- 2140 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
aydin ates: sevdasi devrimci yol
Aydın Ateş: Sevdası Devrimci Yol
Olamaz ki, böylesi bir günde de kapalı yere tıkınılmaz ki? Seyhan ırmağının kenarında gezinmek varken, Beyazevlerdeki çamlığa gidip çam ağaçlarının koyu gölgeliği altında soğuk bir gazoz yudumlamak varken...Neşeli birgünü yaşıyor Adana. Mesire yerleri cıvıl cıvıl, kaldırımları yine öyle. Güneşli bir gün ama toprağı ve asvaltı kavurmayan birgün. Boynumuz kıldan ince, babam çağırdı, mecburen gideceğim, başka alternatifim yok. Hayır gitme nedenim sadece babama olan korkumdan dolayı değil tabii ki, en büyük nedeni sevgimden. Beni bir an olsun yalnız bırakmayan, en zorlu anlarımda yanımda olan, beni korumaya, kollamaya çalışan bir insana karşı saygısızlık yapamazdım herhalde, değil mi? Yinede gönülsüzce gidiyorum yanına. İçimden de ümüt ediyorum, umarım önemli bir isteği olmaz da ben de hemen ayrılırım yanından. Kahvehanede beni bekliyor. Kanalyurt dolmuşuna biniyor, dörtyolda, İnönü Parkının önündeki durakta iniyorum. E-5 in üzerindeki, Adliyenin arkasındaki ikinci kattaki Köşem kırahathanesine çıkıyorum. Üstü hasırla kaplanmış yazlık bölümde babamı görüyorum. Arkadaşlarıyla oyunda, konken oynuyor. Beni görüyor. Kapıda ki ilk masa boş, hemen oraya oturuyorum. Garson çayımı getiriyor. Harika bir çay, demli ve taze. Halis Urfa yağı gibi bogazımdan tatlı tatlı akıyor, neşeme neşe katıyor çay.
“Gazete okur musun? diyor garson. Babamı beklerken gazete okumak çok iyi bir fikir geliyor. Gazeteyi alırken garsonun elinden, bir çay daha getirmesini istiyorum. Gazete okurkan çay içmek çok keyifli geliyor hep bana. Önce ilk sayfasına bakıyorum, yine sol üst köşede bir mankenin yarı çıplak fotoğrafı var ve bu gelenekselleşmiş durumda, hergün yarı çıplak bir kadın fotoğrafı konuyor; sonra arka sayfaya geçiyorum, spor haberlerine, en çokta Fenerin haberlerine dalıyorum. Kimi köşe yazarlarınıda okuduktan sonra üçüncü sayfadaki bölge haberlerine geliyorum. Sayfanın alt sağ köşesindeki intihar haberine takılıyor gözüm. Küçük puntolarla yazılmış, yedi sekiz satırlık tek sütunluk haberi okudukça yüreğime yeni patlamış yanardağın lavları akıyor.
Biz ölürsek haberimiz ancak satır aralarında geçer ve birde dostların dilinde...Bu türden öylesine verilmiş bir haber.
İnanamıyorum, inanmakta istemiyorum. Bir anda tersyüz olmak bu olsa gerek. Tekrar okuyorum yanılma olasılığından yola çıkarark. Evet bu bizim Aydın Ateş’ imiz. Başkası deği, taaa kendisi. Tekel Fabrikası önündeki üst geçitten kendini atarak yaşamına son verdiğini yazıyor.
Bunu neden yaptın Aydın? Yaşamı neden erken terkettin yoldaşım? On bir yıllık esaretimiz yeni bitmişken ve biz yaşama yeni atılmışken bu kadar erken yaşama veda edilir mi? Bu tepkin, bu proteston, bu başkaldırın, bu isyanın kime, kimlereydi?
Bu soruları soracak durumda değildim, zihnim dumura uğramıştı, kaskatı olmuştum. Arkası arkasına kaç çay içtim, babamla ne konuştum, kahvehaneden nasıl çıktım, nerelere gittim, kimlerle karşılaştım hiç ayrımında değilim. Gece dama çıkıp geniş ve yıldızlı gökyüzünün altındaki serili yatağıma uzandığımda aklımda sen vardın Aydın Ateş. Yıldızlara bakarak bir yıldız seçiyorum, bu yumruklu yıldızım, yatırıyorum seni oraya. O yıldızda yoldaşlarında var, tıpkı mapustaki günlerinde olduğu gibi gerçek yoldaşlarınla olacaksın orada.
