- 476 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AVCI (3)
Sis mi etkisini arttırmıştı, yoksa avcı mı etrafı daha puslu görüyordu?
Akşamın loşluğu zifiri karanlığa mı dönüşüyordu, yoksa avcı mı kör kuyulara düşüyordu?
Çevredeki seyirciler avcıyı teselli etmeye çalışsalar da avcı teselli bulmak, avunmak istemiyordu.
Çevreni kuşatan kalabalığın içinden çıktı, çadırlarının bulunduğu tarafa ilerlemeye başladı.
Gidemedi, ayakları inat etti, çadıra götürmedi.
Güzergâh üzerindeki en yakın ağaçlığa giderek kimsenin görmeyeceğinden, sesini duymayacağından emin olunca ağlamaya başladı.
Ağladı, ağladı, ağladı... Kim demişdi erkekler ağlamaz diye? Ağlardı, erkekler de ağlar, ağlamalıydılar.
Ağlama ihtiyacı duygusallıktan geliyorsa ve duygusallık da sadece insan denen canlıya özgü bir özellikse ben insanım diyen her insan gerektiğinde doya doya ağlayabilmeliydi.
Ucu semaya dönük, koyu yeşil renkli iğneleri olan büyük bir senaver ağacının göğsüm hizasına gelen kalın dallarından birisine kapaklandı, ağladı.
İçinde volkan kaynıyordu.
Gözyaşları kızgın lavlar gibi gözlerinden dökülüyor, yanaklarında izler bırakarak ağacın dibindeki kurumuş otların üzerine damlıyordu.
Sevdiği neden gitmişti ki? Neden Bursa’da, onun yanımda kalmamıştı?
Hadi, anlamıştı… O kalamazdı, kalması da uygun düşmezdi. O da kalması için ısrar edemezdi...
Peki, yüceler yücesi, ulular ulusu Uludağ neden avcının gözünü yaşlı, başını eğik bırakmıştı?
Sevdiği kızın gitmesini engelleyemez miydi?
Her daim karlı doruklarından güçlü bir fırtına yaratıp, Sarıalan üzerine yollayamaz mıydı?
Yıldırımlar yağdırıp, şimşekler çaktıramaz mıydı?
Yağdıracağı yıldırımlarla ağaçları devirip boylu boyunca yol üzerine yığamaz mıydı?
Avcının gözyaşlarına acıyıp, yağmur yağdıramaz mıydı?
Yağdıracağı yağmurla seller yaratamaz mıydı?
Yolları söküp, köprüleri Yıkamaz mıydı?
Yaz günü yağmurları kara, karı tipiye dönüştürüp Bursa’ya giden yolu bir sonraki bahara kadar kapatamaz mıydı?
Bursa’ya giden yollar yarılamaz mıydı?
Yarılıp da gidişi engelleyemez miydi?
Engelleyip de sevdiğini avcıya geri getirseydi ya...
Yapmadı…
Koskoca Uludağ, nice sevdaya beşiklik etmiş Uludağ yalvarışına, yakarışına kayıtsız kaldı; avcıyı yalnız bıraktı.
Avcının dağı, görkemli, muhteşem Uludağ; kendisine en çok ihtiyacı olduğunda avcıya sırt çevirmişti, sevdiği giderken engellememişti.
Hâlbuki avcı dağına çok güveniyordu.
O güne kadar nice badireleri kazasız- belasız atlatmasını sağlamıştı.
Avcıyı ormanlarında saklamış, tatlı suyunu doyasıya içmesine müsaade etmişti.
Yaban meyvelerini cömertçe sunmuştu her istediğinde. Av hayvanlarının en lezizini, en nefisini avcıyı ikiletmeden ayaklarının dibine sermişti.
Sevdiğini de karşısına o çıkarmıştı, sanki ilahi bir hesap varmışçasına içinde.
Mucize değil miydi karşılaşması sevdiğiyle; o kadar insan varken Uludağ’da?
Sisini 1 saat sonra salsaydı Sarıalan’a, sevdiği yolunu kaybetmeyecek, avcı da o esnada hiç fark etmeden oradan geçip gitmiş olacaktı.
