- 985 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Tenim Karı Üşütür
TENİM KARI ÜŞÜTÜR
Beni şair yapacak şu hummalı geceler.
Yorgun nazarlarımı sallayacak boşlukta.
Sana gelen yüreğim neler duyacak neler.
Kayıp giderken zaman o amansız loşlukta.
Sonbaharın son günleriydi. Altı yaşlarındaydım. Küçük ablam bir başka köyde yaşayan halamın yanına gitmiş. Orada bir hafta kalıp dönmüştü. Annemin deyişine göre yalnız dönmemiş, uyuz mikrobunu da beraberinde getirmişti. Bir hafta içinde abim hariç hepimiz kaşınmaya başlamıştık. Oldukça titiz olan annem evde ne var ne yok her şeyi kaynatmış, bizi de baştan ayağa ilaçlamıştı. Bir kaç saat bekledikten sonra hepimiz yıkanmıştık. Öğleden sonra ablalarım kestane toplamak için dağa çıkmaya karar vermişlerdi. Annemin gönülsüzlüğüne rağmen ben de peşlerine takılmıştım. Gün boyu o ağaç senin bu ağaç benim, kıpkızıl yapraklar arasında dolanıp durmuştuk. Bu arada kaşınmayı da bırakmıştık. Fakat eve dönünce kendimi haddinden fazla yorgun hissediyordum. Midem de bulanmaya başlamıştı. Anneme sezdirmek istemesem de o durumu fark etmiş “üşütmüş” olabileceğimi söylemişti. Günler ilerlemiş ne yorgunluğum geçmiş,ne de bulantım azalmıştı. Üstelik benzim sararmaya başlamıştı. Annem bu kez de zehirlenebileceğimden şüphelendi. Hem kız kardeşimin göğsünde çıkan çıbanı göstermek, hem de durumumu öğrenmek için ilçedeki hastaneye götürdü. Hastanede kaşıntı izlerini gören benden kaçıyordu. Pembe beyaz tenim grimsi bir hâl almış, ürkütücü bir manzara oluşturuyordu. Bir hafta hastanede yattım. Verilen serumlar işe yaramış, halsizliğim geçmişti. Ama tenim hala sarıydı. Annem kimseden durumumu öğrenemeyince vilâyete götürmek istedi. Hastane masraflarını ödemeden bu da pek mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine annem hafta sonunu kollayıp bizi hastaneden kaçırdı. Benim iyi halime aldanıp köye çıkardı. Ertesi sabah oldukça halsiz uyanmış, doğrulmuş fakat yatağımdan kalkamamıştım. Gece başlayan kar ,sabaha kadar ahşap evimizin minik pencerelerini tırmalamıştı. Sonunda yorgun düşmüş olacak ki apak başını önce evin çatısına sonra da avluya bırakmıştı. Perdesi hafif aralanmış odanın penceresinden sonsuz bir beyazlık seçilebiliyordu. Kalkmayı bir kez daha denedim fakat bu pek mümkün görünmüyordu. Sanki tonlarca ağırlığın altında kalmıştım, parmağımı dahi oynatamıyordum. Hoplayıp sıçrayarak yatağımdan kalkmama alışık annem yokluğumu erken fark etmiş yanıma gelmişti:
_Hadi kalk kızım, çayını doldurdum, dedi gülümseyerek. Ben,
_Annee, diye fısıldayabildim sadece. Bu kez annemin çehresindeki tebessüm uçup gitmiş, yüz hatları gerilmişti. İri parmakları alnımda gezindi.
_Ateşin var senin, dedi. Telaşla vücudumu ve koltuk altlarımı da yokladı. Başını salladı,
_Yok yok, yanıyorsun sen, ne oluyor sana böyle, diye inledi.
_Gel bir şeyler ye, açılırsın, hem sana ıhlamurda yaparım, diye ilave etti.
Aslında canım bir şey istemiyordu. Fakat itiraz edecek mecalim yoktu. Karşı koymadan annemin beni yatağımdan indirmesini bekledim.
Annem bir yandan beni soyuyor diğer yandan bana bir şeyler yedirmeye çalışıyordu.
