- 458 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AVCI (4)
Sevdiği şimdi yanımda olmalıydı ki gecenin ayazı bana tesir etmesin diye iç geçirdi umutsuzlukla. Alsam sol yanıma, sarılsam ince beline, dayasa uzun sarı saçlı başını sol omzuma, aynı battaniyeye sarılıp körüklersem ateşi, kim üşür gecenin kemirici soğuğunda?
Uçlarını okşarken, öpüversem kaçamaktan sarı dalgalı saçlarını.
Sağ elimle tutsam gamzeli çenesini, çevirsem güzel yüzünü benden beri.
Yeşil gözlerinin derinliğine dalarken minik bir öpücük kondursam hafiften aralanmış etli dudaklarına.
Kırar mıyım, kızdırır mıyım, küstürür müyüm? Endişesi duymadı dense yalan olurdu.
Ama neden kırılsın ki? Diyerek kendini teselli etmeye çalıştı hayalinde.
Böylesine muhteşem bir güzelliğe sahip olan biri gece yarısı Uludağ’da ateşin başında, aynı battaniyenin koruması altında sevdiğinin kolları arasındaysa, öpmesine neden darılsın, neden kırılsın, neden tavır yapsındı?
Sarılmasa, sevdiğini kulağına fısıldamasa, kendine hâkim olamayıp öpmese asıl o zaman tuhaf olmaz mıydı?
Ulu yaradan bir kulunu böylesine çarpıcı, böylesine harika yaratmışsa, onu sevmemek onu yaradana isyan olmaz mıydı?
Peş peşe geçiyordu saatler ateşin başında avcı hayaller kurarken.
Birden kendine geliyor, kendi kendine sorular soruyordu: Ya beni kandırmışsa, ya beni aramazsa, ya gittiği gibi beni unutursa.
Şeytan tüm hünerini gösteriyordu, kafasının içine saçma sapan sorular gönderiyordu.
Onu ormanda avcının bulduğu doğruydu da, ellerini ilk birleştiren o değildi ki derenin karşısına geçirmeye çalışırken elini tutmasın haricinde.
Güzel kız tutmuştu elini ortada bir sebep yokken. Güzel kız kendi yaslamıştı bedenini bedenine, ardıç kaplı çayırda istasyona doğru yürürken.
Güzel kız kendi demişti avcıya; seni seviyorum, gidiyorum; ama mutlaka, mutlaka arayacağım, mutlaka bir daha görüşeceğiz deyivermişti otobüse binerken.
Demeseydi, ümit vermeseydi, adı Ümit olan dağ adamına, sevdanın ateşini körüklemeseydi kendi iradesiyle, yine de böyle hayallere kapılabilir miydim gecenin bu saatinde, çoban ateşinin başında?
Mutlaka kalbinde iz bırakırdı o kısacık yaşanmışlık.
Ama böylesine derin bir iz bırakamazdı ki yüreğinde.
Yıkıp geçmezdi benliğini, enkaza çevirmezdi, yıkıp geçmezdi deprem misali.
İlk o teşebbüs etmeseydi, Ümit onu beğendiğini belli edebilir miydi?
Haddini bil derdi kendi kendine.
Sen kimsin ki?
Alt tarafı Bursa’da havlu dokumacılığı yaparak geçimini temin etmeye çalışan gariban bir dokumacı parçası.
Makine çalışırken etrafa uçuşan tozları yutan sen değil misin? Aradan günler geçtiği halde, öksürsen tükürükle birlikte pamuk tozu fışkırmaz mı ciğerlerinden?
Çalışırken giydiğin giysiler yağ, kir pas içinde değil miydi senin?
O giysileri çıkarmış, dağ kıyafetini giymiş olsan bile bedeninin içine nüfus etmiş kokuyu nasıl arındırırsın?
Ne diyordu, Cem Karaca bir şarkısında? İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumlarııı.
Sen işçi olmasına işçisin yaa, sırtında bir tulumun bile yokken, eskimiş elbiselerini iş kıyafeti yaparken, tezgâh temizliğinde kullandığın kolu kesik kazağı tekrar giydiğini nasıl unutabilirsin?
