- 1947 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KÖŞE BAKKALLARI... Bir nostalji
Köşe bakkalları vardı eskiden, arnavut kaldırımı sokaklarımızda
Ve “kredi”, banka kartlarında değil, kişiliklerde olurdu bizim zamanımızda.
Ya sigara, ya ekmek, önünden geçerken aklımıza mutlaka bir ihtiyaç gelirdi,
Hiç bir şey almasak da, en azından “selâm” alınır, verilirdi.
Her alış-veriş veresiyeydi, ”yaz deftere” denirdi,
Güven, saygı ve sevgi vardı bolcana, sadece onlar peşin ödenirdi.
1950 li yıllara kadar, İstanbul’un hemen bütün mahalle aralarında sokaklar, hep “Arnavut Kaldırımı” denen türdendi. Bu sokaklar, birbirine hiç benzemeyen, gerek şekilleri, gerekse boyutları tamamen farklı, hiç bir geometrik şekle uygun olmayan, üst yüzeyleri yuvarlanmış taşlardan oluşurdu.
Sokağın orta sırasına, mutlaka diğerlerinden daha büyük olan taşlardan bir sıra dizilir ve kenarlara doğru sokağa çok hafif bir bombe verilerek, yağmur sularının sokağın iki yanına doğru akması sağlanırdı. Böylece, suyun bir kısmı, kenarlara gidene kadar, taşların arasından toprağa sızar, çok şiddetli yağmurlarda ise, yolun iki kenarında bırakılmış olan taşsız boşluklarda, küçük derecikler oluşur ve su, yolun meyline uygun bir yönde toprak tarafından emile emile akar giderdi... Bu küçük derecikler, bizler için kâğıttan yapılmış kayıklarımızı ya da boş kibrit kutularına bir kibrit çöpünden direk yaptığımız “gemicik”lerimizi yüzdürmek için en büyük eğlence kaynağımız olurdu...
İşte bu arnavut kaldırımlı sokakların bir vazgeçilmezi de “Köşe Bakkalları”ydı. Süper Marketlerin adını dahi duymadığımız o yıllarda, bu mahalle bakkallarına “köşe bakkalı” denilmesiniz sebebi, daha çok eve, yani daha çok müşteriye hitap edebilmek için, bu bakkalların, dükkânları için, mümkün mertebe, iki sokağın kesiştiği köşeleri seçmeleriydi.
Her sokak sakini, çok büyük bir kabahatini görmedikleri sürece, alış-verişlerini genelde, kendi sokaklarındaki bakkallardan yaparlardı.
“Her sokakta bir milyoner yaratmak” felsefesinin henüz uygulanmadığı o yıllarda, insanlar, maddî imkânlarının el verdiği ölçüde aybaşlarında daha merkezî yerlerdeki toptancılardan peşin parayla alış-veriş yaptıktan sonra, ay boyunca ufak-tefek günlük ihtiyaçlarını genelde veresiye olarak bu köşe bakkallarından giderirlerdi. Ödemeler, umumiyetle aybaşından aybaşına yapılır, fakat herkesin birbirini tanıdığı, insanların birbirini sevdiği ve dostluğun maddiyattan çok üstün tutulduğu o günlerde, hastalık, evlenme v.s özel mazeretleri olan müşterilerin 2-3 ay ödeme yapmadan alışverişleri de olağan karşılanırdı.
Dükkânlar genelde 20-25 metrekarelik mekânlardı, daha küçük de olabilirdi. Dükkânın içinde, arka yanında“Bakkal Amca” nın oturduğu bir tezgâh-masa olurdu daima... Bunun bir gözünde, nadiren yapılan peşin alış-verişlerden gelme bozuk paraların konduğu bir göz kasa” görevini üstlenirdi. Tezgâhın üzerinde ise, iki sarı kefesiyle bir terazi ve büyükçe boy bir kalamoza dururdu ki, bu bakkalın en önemli eşyasıydı bence. Bunun her sayfasında, bir müşterinin aylık hesabını kaydederdi “Bakkal Amca”... Ayrıca, her müşteriye küçük bir cep defteri vermek de, bakkalın yükümlülüğündeydi.