_Şu ıhlamuru da içersen rahatlarsın dedi. Oysa ben omuzlarımın üzerindeki başımı taşımakta bile zorlanıyordum. Kendimi sedire zor attım. Fakat sedire serilmemle sıçramam bir oldu. Zira midem adeta canlanmış; içeride ne var ne yok dışarı atmaya başlamıştı. Annem ve kardeşlerim dehşet içindeydi. Bütün maiyi dışarı attıktan sonra güçlükle ensemi mindere indirebilmiştim. Ateşim de gittikçe artmaktaydı. Annem ateşimi düşürebilmek için içeri getirdiği leğende soğuk suyla bedenimi iyice ovalamıştı. Fakat yıkanırken durakladığı halde sedire uzanır uzanmaz karşı atağa geçen bu inatçı ateş vücudumdan kopmak bilmiyordu. Annem çaresiz bir o yana bir bu yana koşuyordu. Saatte bir tekrarlayan kusma nöbetleri de nefes aldırmıyordu. Her seferinde öyle güçlü ataklarla istifra ediyordum ki ikindiye doğru ciğerlerimin ağrısından mindere dahi yaslanamaz olmuştum. Kusma nöbetlerimin sıklaştığını gören annem bedenimi esir alan şeyin basit bir virüs olmadığını anlamıştı. Kendince bazı yorumlar yapıyordu:
_Her halde zehirlendin. Doktor bir kez gelip bakmadı ki! Diye söyleniyordu. Sonra ablalarıma çıkıştı:
_Ben size o gün götürmeyin demiştim, yeni banyo yapmıştı, üşüttü işte. Sonra ümitsizce başını salladı,
_Şimdiye üşütme mi kalır, diye mırıldandı.
Kurdukları her bir cümlenin, başıma bir balyoz gibi inmesinden habersiz daha bir sürü lakırdı ettiler. Oysa ben konuşmalardan sıkılmıştım. Dışarıdan gelen her uyarıcı bir hançer gibi göğsüme saplanmaktaydı zira… Çıkarmak için yeniden doğrulduğumda herkes susmuştu. Boğazımı delip geçen yemyeşil bir sıvıdan sonra kendimden geçmişim. Uyandığımda akşam gerilmişti semaya. Annem başucumdaydı, ablalarım, kardeşim de… Aralıksız yağan kar tüm köyü çepeçevre kuşatmıştı. Zavallı annem gidebildiği her kapıyı çalmış herkesten aynı sözü işitmişti:
_Hemen götür, kötü bir şey olabilir belki…
Annem, mutfakla oturma odasını deruhte eden odada bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Ara ara perdeyi sıyırıyor, karanlığı delercesine inceliyor sonra omuzları çökük bir halde yanıma dönüyordu. _Kar yolları kapamıştır, dedi. Araba işlemez şimdi. Yollardan değil araba insan dahi geçmemiştir.
Sadece başımı çevirebiliyordum. Bu da bir çırpıda olmuyordu. Pencereyi tıklayan kar tanelerini fark ettim. İlk defa o zaman onların selamını işitemedim ve kar taneleri ışıltısını kaybetti gözlerimde. Bir anda hoyrat bir el, beni çocuk bedenimden çıkarmış yüreğime seneleri yüklemişti; ayaklarım yere değmişti. Annemin çaresizliği bana çok dokunmuştu. Ne
var ki yapabileceğim bir şey yoktu. Üzerimdeki örtüyle yüzümü kapatıp ağlamaya başladım. Sımsıcak gözyaşlarım kezzap gibi yanağımı yakıp iniyordu. Annem,
_Aç kızım örtüyü, dedi zaten ateşin var. Bir türlü inmiyor meret… Sonra ilave etti:
_Yarın sabah namazıyla yola çıkarız. Burada öleceğine yollarda öl.
O arada yeniden kendimden geçmiştim. Gece yarısı uyandığımda sedirdeydim. Sırt üstü uzanmıştım. Sağa sola çeviremediğim bedenim daha harlı bir ateşle kavrulmaktaydı. Sıcaklığımın tüm odayı doldurduğunu sanmış olacağım ki kuzinenin başında iki büklüm olmuş, odunları tutuşturmaya çalışan küçük ablama çıkıştım:
_Ne yapıyorsun sen? Ablam şaşırmıştı.
_Sobayı yakacağım, donuyorum. Şaşırma sırası bendeydi. Çünkü ben yanarken nasıl olur da ablam üşüyebilirdi.
_Yakacak mısın beni diye feryat ettim. Bırak yakma sobayı, su dök bana su…
Ablam çırpınışlarıma bigâne kalmamış kuzineden uzaklaşmıştı. Gün boyu yorgun düşen annem gece yarısı dinlenmek için ablamı yanımda bırakmıştı. Ablam halimden endişe ediyor, yanlış bir şey yapmaktan da korkuyordu. Ben suyu isteyince bir bardak suyu getirdi.