Aklımdan hiç çıkmıyorsun, seni aklımdan çıkarmayı ben de istemiyorum; senli günleri yeniden yaşıyorum gecenin huzurlu/huzursuz sessizliğinde, bu benide mutlu ediyor, huzurlandırıyor; ve boğuyor, soluğumu kör bıçakla kesiyor.
Hatırlıyor musun Aydın? Aslında bunu sadece sen değil, o an mahkeme salonunda bulunan, sabahın erken saatinde cezaevinin kapı altında kelepçelenip cemselere tıkılan, konvoy halinde Marsa fabrikasının karşısındaki askeri mahkemeye götürülen yoldaşlarında, o sırada etrafımızı çeviren, özel seçilmiş iri yapılı, eli coplu askerlerde ve önünüzde tehbih tanesi gibi dizilen hakimler ve sağ taralarındaki iki savcı da, hakimlerin önündeki, daktilonun başında hakimden “yaz kızım” komutunu bekleyen katipte; ve hakimlerin sol tarafında bulunan on dört avukatta ve tabii ki salonun arka sağ köşeşinde bulunan kırka yakın görüşmecilerimizde çok iyi bilirler ve çok iyi hatırlarlar...
Hatırlayalım mı bir kez daha o anı?
Mahkemenin ilk duruşmalarıydı. Meşakatli geçen kimlik tespitinden sonra sıra savcının iddianameyi okumasına gelmişti. İki savcı sırayla okuyordu ağızlakarını önlerindeki mikrofona yaklaştırarak. O sırada senin emektar ve vefakar ve bir okadar da neşeli ve espirili olan, sadece bizler tarafından değil mahallenice de sevilen biriydi senin baban, bizimde Kemal amcamız iddianame okunurken hayretler içinde kalıyor, yerinde duramaz oluyor, oturduğu sandalye dar geliyordu Zeynel Ordüzü’ nun iddia namedeki bölümünü okurken. Savcı okumakla bitiremiyor, isnat edilen eylemleri tek tek ayrıntılarıyla okuyor. “Vay şuna bak yavvv Adana’ nın anasını s...miş” diyor seslice. Heman yanında oturan Nail Türkmen amcamızda “Kemal efendi öyle deme, bu...” diyor sözünü tamamlattırmıyor, “koca savcı yalan mı söylüyor, görmüyor musun Adanayı yakıp yıkmışlar”. 145. sıradaki kendi oğluna, yani sıra sana gelince pür dikkat kesiliyor, soluk almadan dinliyor Kemal amcamız. Savcı kuruyan boğazını önündeki bardaktan bir yudum su alarak ıslatıyor, okumaya başlıyor:
Aydın Ateş: Kemal ve Eşe oğlu 27.01.1957 doğumlu, Adana Merkez Kuyumcular köyü, Hane: 54, Cilt 134/03, Sayfa:70 de nüfusuna kayıtlı olup tutuklanmadan önce Adana Meydan mahallesi 825 sokak, no 38 de ikamet eder, bekar, okur yazar, sabıkasız, halen Mersin E tipi cezaevinde tutuklu” der isnat edilen suçları tek tek okur; İddianemeyi daha tamamlamadan, henüz ortalarına geldiğinde baban dayaramaz seslice homurdanır “vay senin ananı avradını ş..., şu bizim oğlana bakın yaaa Malkaçoğlu olmuş çıkmış sokağa” der, yanındakiler dayanamaz gülmeye başlarlar.
Bu tatlı ve kederli, bir okadar da trajikomik olan bu anın hala anlatılır dost sahbettlerinde.
Gerçi neyin unutuldu ki, hangi anın küllendi ki, hala kor gibi kıpkırmızı duruyor hafızalarımızda. Kimseden duymadım, dinlemedim sana dair olumsuz bir anı. Bir kaç yoldaşını çıkartırsak –ki bunlar senin yoldaşında olamaz, senin yoldaşlığını hiç haketmediler- seni sevmeyen de yoktu.