Bu cep defterine, veresiye yapılan her alış-veriş, kalem kalem işlenir, ve bu defter müşteride kalırdı. Her alış-verişte, bakkal amca, kulağının üzerinde taşıdığı kurşun kalemi (tercihan sabit kalemi) , büyük bir ciddiyetle çıkartıp, okunması çok zor yazısıyla hem müşterinin cep defterine hem de kendi kalamozasında, o müşteriye ait sayfaya kalem kalem, sattığı malın adını ve fiyatını işlerdi. Bu kalamozanın adı “Veresiye Defteri” idi ve dükkânda yalnız kaldıkça, bakkal amcanın en büyük zevki, ara yekünler alıp o anki servet (!) yekûnunu hesaplamasıydı.
Her ne kadar, bazı bakkaların, zaman zaman veresiye defterinde kalem oynattığı gibi söylentiler çıksa da, bunlar “kuru iftira” olarak nitelendirilirdi, zîra, ay sonunda, müşterideki defterle mutlaka mutabakat tesis edilmeden ödeme yapılmazdı.
Tezgâhın iki yanında, genellikle birer camlı dolap olurdu. Bunlardan birinde bir kaç paket çikolata, kırmızı-beyaz boyalı halk şekerleri, bir miktar tahin helvası v.s, diğerinde de bir tekerlek kaşar peyniri ile bir miktar pastırma ve birer emaye tabak içinde dükkândaki beyaz peynir ve zeytinden az miktar örnek bulunurdu. Beyaz peynir ve urfa yağı büyük tenekeler içinde tezgâhın arkasındaki küçük bölmede muhafaza edilir, ancak müşteriye önce örnekten bir miktar tattırılmadan satış yapmak, raconuna uygun düşmezdi Bakkal Amca’nın.
Sucuk kangalları, genellikle, gündüz kuruması için bir iple tavana asılır, gece dükkân kapanacağı zaman ise, fare tehlikesine karşı camekânda muhafaza edilirdi. O zamanlar düşünemediğim bir ayrıntıyı, burada, yazarken belirtmeden geçemiyeceğim; aylık ödemeyi, faiz gibi bir mevhumu düşünmeden kabul eden ve kazandığı her kuruş, anasının sütü kadar helâl olan bu küçük esnaf, vereceği firenin kendi zararına olmasına rağmen, sattığı malın kalitesini iyileştirmek için, sucuğu kurutmayı bir mecburiyet gibi telâkki ederdi...
O zamanlar “hijyen” kelimesi bile meçhulümüzdü ama, Bakkal Amca, mutlaka kar gibi beyaz bir önlük giyerdi, ve peynir, pastırma gibi, elini kullanmak zorunda olduğu her satıştan sonra, mutlaka, dükkânın arka köşesindeki küçük lâvaboda elini yıkardı.
Bir de tavana asılı yapışkan kâğıtlar vardı. Bu günki neslin pek benimsemiyeceği bir yöntem olmakla beraber, dükkâna giren sineklerden kurtulmanın bir yolu olan, üzerine tatlı ve yapışkan bir madde sürülmüş bu kâğıtlar da,”hijyen” in bir diğer parçasıydı...
Fasulye, pirinç, mercimek, un, toz şeker gibi malzeme ise, yan yana sıralanmış cam kapaklı büyükçe gözlerde muhafaza edilir ve bu gözlerden birinde pırıl pırıl metal bir kürek bulunurdu. Müşteri bunlardan birinden satın almak istediğinde, Bakkal,önce küreği alır, istenen malzemenin bulunduğu gözü açar, elinde tuttuğu ve genelde gazete kâğıdından yapılmış kese kâğıdını şöyle bir üfleyerek ağzını araladıktan sonra, küreğe doldurduğu malzemenin bir kısmını kâğıda koyup terazinin kefesine bırakır, sonra da diğer kefedeki gramlarla denkleşene kadar küçük hareketlerle kürekten kese kâğıdına yavaş yavaş dökerek istenen miktarı hazırlardı. Sonra küreği tekrar göze bırakıp cam kapağı kapatırdı.