Göbek çukuruna dolmuş pamuk tozu hala yerindeyken; sen hangi cesaretle güzeller güzeli bir kız için hülyalar besleyebilirsin?
Eğitim farkı desen, o ayrı bir engel.
Arada Uludağ kadar fark varken, sen; sadece 5 yıllık ilköğrenimin ardından hayata atılmışken; o; üniversitede okuyorsa; istikbalinde mühendislik görünüyorsa, sen bu acınası haftalığınla onu nasıl mesut edebilirsin?
Kültür farkı desen diz boyunu geçmesi lazım.
O üniversite talebesi, mutlaka kültürü aldığı yüksek eğitimle orantılıdır.
Görgüsü, kültürü sende fersah fersah uzakken sen onunla hangi konuyu konuşabilirsin ki?
Hayatında kaç defa tiyatroya gittin?
Koskoca bir hiç...
Bursa’daki Ahmet Vefik Paşa tiyatrosunun önünden bazen günde iki defa geçmene rağmen hiç merak ettin mi burada ne oluyor diye?
Hayır, yüzün kızarmasın, sorduğum soruya kaçamak cevap verme, biraz delikanlı ol. Tiyatro binasının alt katında resim, heykel sergisi açılıyor, sen o sergiyi kaç defa ziyaret ettin?
Hepsi hepsi bir defa değil mi?
O’nda da acaba kız tavlar mıyım diye girmiştin de üzerinden dökülen acayip giysiler magandalığını resmen haykırmıştı seni tanımayanlara.
Resim hakkında bilgin mi vardı, sergiyi gezerken?
Hayır, ne alaka?
Sen hiç eline fırça alıp tuvalin başına oturdun mu?
Senin renklerin uyumu, kombinasyonu hakkında bir fikrin var mı; çalıştığın, ürettiğin havluların renkleri dışında?
Natürmondun ne olduğunu bilir misin?
Ya sürrealizmi ya da Emressiyonizmi?
Bak daha empersiyonizmi bile doğru dürüst telaffuz edemezken, sen kız tavlamak için sergiye gitmeye utanmadın mı?
Hani bir de resmin karşısına geçmiş, sağ elinle çeneni tutmuş, resim hakkında ahkâm kesmeye kalkmıştın aynı resme bakan güzel kızı etkileyebilmek için.
Ezberlediğin bir kaç teknik deyim kurtarmaya yetmemişti senin cehaletini de kız nasıl da gülmüştü, kafasını öte yana döndürerek.
İz düşümü senin neyineydi, tarif etmeye kalksan, beceremezsin, cehaletini cümle âleme deklare edersin.
Bak burada bir konuda hakkını yemeyelim, o ’’Nü’’ resimdeki hafif meşrep kadın vardı ya, çok derin sırt dekolteli, kalça kıvrımları ayan beyan ortada, sen de onun anatomik yapısını eleştirmiştin en acımasızından.
İşte bir tek orada haklıydın.
Elbise biraz daha aşağı inmiş olsaydı, magandalar resmi gerçek sanarak ressamın fırça darbeleriyle yarattığı kadını taciz edebilirlerdi belki de ardından tecavüz gelebilirdi.
Senin bütün kültür, sanat birikimin; ’’ o biçim’’ filmleri izlemekten ibaret değil miydi?
Sanatçı denilse, aklına gelen ilk ismin pornografiye kaçan çalışmalarıyla tanınan Arzu Okay olduğunu inkâr edebilir misin?
Bak, kültür derken bir tek dal var hakkında fikir yürütebileceğin, bunu da özellikle belirtelim ki hakkını yemeyelim.
Bir tek bol bol kitap okumanı beğenirim, okuduğun yalnızca aksiyon türü eserler olsa da.
Onda da Tatar inadın tutar, yerli yazar okumam diye diretirsin...
Keşke Agatha Cristie okuyacağına; bol bol Barbara Carland okusaymışsın da kadınlara nasıl hitap edeceğini belleseymişsin.
Hepsini bir tarafa bırakalım, sen lüks bir restorantta nasıl yemek yenileceğini biliyor musun?
Sakın biliyorum deme çok bozulurum, haberin olsun.