Fark etse de böylesine çarpıcı bir güzelliğe sahip birisine birlikte yürümeyi teklif etmekten çekinerekten.
Hepsi hesap-kitap üzerine olmalıydı ki bir mucize olmuş, karşılaşmaları ilahi bir mucizeyle gerçekleşmişti.
Sevdiği güzelle tanışmasını sağlayan Uludağ şimdi avcıdan yana yüz çeviriyor, derdine ortak olmuyor, hal çaresi bulmuyordu.
Ben sana sitem etmeyeyim de kime sitem edeyim Uludağ? Diye isyan ediyordu avcı.
Sana kırılmayayım, sana darılmayayım, sana küsmeyeyim, öyle mi? İstediğin haksızlık, insafsızlık, merhametsizlik, vicdansızlık değil mi Uludağ?
Kırgınım Uludağ, küskünüm Uludağ, dargınım Uludağ... İnsafsız Uludağ, merhametsiz Uludağ, zalim Uludağ, yeşil-beyaz görünümlü, kara vicdanlı Uludağ...
Uzaktan bir ses duyar gibi oldu, adı çağrılıyordu. Avcı Ümit’in babası adını sesleniyordu, karşıki kayalığın üzerinden.
Avcı sevdiğiyle vedalaşırken dünyayı görmez olunca gözleri, az ötedeki babasını dahi fark edememişti. Sonra yıkılırcasına, tökezleyerek, sallanaraktan sık ağaçlığın arasına dalınca, içinde geldiğince höykürünce, hıçkırıklarını sinesinden söküp akıtırken; meğer babası çok yakınımdaymış, fark edememişti.
Haydi, gel dedi babası; annen yemeği hazırlamıştır, akşam yemeğimizi yiyelim.
İstersen sonrasında tekrar gelirsin buraya veya bir başka yere; derdini, efkârını dağıtmaya...
Babasıyla beraber çadıra giderken gözleri biber gibi yanıyordu.
Allahtan ortalık sisle kaplıydı da, gözlerinin şişkinliği, kızarıklığı bir nebze olsun gizleniyordu.
Anası kavurma yapmıştı o gün akşam yemeğine kuzu etinden.
Kavurma da kavurmaydı hani.
Koca bir tencereydi kavurma.
Yanında büyükçe bir tabak çoban salatası, yaylanın yoğurdundan çalkalanmış bir güğüm ayran vardı hazırda, yağlı kavurmayı yerken kolaylaştırsın diye yemeğin yanı başında.
Babası, Otellerden gelen ekmek arabasını gözlemiş, sıcak ekmek almıştı kavurmayla iyi gider düşüncesiyle.
Çadıra girdi, av elbiselerini, teçhizatını çıkarttı, günlük kıyafetini giydi, dışarı çıkıp, plastik bidondan akan suda ellerini güzelce yıkadı, gürgen dalına aslı peşkirde kuruladı, tekrar içeri girdi, yerde kurulu sofraya bağdaş kurarak oturdu.
Anası iri bir tabağa kavurma koydu, yemeğin en yağlı tarafından.
Sandı ki oğlu Ümit her zamanki gibi taarruza kalkacak, saldıracak kavurmaya, iki kişilik yemek yiyecek, Uludağ tarzanının yaptığı gibi ortalığı silip süpürecek.
Yanında da salataya kaşık çalacak, alüminyum maşrapaya doldurduğu köpüklü ayranı da arkasından boca edecek.
Bir lokma aldı yemekten, çiğnedikçe ağzında büyüdü lokma, yutmakta zorlandı.
Lokmalar boğazında düğümleniyordu. Boğazından aşağı bir türlü akıp gitmiyordu yağlı kuzu eti, nazlanıyordu.
Bir daha, bir daha denedi, nafile. Başaramadı, beceremedi, ufacık lokmayı midesine göndermeyi. Babasından izin aldı, gecenin karanlığına daldı tekrardan.
Yârini ilk gördüğüm yere kadar gitmişim gecenin karanlığında. Kendini derenin soğuk sularının içinde bulunca anladı, ne kadar yol geldiğini.