_Hayır, dedim, hayır. Leğenle, üzerime boşalt. “leğen”lafını duyan ablam suyu içmek için istemediğimi anladı. Anladı fakat onca yalvarışıma rağmen isteğimi yerine getirmekten imtina etti. Sonunda ısrarıma dayanamayarak bir bezi suyla ıslatıp getirdi. Vücudumdaki sızı az da olsa erimişti. O an tenimi karla ovsaydı karşı koymayacaktım; ateş canımı öylesine yakmıştı. Bu ateş, grip olduğum zamanlardaki üşümeyle seyreden ve beni yorganın altına çeken ateşe pek benzemiyordu. Ablam yola koyulma vaktine kadar bedenimi serinletmeye çalıştı. Bu arada çıkaracak bir şey kalmadığından olacak kusmalarım azalmıştı. Fakat bu kez de ağzımdan köpükler geliyordu.
……………………..
Dizlerime bırakır, o nahif bedenini.
Desen desen kıvrılır, hüznü tenime oyar.
Atmaz dipsiz ruhuma yalnızlık depremini.
Semayı iplik iplik yoluma döşeyen kar.
Yoldaydık. Gittikçe ağırlaşan halim annemi iyice korkutmuştu. Ne var ki onun sırtında gitmek bana hastalıktan daha zor geliyordu. Üstelik onca çıkmaz sokakla çevrelenmiş annem ara ara sızlanıyordu. O zaman kendimi daha bir güçsüz buluyordum.
O gün karın üşütmediğini fark etmiştim. Çünkü vücuduma yayılan serinlik ciğerlerimi rahatlatmıştı. Ateş de beni rahatsız etmiyordu. Annem ve ablam, ayaklarında karlara gömülen kara lastikleriyle beni saatlerce sırtlarında taşıdılar. Ne kar, ne yırtıcılar ne sarp yokuşlar umurlarındaydı. Bir an önce, iki gündür bir şey yiyip içmeden ateşler içinde yanan bedenimi
hastaneye yetiştirmek istiyorlardı. Bir tanıdığın evinde mola vermeye karar verdiklerinde vakit öğle olmuştu. Ev sahibi halime çok içlenmişti. Ayrılırken bana bir kurabiye uzattı. Her çocuğun hoşuna gidebilecek bu ikram gözüme ne kadar da sevimsiz görünmüştü. Fakat canımın isteyebileceği bir şeyi reddettiğim için de kendi kendime kızmıştım. Ondan sonrasını da pek hatırlamıyorum.
Gözlerimi bir hastane odasında açmıştım. Ablam köye geri dönmüştü. Annem gözlerimin içine bakıyordu. Çocuğunu yollarda telef etmeden emin ellere getirebilmiş olmanın haklı gururu yüzünden okunabiliyordu. Bir tanıdıktan aldığı borç parayı doktora vermiş böylece başucuma birkaç ilgili kişiyi getirebilmişti. Hemşire;
_Hanım, çocuğun kolunu aç, dedi. Günlerdir halsiz düşmüş, yollarda hırpalanmış bedenim yeni bir acıya hazır değildi; geriye çekildiğimi anneme karşı koyduğumu anımsıyorum. Fakat hemşirenin tokat gibi sözleri beni durdurmaya yetmişti: _Kocaman kızsın, hiç yakışıyor mu sana?
Çaresiz kolumu uzatırken utanmış, bir kez daha kendimi değersiz hissetmiştim. Belki bana cesaret getirmesi beklenen o sözle dibe vurmuş, kolumu çaresiz uzatmıştım. Korkmaya, üzülmeye hak tanınmayan bir ortamda yapayalnız kalmıştım.
Koluma bağlanan o incecik hortumla dünya kadar mayi taşınmıştı bedenime. Serum şişelerinin biri gelip diğeri gidiyordu. Bir ara bebekler için ayrılan özel donanımlı bir yatakta kaldım. Fakat bu çok uzun sürmedi. Bir gece apar topar beni oradan aldılar. Bir bebek yani yatağın asıl sahibi gelmişti. Kendimi bilmez bir halde başka bir odaya götürülmüştüm. Üstelik yatağı kirlettiğim için hemşirelerden bir dayak yemediğim kalmıştı. Değersizlik iyiden iyiye dokularıma işliyordu. Üstelik bu his hayat boyu peşimi bırakmayacak hastaneye her gelişimde tavan yapacaktı.