Şimdi naylon torbalar içinde tartılmış miktarda malzemeyi, kendimiz seçip sepetimize koyuveriyoruz. Mutlaka daha pratik. Ancak, satıcının bundan aldığı bir zevk olduğunu düşünebilir misiniz? Bakkal, yaptığı işten, sadece ticaret yapmak değil, ekmek parasını, meslek terbiyesi içinde bir iş yaparak kazanmanın hazzını da yaşardı o zaman...
Neler neler bulunmazdı ki” köşe bakkalı” nın dükkânında... Renk renk kap kâğıtlarından yapılmış uçurtmalar ve göbeği çıngıraklı çemberler genelde dükkânın dışında asılı dururdu.
Biz çocukların ilgisini çeken başka şeyler de bulunurdu topaçtan sakıza, niyet kartonlarına kadar...1950 ye yakın yıllarda, üzerinde bir siyâhi kız resmi bulunan ve içinden artist resimleri çıkan çıkletler ve meşhur “Kovboy” çıkletleri de girmişti repertuarımıza...Bu Amerikan sakızı, galiba kapalı ekonomiden çıkışın ve Amerikan malına duyulan saf hayranlığın belki de ilk başlangıcıydı bizler için ve arkası maalesef bu ülkeye, bu millete çok pahalı faturalarla gelecekti o açarken hep içinden “John Wayne”ın resmi çıksın diye çırpındığımız “Kovboy Çıkletleri”....
Bütün bakkallar için geçerli olmasa da, benim mahallemdeki “Bakkal Amcam”, ezanı duyunca, dükkânda müşteri varsa, ona vereceği hizmeti bitirir bitirmez, tezgâhın arkasına seccadesini serer ve dükkânın kapısını kapatmaya dahi gerek duymaksızın namaza dururdu. O zamanlar, insanlar bugünkü kadar aceleci, hayat bu kadar bir koşuşmaca değilmiş her halde ki, o namazdayken gelen müşteri de, onun selâm vermesine kadar beklerdi istediğini söylemeden...
Zamanla, arnavut kaldırımı sokaklar, yerini delik deşik asfalt yollara, köşe bakkalları, önce “market” lere, sonra “süper market”lere, veresiye defterleri de kredi kartlarına terk etti. Ve en kötüsü de, bu değişim içinde, o birbirine destek olmak için çırpınan sevecen insanlar da, maddiyatı her türlü sevgiden üstün tutan, birbirini tanımayan, birbirinden en çok nasıl istifade edebileceğinin hesabı içinde olan insanlara dönüştü...
Bu günki süper marketlerde, köşe bakkallarının o küçük dükkânında satılanlardan yüzlerce kere fazla çeşit mal satılıyor kuşkusuz. Fakat o küçücük mekânlarda bulabildiğimiz karşılıklı güven, saygı, yardımlaşma ve en önemlisi de “sevgi” yi reyonlarına sığdıramıyorlar süper marketler...
Ve bizim üzerinde kâğıt kayıklar yüzdürdüğümüz yağmur suları, şimdi medenîleşen şehirlerimizde toprak tarafından emilmek yerine, medenî (!) seller olup o insanları yutuyor ne yazık ki...
Ünal Beşkese
YORUMLAR
BİTMESİN ŞEKERİM
Bakkal amca ;
Kavanozdan ver şekeri .
Ağzımda erimeyeni olsun .
Çabuk bitmesin ,
Pamukhelva gibi ..
Macuncuyu görsem de ,
Artık almayacağım .
Boyalı şekerine kanmayacağım .
Elimde kalıyor çubuğu ,
Çabuk bittiği gibi...
Çocukluğuma götürdü yazınız,tebrik ederim saygılarımla.
Üstad köşebaşı bakkalları şimdiki neslin asla yaşayamıyacağı duyguların yaşandığı mekanlardı.Şimdiki çocuklar alışveriş merkezlerinde oyun alanlarında oynarken bizler o bakkal dükkanının önünde durup gelen müşterilere yardımcı olmakla büyük zevk ve gurur duyardık.Üstelik bu bizim için en zevkli oyundu.