Sular soğuk olmasaydı belki de ıslandığımı bile fark etmeyecek, derenin akarından yukarı yürüyüp gidecekti, mecnuncasına.
Dolaştı, dolaştı, dolaştı karanlık gecede, ormanın derinliklerinde gözünde yaş, dilinde yârinin adını zikrederek.
Gören olsaydı avcıyı o halde, kesin meczup derdi, derdi de belki kahkahayla gülerdi perişan haline.
Karanlık ormanda, körlemesine dolaşırken ağaç köklerine takıldı aşkla tutuşan yüreğinin emrindeki ayakları.
Yere düşmüştü, üstü, başı çamurlanmış, elleri sıyrılmış, ayakları yaralanmış, diz kapağı kanamıştı.
Bitap düşüp, koskoca bir kızılçam ağacına dayanıp ellerini semaya açtı, haddi ve hakkı olmadan rabbinden niyazda bulundu kendinden geçersesine.
Allahım demişti yüksek sesle. Ellerini gökyüzüne uzatarak etrafında hiç kimsenin olmadığı derin ormanın sessizliğinde.
Kurt ulumaları sustu, çakallar sesini kesti, ayıların böğürtüsü dindi; avcının yalvaran sesinin ormanda yankılanmasından.
Ormandaki tüm mahlûkat sukut etti; acının, derdinin, ızdırabının büyüklüğü karşısında.
Sanki bir an gaipten bir ses duyar gibi oldu, kulaklarına inanamadı.
Ormandaki yabani hayvanlar derdime ortak olmuş kendi hallerince avcıyı teskin etmeye çalışıyorlardı.
Teselli veriyorlardı halleri münasipçe. Ağlama artık diyorlardı.
Yeter ne olursun...
Daha fazla gözyaşı dökme, bizi de kahretme.
Vahşi hayvanlar dile gelmişti, acınası halini görünce.
İçleri sızlamıştı besbelli feryadından, figanından, ellerini semaya açıp yakarışındaki burukluktan acziyetini ifade ettiği rabbine yalvarışından.
Dön artık çadırına, bak saat kaç oldu der gibi geldi avcıya.
Duyduğu ses onun iç sesi miydi yoksa cümle yaban hayvanı dile mi gelmişti?
Belki gecenin bitişini, güneşin doğuşunu ormandan izlerdi ya arkada bıraktığı anası- babası geldi aklına.
Geri döndü, içinden hiç gelmese de. Geri döndüğünde ana ve babasından başka herkes uyumuş, ortalıktan el-ayak çekilmişti.
İçeri gir, yatağına yat dedi anası nerede kaldığını sormadan.
Uyuyamam dedi, hafiften.
Döner döner dururum yatakta, hepten kaçar uykum.
Siz yatın, ben çadırın önünde otururum.
Üşürsün dedi anası, ana yüreğinin emrettiği merhametle.
Geç çadırda otur bari üşüteceksin gecenin ayazında.
Ateş yakarım dedi anasına, otururum ateşin başında.
Şunun şurasında ne kaldı ki sabaha?
Çadırın önündeki taştan yaptığı ocağa çalı- çırpı koydu önce, verdi ateşi.
Ateş büyüdükçe iri, kalın odunları attı ateşe.
Kaynana çukurunun kenarından getirdiği koca çam kütüğüne geldi sıra.
Onu da sürüdü, yanlamasına ocak taşlarının üzerine. Köze dönüşmüş odun parçalarını çekti elindeki ince çubukla ocaktan dışarı, koydu üzerine dışı isten kararmış çaydanlığını.
Demledi çayını kuru gürgen odununun yakıcı sıcaklığında.
Doldurdu bardağına gece karanlığı kıvamındaki demli çayını, attı bir tane kesme şeker, karıştıracakken çayın içindeki şekeri, unuttuğunu anladı çay kaşığı almaya.
Üşendi çadıra gidip kaşık almaya, kopardı en yakındaki gürgenden ince bir filiz, başladı şekeri karıştırmaya.
Ateşin karşısında içtiği demli çaylar üşümesini önlemişti, bir de çadırdan alarak sırtına örttüğü kalın battaniye.
Odunlar çıtırdarken dalmıştı hayallere...
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.