- 947 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yolumuz Hrant’tan Geçti Sevgilim
Sevgili yârim,
Günlerden Cumartesi. Bugün ölüm sayhası, nârası ve azap, eziyet müşküliyeti içindeyim. Her saniye bir kadeh daha kırılıyor ve katline ferman verilmiş cam parçacıkları önümde durup, bana yol gösteriyor.
‘İyi misin’ diyemiyorum, demek de istemiyorum. Ben sensiz ne kadar iyi olabiliyorsam, sen de bensiz o kadar iyi olabilirsin. Naçar ki, hâl bahtın vurgununda sürüklenmiş durmuş, sevda kemâle erme derdinde biperva. Müzeyyen Senar’ı açıp, dinliyorum soğuk ve sessiz duvarlar arasında.
Şehla gözlerine kurban, bu aralar kendime iyi bakmak için uğraş veriyorum. Ömre mütehassıs sağlık ve afiyet, ancak gidince onlar ve eksikliğini hissedince insan nedamet içinde yanıyor, özür diliyor Rabbinden. Pek ala geç kalmamak da bir erdem. Saçları artık eskisi gibi kesmiyorum da, uzatınca üst solunum yollarında enfeksiyona da iyi geliyor. Beresi, atkısı bugün itibariyle hediye puşimi de takınca, boğaz etrafının da şişmesinden kurtulmuş oluyorum. Ancak biliyorum ki, bu aralar sağlığına pek ehemmiyet vermiyorsun. İnşallah demekten başka bir kelimeye de pek lüzum yok, inşallah daha iyi olacağız değil mi?
Gözünü sevdiğimin sıkıntısı. Canı geçti, canana değer oldu. Layezal bu hale alışkın olmak, yaşamaktan ötürü sanırım. Sükût eden vicdan mı, ati mi, insanı mecnun eden beka mı yoksa? Neyi reddedeceksin ve neye tabi olacaksın? Başka bir âlem bu, kimine hicran kimine vuslat! Kim ne derse desin, akıl kemâle erdikten sonra, insan hangi ayrılığı olursa olsun, alışması pek mümkün olmuyor. Yazık ki, olgunluk, erdemlik hicrana, gurbete pek sarılmıyor, hatta yaklaşmıyor. Bir de bunlar yanında insanın yaşamak istedikleri şeylerle alakalı, insanlara anlatması gereken, uzunca dil dökmesi gereken anları vuku buluyor. Ama ben önemsemiyorum ve bu yüzden bir başkasına (en yakın dostum da olsa) kendimi anlatmıyorum. Bu gerekliliği çok uzun seneler önce kaybettiğimi iyi hatırlıyorum çünkü. Beni insanların dinlemediğini bilmek, en azından dinler gibi mecburiyet içerisine girmelerini çok hodbin buldum. Enaniyetli olduğumuz içindir bunların tümü. Ama seni ayrı bir kefeye koyduğum için, herhangi bir kendimi zorlama hissetmiyorum sana anlatırken. Yine de seni de yormak istemiyorum kendi bahtsızlıklarımla. En azından şimdilik!
Üzülüyorsun, hassas gönlüne ağır yükler yüklemem istemem, ama bugünü özel kılan yakın tarihimizden bir olaydan söz etmek istiyorum az da. Hrant Dink’in öldürüldüğü günden bu yana altı sene geçti. Çevrendeki sahte entelektüel takılan insanların yüzlercesinin içini dışını artık daha iyi bildiğin için, Hrant için fikirlerinin daha farklı boyutlarda olduğunu biliyorum. Hrant yaşasaydı ve yakın olsaydık birbirimize, sana mektup yazarken, kendisinden de bahsettiğimi ona söyleseydim, herhalde hafif sinirlenerek şöyle derdi: ‘ Kardeşim, bırak benden bahsetmeyi, beni sıkıştırma o güzel aşk cümlelerinin içine. Biliyorsun güvercinim ben, biraz dargın, çokça özgürüm Türkiye semasında. Kimse anmasa da olur beni, yeter ki insanlar hırslarından, nefretlerinden bir nebze olsun sıyrılabilsinler. Sen sevgilin o güzel kadına benden çokça selam gönderdiğim yaz. Benim adımla kirletme beyaz sayfanı.’