Devrimci mücadelenin naif insanlarından biriydin. Hiç bir karayerist duyguya kapılmadan insancıl sorumluluğunla hareket ederek üzerine düşenleri zorsunmadan yerine getiren yoladaşlarımızdandın. Faşizme karşı mücadelede yerini almak seni tarifsiz bir şekilde mutlu ediyor, insancıl yanını ortaya çıkardığını düşünerek devrimci olmandan gurur duyuyordun. Yakalanmadan önce faşizme karşı oluşturulan Devrimci Savaş Birlikleri içinde yer almış, bunun onurunu yaşamış, bu sorumlulukla daha bir ciddiyetle devrimci mücadeleye sarılmıştın. Devrimi mutlu bir hayat yaşamak için istemiştin.
12 Eylülden sonra Hadırlı Köyünün arkalarındaki portakal bahçelerindeki bağeverinde kalıyordunuz geceleri. Bazı geceler yer değiştiriyor, bir başka bağevinin odunluğunda sabahlıyor, ama mutlaka nöbetleşe uyuyordunuz. Bu dikkatliliğiniz yakalanıncaya kadar devam etti.
Tarih 27.09.1980 nı gösterdiği gün sabahın ilerleyen saatlerinde Hadırlı Köyünün yanındaki, portakal bahçesinin hemen altındaki Seyhan nehrinin kenarında kamp yerinde bir kaç arkadaşınla yakalandığında, Sarı Metin(Eryaşar) kaçmak için suya atlamış, bu arada aldığı kurşunla yaralanmış bir daha kendisine ulaşılamamıştı, (bugün bile kesin öldüğü bilinmemektedir, izine de rastlanılmamıştır) Sait Keleş yoldaşında kaçmayı başarmıştı. Seninle birlikte bir kaç arkadaşın yakalanmıştı. Seninle yakalananlardan biride her yerde afişleri asılı olan, halikopterlerden aranıyor fotografları atılan Veyis Sami Türkmen’ di.
E-5 üzerindeki polis okuluna götürüldünüz. 52 gün sorguda kaldın. 18.11. 1980 günü savcılığa çıkarıldın arkadaşlarınla, tutuklanıp cezaevine gönderildin. 52 gün boyunca ağır işkenceler yaşadın. Dayanamadın ağır işkencelere ve bir çok bilgiyi polislerle paylaştın. Önce ağır işkencelerden kurtulmak için bir olay üstlendin, burda kalmadı, devamı geldi. Ama seni bu derece çözülmeye iten birlikte yakalandığın, ben hiç çözülmedim diyerek ortalıklarda dolaşacak olan arkadaşın “bana sormayın, herşeyi Aydın bilir “ demesiydi. Arkadaşının böyle demesi sana daha çok yoğunlaşmalarını , işkenceni çoğaltmalarını sağladı.
Bir ara seni Veyis Sami Türkmen’ in kaldığı hücreye verdiler. Hücre kapısı kapanınca kırdığı kaşığın sapıyla sana saldıracak, üzerine oturup, gırtlağına kaşığı dayayacak. O anı Veyis Sami Türkmen söyle anlatacak: “Olur olmadık seyleri söylüyordu. İş gelip bana dayanıyordu ve bir öok şeyi benden istiyorlardı. Nasıl oldu, getirip yanıma attılar, yoksa hep ayrı hücrelerdeydik. Çözülmesini engellemek istiyordumve birazda korkmasını. Polisten korkup çözülüyorsa bizden de korkup çözülmemeli diye düşündüm. Elime geçen kaşığın sapını kırdım üzerine oturdum, kaşığın sapını boğazına dayadım. Konuşursan daha fazla öldürürüm seni dedim. Hücredeki diğer kişiler elimden aldı. Sesi duyan polisler hemen koşarak geldiler Aydın’ ı alıp başka hücreye koydular. O an ki atmosferde yaptığımın doğru olduğunu düşündüm ama , daha sonra yaptığımın hiçte doğru olmadığına kanaat getirdim. Çözülmenin verdiği ruhsal çöküntü içinde olan bir insana böyle davranmam hiç devrimci tavır değildi. Moral vererek çözülmesine engel olacağıma...Bu Aydın arkadaşa karşı ilk ve son hatamdı. Bu yanlışımın ezikliğini sürekli yaşadım, çoğu zaman Aydın’ nın yüzüne içtenlikle bakamıyordum bu yanlışımdan dolayı. Tanıdığım en gururlu en onurlu arkadaşlarımızdan biriydi. Çözülmenin verdiği eziklikten dolayı akrep gibi kendi kendini zehirledi durdu, içine kapandı, yalnızlığı seçti, ama kimseye zehirini akıtmadı”.