Senin restoran kültürün; çalıştığın havlu dokuma atölyesinin karşısındaki lokantada sabahları bol sarımsaklı, sirkeli işkembe çorbası içmekten ibaret değil mi?
Bir de köfteci Ali abinin seyyar arabasında sattığı tükürük köftesi. Gerisi fasarya ki ne fasarya... Hadi hayal kuralım, ikinizi el ele tutuşturalım, çok lüks bir restorantta yemeğe gittiğinizi varsayalım.
O İtalyan veya Fransız mutfağını tercih ederken, yemeğin yanında hangi şarabın gideceğini bilebilirken, sen sadece kuru fasulye siparişi verebilirsin, işte o an dakikada gözden düşebilirsin.
Sen çatal, kaşığın nasıl tutulacağını bilir misin?
Senin çocukluğunun kunduracı dükkânında geçtiğini, dışarıdan yemek yerseniz masraf olacağını düşünerek evden sefertasında yemek getirdiğinizi, kaşık getirmeyi unutunca da ’’kapilata’’ yla yemek yediğini inkar edebilir misin?
Müziğe ilgisi var mıdır acep, sevdiğin kızın?
Bundan sonra gelen soru ne tarz müzikten hoşlandığıdır.
Türk halk müziği ve Türk sanat musikisi hayranı sen gibi birine düşer mi klasik batı müziği seven biri?
Ya Bursa türkülerini sevmezse…
Ya Ankara’nın fidaydasına dudak bükerse...
Ya iç Anadolu’nun yürek sızlatan eşsiz ezgilerini küçümserse, hoyratlarına tepeden bakarsa, ille de Şopen, Brams, Wagner derse...
Acaba fazla mı kuruntu yapıyordu kendine? Gereksiz yere mi geriyordu kendini?
Bir insan üniversitede okuyorsa, illaki halkının değerlerine sırt mı dönmelidir? Ege türküleri, Ege folkloru hazine değerinde değil midir?
İzmir’in kavakları adlı türküyü işitince, gönül teli titremeyen bir müziksever var mıdır Türkiye’de?
Madem İzmirliydi sevdiği yeşil gözlü kız, elbette ki aklın yolunu bulacak, kendi topraklarından fışkıran kültürel mirasa sahip çıkacaktı...
İnşallah dayatmazdı, illa klasik müzik dinleyeceksin diye. Ne yalan söyleyecekti, hoşlanmıyordu klasik batı müziğinden.
Sorguya çekilse, imtihana tabi tutulsa, Brams’ın yabancı bir futbolcu olmadığını, dalında bir dahi olduğunu söyleyebilirdi sadece.
Aslında sade batının klasiği değildi hoşlanmadığı. Klasik
Türk musikisine de bir türlü ısınamamıştı.
Tamam, Itri’ye, Dede efendiye, 3. Selim’e sözü olamazdı elbette, her biri dehadı alanında.
Ama gönül budur, kime, neye meylederse elbette en güzeli oydu avcı için.
Türk halk ve Türk sanat musikisine hayrandı avcı ama enstrümanı adam gibi çalmayı bir türlü öğrenememişti.
Hâlbuki bağlamaya ne kadar da çok merak sarmıştı bir zamanlar.
Bir esmer güzeline çarpılmıştı o dönemde.
Çarpılıp da kapısından, camından ayrılmaz olmuştu gözleri.
Olmadı, o yansa da esmerin aşkından, esmer ona bir türlü ümit vermedi.
Her ne kadar adı ümit olsa da, ümit vermeyen kızın peşinden koşmayı bir süre devam etti, etkileyebilir hesabıyla bağlama çalmaya azmetti, sonrasında hepsini bıraktı.
Sormuştu, derdin ne diye?
Elektrik almamış haspa, dokuları uyuşmuyormuş.
Birlikteliklerinde hayır yokmuş, yolcu yoluna gitmeliymiş. Sepeti koluna, herkes yoluna mealli mesajı alınca öfkeyle, hırsından yere vurmuş, paralamıştı bağlamayı.
Akordu bozuk kızdan bize ne hayır var?
Akordu sağlama da canımı versem yemin olsun az gelir diyerekten.
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.