunlar. Benim yanımda duran, benim kollarımın arasında sarmaladığım, benim bedenimin ısısını, kokusunu bedeninde barındıran, yemeğimi ve en önemlisi yatağımı paylaştığım, yekvücut olmaktan haz duyduğum bir kişiyi allem eder, kallem eder Bursasporlu yaparım.
Bütün derdim, gamım, kasavetim bu olsun.
Bursa’yı sevmese, Bursa’ya gelmezdi. Benim dağımı, Uludağ’ı sevmese, Uludağ’a çıkmazdı.
Uludağ’a çıkmasa, beni bulmazdı. Bursa’ya gelmiş, Uludağ’a çıkmış, siste yolunu kaybetmiş, beni bulmuş birisinin gelecekte Bursasporlu olmasından daha mantıklı bir davranış beklenebilir mi?
Sonra giydiği giysi tamamıyla beyazdı. Demek ki beyazı çok seviyordu. Ve beyaz elbisenin üzerine işlenmiş gibi parlayan yakut gibi yemyeşil gözler. Besbelli ki bu kızın iç dünyası beyaz ve yeşil üzerine kuruluydu.
Yeşil gözleri tanrı vergisi olsa da, onun-bunun, şunun etkisinde kalarak matem, en azından hüzün rengi siyahı benimseyemez miydi?
Ya da güneş gurubu renklerden sarıyı...
Sarı saçlara sahip birisine sarı hâkim renkli giysi veya sarının yanında lacivert ve kırmızı gitmez miydi?
Elbette ki giderdi gitmesine. Hele böylesine harikulade bir güzelliğe sahipse kişi; renkler hükmediyor kişinin gizli dünyasına, bir anlam da ayna tutuyor, gizini ortaya seriyor, deşifre ediyor ruh halini, yaşam tutkusunu sergiliyor anlayana, anlayabilene.
Ruh ikizi gibiydi sevdiği sarı saçlı, İzmirli güzel kız.
Avcı yeşili çok seviyordu, yeşile tutkun, yeşile vurgundu. Yeşil; yaşadığı hayat felsefesinin dışa vurumuydu. Yeşil avcının fovori rengiydi, yeşilden başkası yavan gelirdi. Yeşil hayattı, yeşil candı, yeşil heyecandı. Yeşil varlığın yokluğa, yokluğun varlığa dönüşümünün simgesiydi. Tüm renklerin rol aldığı bir sinema eseri düşünülse; başrol yeşilindi, diğerleri figürandı.
Yeşil liderdi kitleleri peşinden sürükleyen.
Eskiyi, köhnemişi, bayatlamışı ekarte eden, yeni umutlar yeni hayaller vaat edebilen. Şaire ilham veren, yazarı meftun eden lal olmuş dilleri açandı yeşil. Yeşil hasretin vuslata erdiği, maddeyle maneviyatın iç içe geçtiği, uyuşmaz sanılan tezlerin bir potada kaynaştığı renk armonisiydi.
Ve yeşil yüreklerden kopup gelen cümbüşün lav misali püskürmesiydi.
Yeşile müptela olan umut taşır, ümit aşılar, çevresine pozitif enerji yayardı.
Avcının pozitif enerji de tavan yapma noktası; Bursasporlu futbolcuların yeşil- beyaz formayla yeşil sahaya çıktığı andı. İşte tam o an avcı kendinden geçerek trans haline giriyordu.
Avuçlarını patlatırcasına alkışlıyor, avazı çıktığı kadar yemyeşil diye bağırıyordu.
Hele bir de rakip takımın filelerin havalandırılsa dünyalar avcının olmaz mıydı?
Sesi kısılacakmış ne gam… İki gün kısık sesle dolaşırdı; nasıl olsa düzelirdi.
Avcı çocukluğundan beri yeşil-beyaz renklerin azat kabul etmez tutsağıydı.