Daha sonra ki günlerinde sen de bu 52 gününe hayatının en kara, en lekeli günleri olarak gördüğünü söyleyecek, kalan yıllarını bu 52 günün ezikliğiyle yaşayacak ve ömrünü yaşanmaz hale getirecektin, bunuda onurundan, gururundan yapacaktın.
Aslında bu yaptığın bir tür harekeriydi, bunuda iyi biliyordun.
Arkadaşlarınla birlikte savcılığa çıkarıldın, tutuklanıp cezaevine gönderildiniz. Uzunca mapusluğunun ilk durağı Adana Kapalı Cezaeviydi. Birinci bölüm 4. Koğuşa verildin. 4. Koğuşta Devrimci Yolcular kalıyordu. Gitmem demedin. Biliyordun ki her zaman yoldaşlarının yanıydı.
11 yıllık buhranlı yılların böylece başlıyordu.
Dışarıda 12 Eylül Askeri Faşist diktatörlüğün terörü, şiddeti, cinayetleri hiç durmadan artarak devam ederken 4. Koğuşta da küçük ama egemen olan azınlığın devrimci şiddet esiyordu. Devrimci Yolu iyi kavramış çoğunluk yapılanların yanlışlığını iyi biliyor, ama yenilğinin verdiği moral bozukluğundan, yenilğinin verdiği zayıfıktan dolayı tavır koyamıyorlardı. Yine o günleri üzülerek, yanlışlığının bilincinde olarak, derin pişmanlığı yaşayarak özeleştiri verircesine şöyle anlatacak Veyis Sami Türkmen: “Yakalanıp gelen arkadaşlar poliste verdikleri ifadeleri gizliyorlardı, biz doğruları söylemelerini istiyorduk, doğruları söylesinler ki, biz de dışarıya haber iletelim, yakalanmayan arkadaşlar buna göre önlem alsınlar. Arkadaşlarımız sadece korktuklarından değil utandıklarından dolayıda polis ifadelerini tam anlatmıyorlardı. Biz de mahkeme kurduk. Beni hakim yaptılar, Tazı Erol Özcan da savcı oldu, Adem kütük’ te katılırdı. Üçümüzün kararı ”çek götür” olunca iki kişi mutfakta döverek polis de verdikleri ifadeleri parşömene yazdırıyorlardı”.
12 Eylülün o karanlık yıllarında bazı arkadaşlarımız kendilerini devrimci hakimden, savcıdan, kimi arkadaşlarımızda kendisini devrimci polisten sayıyor, yoldaşlarını yargılama, yoldaşlarına işkence yapma hakkını kendinde buluyorlardı.
Senin ifadeni bildiklerinden yargılananlar arasında olmadın sen, ama sürekli aşağılananlardan biriydin en yakın arkadaşın tarafından. Hatta bu arkadaşın koğuşun ortasında özellikle seni ve diğer çözülenleri kastederek şöyle diyecek: “Götümüzün bokuyla değil, alnımızın akıyla buraya geldik”.
Bu arkadaşına göre sen pisleterek gelmiştin. Bu senin yaşamın, bu senin beynine mıh gibi çakılmıştı. Beyninden söküp atamayacaktın ta ki köprüye çıkıncaya kadar.
Her zaman geçtiğin bir köprüydü Tekel Sigara fabrikasının önüne yapılan üst geçit. Bu geçme esnalarında tasarlamıştın intiharını. İlk intihar girişimin evde olmuştu. Eskimiş, paslanmış su borusunun ağırlığına dayanamayıp eğilmesiyle başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu başarısızlık sen de vazgeçmeleri yaşatmadı. Kararlıydın. Bu kez başarısızlığa şans tanımak istemiyordun. Bunun en güzel yeri E-5 ten geçen üst geçitti. Demirlerin üzerine çıkacak kendini kara asvaltın üzerine bırakacaktın, süratle geçen taksiler ve kamyonlarda üzerinden geçecek ve böylece en son olan devrimci eylemini de başarıyla sonuçlandırmış olacaktın. Ve şöyle diyecektin: “İntiharım kötülüklere karşı bir protestodur”.
