- 409 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Düşünce Devinimindeki Mutluluklar 6
*Böylece berdelin işlevselliği havada kalmıştı. Berdelin günümüzde aktüel olmayışla, insan erdemine ve şimdiki sosyal gerçekliğe uygun olmazla çarpıtılmış olan gelenekti anlamalarının mirasından ötürü hala kullanılıyor olması, bir türlü aydınlanamayan prangalarımızdan biri olarak var ola gelmektedir.
Gelenek ve görenekler; üretip ayrımsayamayan, seçimleşemeyen aklın kılavuzu olurken, işleyen aklın kılavuzu, her yeni durumdaki eylemlerleydi. Antik çağ Yunan aydınlanması M.Ö 750- M.S. 150 dönemi içinde insan aklının en sıcak tutulduğu bir akıl özgürleştirilmesinin dönemidirler. Bu sürecin sonuna doğru asıl sürecin akışı monoteist akımlarla aklın esir alınması olacaktı.
Akıl sopayla kovalanıp, aklın yerine iman konacaktı. “İnandığım için düşünüyorum “ denişin karşısında “inanmak için düşünüyorum” deyip; düşünmeyi, düşünmenin kendi nedeni yapmanın; sığ bir düzlem kısır döngüsü içine çekeceklerdi. Monoteizm, getireceği tüm yararcı kazançlarına rağmen kendisini yeni zamana göre değişmeden güncellenmeden sürdürüşle; bedeli ağır olacak sürecin, başlanışıydı.
Monoteizm geçmişten beri oluşması içinde gelen güçle birden süreçle parlayacaktı. İmparatorlukların birlik ülküsüyle; sosyal yapının kendisinin etnik inancı olan ve toplumsal tedirginliklerle oluşan düzene aykırı oluşun, birliğini; kotaracaktı. Ama moneteizmin devamı imani sürecin devam akışını sağlayacak yeni yeni güncel kaynak yokluğuyla yapısı, önce hantallaşacaktı. Sonra da kendisini tekrarlamaları da bu kullanımın papağanlığı olacaktı.
Artık akıllılık; insanoğlunun “hiç bilmediği göğe, gözünü çevirip, akıl etmesi” idi! Böylece akıllılar iman edecek, akılsızlar zaten akıl baliğ olmayışla susturulacaktılar. Örneğin; bu anlayışlar çerçevesinde yalancılar da tanımlanmıştı. “Yalan söyleyenler (Tevrat İncil vs. gibi) indirilenlere inanmayanlardı. İşte asıl yalancıların kendileri, kitap ehline inanmayanlardı. ”* (nahıl:105) Burada Tanrı İnanırlarının, yalan söylemeyecekleri ilkesi, zımnen; tartışmasız olarak belirtilmektedir.
Ve her inanmazın da yalancı olduğu belirtilip; bunun kesin kes olan doğruluğu söylenmektedir. Çünkü ayetler tartışılmazdır. Siz bilimde yapsanız, imanlı olmamakla; daha baştan biliminiz de yalan olacaktı. Ama yalan da söyleseniz, bir imanlı olacakla (inancı olan bilgi taşır olmanın ilmiyle) doğruyu siz söyler olacaktınız.
İnanırlar inandıkları için doğruluk ve hidayetle esen içinde olacaklardı. Bu tam bir akıl prangalamadır. Bu prangalayışlar, Yüce Tanrı onayı ile Yüce Tanrı’danmış gibi Tanrı söylüyormuş gibi söyletilmelerdi! Zaman, mevcut düzene (köleci düzene) karşı çıkmanın açık açık ortaya konduğu çevrede; latifundia ve vassalite sistemli feodal düzenlerin belirleyici oluşlarıyla seyreden zamandı. Bu kabil sosyo toplumsa çalkantıları görüp, henüz yerine neyin, nasıl konacağının tam bilinmediği; lakin yolun gidilişine göre kervanın yolda dizildiği bir oluşma başlayacaktı. İlk birikimlerin devam ede gelen süreci oluşla, inancı totemi anlama, hala çok caridir.
Ta ki 1350’li yıllara değin, akıl baskı altına alınacaktı. İlla ki akli işleyişin çok sınırlı ve zor geliştiği bu dönemler, ancak Rönesans la (yeniden doğuşla) , yeni insanda cesurca görülmeye başlanacaktı. Bu yeni insan; aklını kullanan insandı. İnsanı kâmil ancak böyle olunuyordu. Yani insanı kâmillikler; var bulunan ve her dönemde geçerli olan bir model örnek değildiler.
İnsan, kendisini maddi manevi üretir. İnsan bu üretme işini yaparken, bir önceki inşaların üzerine yeni yapı gereçlerini koyar. Yeni konuşlu inşalar, kesikli sürekli zaman zeminiyle sınırlı bir algılayış ve algılanıştılar. Yani yeni insanımız, insanı kâmilin zannına öykünmek değil, laik insandı. İnsanı kamil saltın olduğu yerdeydi. Salt’ın (değişmezliğin) olmadığı bir yerde, sonsuza değin doğruyu davranışla örnek olan, insanı kâmil de olamazdı. İnsanı kamillik, mevcuttaki işleyen Tanrı yasasına da aykırıydı.
Salt iyi, salt güzel, salt doğru yoktu. Tabiî ki dünya, bir türdeşliklerin, görece aynı gibi duran seyrini; farklı zaman seyredişlerle izleyecekti. Ateş bir yerde sönerken, bir yerde ışılayacaktı. Adeta bayrak yarışı insanlığın ufku olacaktı. Yeni çevre içine giren Arap fatihleri, çevresini hem etkiyecek hem de yeni çevrede etkileneceklerdi.
Batı, aydınlanmaya sırtını dönerken; yerleşik Sasani kültürü içindeki (Mazdeki yaşamla), göçebe Türk, Arap kültürlerinin hep bir arada kaynaşıp etkileşen birleşmesi, Abbasi İmparatorluğu aydınlanmasını ve değişen gelişen İslam kültürünü ortaya koyacaktılar. İslam kültürü gerekli sentezini ve etkilemesini yapmıştı.
Abbasiler, Asya ve Avrupa içlerine kadar uzanacaktı. Avrupa tıpkı bu günkü gibi bizim çelişkilerimizi yaşıyordu. Avrupa kendisinin doğusundaki gelişmenin şaşkınlığından olacak, işe aklı ermediğinden, Oryantalizmi bir dinsel, ahlaki sapkınlık olarak, tartışıp lanetliyordu. Tıpkı bugün bizim batıyı, sapık sayıp ve bu sapıklığın ahlakını aldığımızı savunduğumuz gibi! Yobazlık ıraca birdi, her yerde aynı idi.
Ancak ışıyan doğu, ışımayı gayri iradi de olsa, ister istemez bir sıcaklık olarak, bir nüvenin nabız atışı olaraktan da olsa, çevreye yayacaktı. Abbasiler, abasını Avrupa üzerine atınca; düşünsel eylemselliğin hamileliğini Avrupa’da biçimleyeceklerdi. Bu ışıklı uyanış Avicenna dedikleri İbni Sina aydınlanması ile doruklaşacaktı.
Tabu, her yerde tabu idi. Avrupa’nın orta çağı, kilisenin üretemeyen yapısıydı. Ama üreteni de Aforoz eden baskısı idi. Başlangıçta kâfir sayılan, Aristo’nun fikirlerine sarılındığı bir çağdı. Aristo baş tacı idi.
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.