Hastanede bir haftamı doldurmuştum. Serum damarlarıma yeniden bir canlılık getirmişti. Otuz şişe tüm hücrelerimi adeta yıkayıp paklamıştı. Ateşim de düşmüştü. Fakat bir tanı konulmamıştı ve kusmam da devam ediyordu. Bir aralık yanımdaki yatakta yatan bebek hasta dikkatimi çekti. Biberonla besleniyordu. Nasıl da acıkmıştım. Anneme;
_Anne, ben de biberonla içsem, belki çıkarmam o zaman. Acı acı gülümseyen annem isteğime karşı koymadı. Bir biberon bulup ağzına kadar sütle doldurdu. Kana kana içtim; doymuştum. Fakat başımı yastığa bırakmamla yerimden sıçramam bir oldu. Süt ağzımdan burnumdan fışkırıyordu. Bu durum birkaç gün daha devam etti. Annem sonunda hastalığımın adını doktordan öğrendi: _Menenjit,
Annem endişelenmişti. Menenjit iyi bir şey olarak bilinmiyordu. Menenjit geçirip yüzünde, konuşmasında, zekâsında sorunlar oluşan tanıdıklarımız vardı.
_Üşütmeden mi oldu diye sordu annem.
_Belki ondan, belki başka bir sebepten, belki de birçok etkenin bir araya gelmesinden.
Annemin kafası iyice karışmıştı:
_Nasıl yani?
_Yani bir mikrop beyninde iltihap oluşturmuş. Eeee organ önemli olunca bulgular da güçlü oluyor. Ardından ilave etti:
_Tahlillere bakılırsa tifo da geçirmiş bu çocuk. Annemin şaşkınlığına bakılırsa ondan yeni haberi oluyordu. Doktor:
_Tifo mikrobundan da kaynaklanabilir, dedi.
_Peki tekrar ateşlenirse ne yapacağım doktor bey diye sordu bu kez annem. Doktor bana baktı;
_Denize atarsınız siz de dedi. Oysa köyümüzde deniz yoktu ki! Kapıdan çıkarken;
_Bu kez şanslıydınız, hasarsız atlattı, dedi doktor. Bir dahaki sefere talih yüzüne gülmeyebilir. Kollayın çocuğu, yorulmasın, güneşte fazla kalmasın, üşütmesin… Diğer yandan ateşin nasıl düşürüleceği muamma olarak kaldı.
On beş gün hastanede kaldıktan sonra yediğim ilk şey kıpkırmızı bir elma olmuştu. Sonunda pembe lastiklerimi giyip kendi kendime tuvalete gidebilmiştim. İlk yürüdüğüm zamanları hatırlamıyordum ama en az o zamanlardaki kadar kendimi özgür hissetmiş olmalıydım; ayaklarımın üzerindeydim. Yaratıcının bahşettiği en güzel şeye sahiptim; iyiydim. Eve dönerken ayaklarımı kullanabilecektim, yine kocaman bir pastaya arzu dolu bakabilecektim, karın üşüttüğünü hissedebilecektim, her şeyden önemlisi kendimi yeniden gerekli hissedebilecektim. Ah, ne çok şeye sahiptim…
………………………………
Visalini düşlerken, çiçek dolu eteğin,
Bembeyaz bir tuzağa gömülür ayaklarım.
Solmayan bir ezgidir, sürer sonsuza değin.
Upuzun saçlarında ne baharlar saklarım.
Elimizde serum şişeleri ile dolu poşetlerle dönüyorduk. Kar biraz sakinleşmiş görünüyordu. Köy yolu da yarısına kadar açılmıştı. Ama henüz yürünecek on kilometre kadar yol vardı. Annem, ben ve birkaç köylüyle araba yolunu bitirip yürümeye başladığımızda ayaklarımın üşüdüğünü hissettim. Fakat pek umursamadım. Bir dereden geçerken dengemi kaybedip suya düşünce soğuğu kemiklerimde hissettim. İnerken karları eriten tenim bir anda buz kesmişti. Doktorun söylediklerini uygulamak pek kolay olmayacak gibi görünüyordu.
Hastalığım bedenimde bir hasar bırakmamıştı ama benliğimin kuytularına tarifsiz acılar ekmişti. Mesela zihnime kazınan beyaz, bir yönüyle benim için hep ürperti kaynağı olacaktı. Lapa lapa yağan karı pencereden seyretmeyi sevecektim de onun bedenimin her tarafına sokulmasına izin vermeyecektim. Her sabah odamın penceresinden karşı dağları süzecek, tepesindeki karın ne kadar azaldığını kontrol edecektim; çünkü içten içe gitmesini isteyecektim. Ve hiçbir zaman kardan adam yapma hayalim olmayacaktı. Yaptığım karlı resimlerde bile gökyüzü mavi ve güneşli olacaktı.