Fakat hayat o kadar enteresandı ki; yaşayan herkes sağlığında hangi takımı tutarsa tutsun; ömrün finalinde yeşil-beyaz formayı giyerek son yolculuğuna çıkardı.
Nasıl mı? mefta beyaz kefene sarılmaz mıydı? Ve (Aziz şehitlerimizin haricindekiler) tabutun üzerine örtülen cuha yeşil renkli değil miydi?
Fani son yolculuğunu yeşil beyaz renklerin eşliğinde tamamlıyordu…
Buraya kadar hepsi tamamdı da merak ettiği bir konu kafasını kurcalıyordu. Acaba mezarda timsah yürüyüşü yapmak mümkün müydü?
Sevdiğimin hayali kavramışken mengene gibi ruhumu, ölümden söz etme olur mu? Dediğini hatırladı ansızın, kendine çeki-düzen vermeyi düşündü..
Atmak istedi bu negatif düşünceyi kafasının içinden, yere çaldı olumsuz düşünceleri. Aklı çok daha önemli bir konuya odaklanmalıydı.
Meseleye sevdiği kızın ailesi açısından bakmak, onların açısından fikir yürütmek istiyordu..
Ailesinin İzmirli olduğunu biliyor olmasının haricinde haklarında en ufak bilgiye sahip değildi şu an.
Ailesinin sosyal, kültürel, ekonomik seviyesi nedir? Kızlarının Bursalı gariban bir dokumacı parçasıyla gönül ilişkisine girmesine nasıl bir tepki gösterirler.
Aşka saygı duyup, sen kimi seversen makbulümüzdür mü derler, yoksa bula bula bir baldırı çıplağa mı kaldın diye sitem mi ederler?
Engel olmaya kalkışırlar mı yeni filizlenen masum bir aşka barbarca, zalimce?
Sosyal sınıf farkına rağmen birleşen çiftler olmuyor muydu yerli filmlerde?
Olmasına oluyor da, böylesine gerçek hayatta pek sık rastlanılmıyordu.
Ne diyecekti kızın ailesi damat adayının mesleği sorulunca: Aaaa, şekerim...
Damadımız yüksek tekstil mühendisidir diyemeyeceklerine göre, doğruyu söylemeleri gerekirdi.
Uzmanlık alanı havlu dokuma işçiliği denilse acep durumu kurtarırlar mıydı, yoksa dostlarına, düşmanlarına maskara mı olurlardı?
Boş ver diyordu kendine, bunları geleceğe bırak anı yaşamaya bak.
Sen güzel güzel kur hayalini, neden meseleye hep olumsuz bakıyorsun.
Kız gözyaşlarına gark olmuş vaziyette seni seviyorum, mutlaka geri geleceğim derken etrafta bir sürü insan yok muydu?
Yalan, söylemiş, oynamış olabilir mi?
Olamaz, olmamalı. Şarkıda söz edilen kız Ankara kızıydı, İzmir değil. Ne demiş şair şarkıya dönüşen güftesinde?
Boş yer ağlama, kalbini bağlama Ankara kızlarına.
Demek şairin Ankara kızlarından ağzı çok sağlam yanmış ki bize öğüt veriyor.
Aman diyor, aman... Ankara kızlarından uzak durun. Ben yandım, siz yanmayın.
Avcıya neydi ki Ankara kızlarından. O’nun sevdiği kız İzmirliydi...
Bir yandan ateşe odun sürüyordu, bir yandan geleceği yaşıyordu.
Ocağın etrafındaki dağ gibi odun yığını güneş görmüş kar gibi eriyor, azalıyordu.
Bir büyük kuzuyu yarım saatte nar gibi kızartacak kadar kor birikmişti, ocağın içinde. Ocağa odun attıkça ateş harlıyor, alevden diller yüzünü yalıyordu kimi zaman.
‘’O’’yanmıştı aşk ateşine, ocağın ateşi ne ki? Söndürmek istese, bir kova suya bakardı ocaktaki ateş.
Ya avcı öyle miydi?
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.