Eylem vaktin gelmişti. Hazırlandın, evden çıktın. Kendini hiç bu kadar huzurlu, neşeli görmemiştin. En güçlü ve en iradeli günlerinden birini yaşıyordun, yaşama hiç bu kadar umutla bakmamıştın. Köprüye çıktın. Üst geçitte senden başka kimse yoktu. Gri demirleri tuttun bir hamlede çıktın, ayağa kalktın. Kartal gibi görünüyordun aşağıdan bakınca. Mavi gözlerin çakmak gibi parıldıyordu. Gözlerin asvaltın karalığındaydı. Karada yaşamını gördün, karada umudu ve geleceği gördün karada.
Pişmanlık yasası çıktığında senden de süphelenmiştı bu “götümüzün bokuyla gelmedik” diyen arkadasın. Pişmanlık yasasından yararlanıp, yoldaşlarına ihanet edeceğini, kendini kurtaracağını düşünmüştü. Gözü üzerindeydi ve herkese şöyle diyordu. Aydın’ a dikkat edin koğuştan kaçmaya çalışınca yakalayın, mektuplarını dikkatlice okuyun. Ama senin hiç aklından geçmemişti pişmanlık yasasından yararlanıp kendini kurtarmak. Cezaevinde idarenin zulmüne karşı verilen her eylemde yerini aldın, arkadaşlarını yalnız bırakmadın. Bunu kendini affettirmek için değil inancından yapıyordun. Mersin cezaevindeki eylemlerde de yerini aldın. Açlık grevlerine katıldın, Tek Tip Elbise için başlatılan eylemde de oldun, hücrelerde yattın. Ama hiç bir yoldaşının kalbini kırmadın, yoldaşlarınla kavga etmedin, yoldaşlarına hep iyimserce baktın. Lakin 11 yılın sessizlik içinde geçti. Az konuştun, az güldün. Fırtınaları hep içinde yaşadın.
Hatırlıyor musun, Mersin Cezaevınde kaynar suyla sırtın yanmıştı? Yücel Taş tuvaletin üzerine kovayla su koymuştu. Elektirikle ısıtılıyordu su, o suylada yıkanılıyordu. Bahçede futbol oynadıyından unutmuş suyu. Su kaynamış, kova yumuşamıştı. Bu arada sen tuvalete girmiştin. Yarım adım geride olsaydın eğer kaynar su başından aşağı boşalacak, çok daha büyük yanma yaşayacaktın. Sadece sırtın ve boynunda yanıklar oluştu. Yaz boyunca yanığın acısıyla yaşadın. Yanığın acısı geçti ama...
Üç yıla yakın Ceyan cezaevinde kaldın. Gittikçe ruhsal durumun bozuluyor, maneviyatın zayıflıyırdu. Maneviyatını güçlendirmek için hastanelerde yattın. Korkmaya başlamıştık senden, her an kendine yönelik bir eylem içine girmenden. Arkadaşlar seni yalnız bırakmıyorlardı, hep sağında solunda oluyordu.
Sen de bizler gibi Şartlı tahliye oldun, aldığın idam cezası 10 yıla indirilmişti.
Dışarıdaydın artık. Ama dışarısıda beklediğin gibi değildi. Ne sen dışarısını sevmiştin, ne de dışarısı seni. Ne sen dışarıda ki yaşama uyum sağlaya bilmiştin, nede dışarıda ki yaşam sana. Kansız bir savaş halindeydin. Bu yaşam seni yenmeden sen bu yaşamı yenmek istiyordun.
Demirlerin üzerindeydin. Kısa dolğun bacakların ok gibi fırlamaya hazırdı. Son kez bakarken kara asvalta karadaki yaşamı gördün. Yaşam beni değil, ben yaşamı yenmeliyim diyerek ok gibi fırlayıp bıraktın kendini boşluğa. Kartal gibi süzülerek uçuyordun dipsiz, sonsuz boşlukta.
Hala süzülerek uçuyorsun...
Muhittin Çoban
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.