Halâskârgazi Caddesi’nde öldürülmeden önce, Agos’un binasından çıkarken bir güvercin olma niyetiyle adımlarını atıyordu. Ancak pek yürümemişti o gün. 14.50’de ‘görüşürüz’ dediği gazetedeki arkadaşları büyük bir korkuyla silah sesini duyup, aşağı indiklerinde, güvercinin sapanla vurulduğunu görünce yıkılmışlardı.
Dikkatli, titiz ve naif. Şöyle diyordu son yazısında: ‘İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki "Adalet Sistemi”ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hâkimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı birçok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.’
Evet Hrant, evet Mezopotamya Fırat’ı! Senin öldüğün sene gazeteleri, haberleri avam tarzıyla takip eder, okurdum, izlerdim. O vakitler ‘Hepimiz Ermeniyiz…’ pankartlarının popülerliği haberlerde boy gösteriyordu ve gerçek her zaman olduğu gibi saklanıyordu. İnsanlar neden gerçeği saklarlar ki? Eninde sonunda ortaya çıkacak bir şey için bu kadar oyun, palyaçoluk ne diye?
Biliyor musun sevgilim, şehla gözlerinde kayığımla okyanuslar açıp, adasına kavuştuğum yârim, Hrant’ı anlayınca, en azından daha doğru düşünmeye başlayınca, onu biraz Sokrates’e benzetiverdim. Ölümü şiir olan, yaşarken bir roman ağırlığında olgular yetiştirip, sonrada öyküsüne aniden son verilen Hrant’ın ölümünü Rab şiirleştirmişti. Dini mesele yönünden, işin uhrevi boyutuna bakan tarafını Allah-u Teâlâ bilir elbette, ben erdemli yaşamaktan bahsediyorum. Erdemiyle göç eylediği için Rab ona bu şiirsel ölümüne imkân verdi. Sokrates ölmeden önce ‘Felsefe, ölümü tercih etmek demektir’ diyordu. Yanındaki öğrencileri onu ölümden kaçmasını, başka bir yere, korunaklı bir beldeye gidebilecekleri hususunda ısrar ediyorlardı, ancak o kaçmadı, gitmedi. Sokrates’in Atina’sıydı, Hrant’ın İstanbul’u!
Yıllar geçiyor, aslında yıllar ömür demek. Ömür geçiyor, bitiyor. Sikkesi ölüme dair ne çok iz, alamet varsa, bir o kadar yaşamak nefesi insana ferahlık veriyor. Hrant’a da gitmesini, kaçmasını istemişlerdi. Ancak ben nereye gideyim diyordu. Son yazısında yine kendi kaleminden şunlar çıkmıştı: ‘İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün ‘artık bitse de dönsem’ diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı. ‘Kaynayan cehennemler’i bırakıp, ‘hazır cennetler’e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek aruzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın değeriydi.’
Yaşanan zulmü bilenlerdendi. Bir keresinde Ermeni Soykırım’ın arkasında Osmanlı’nın değil, Avrupalıların olduğunu açık açık söylemişti. Mahkeme salonlarında umutla beraat beklerken, ‘Türk olmanın’, ‘Ermeni olmanın’ insan olmadıktan sonra pek de önemli olmadığını tekrar ediyordu zihninde. Diaspora’nın 1915 yılını kullandığını ve Ermeni devletinin ‘Ermeni’ olmaktan çok ‘Türklük’ kanın zehriyle uğraştığını belirtiyordu. Bu yazıdan dolayı da çok ağır ithamlar altında kalmıştı. Ben kimseyi aklama, temizleme ihtiyacı da görmüyorum canım. Hrant zaten kendisini anlatıp, barış yolunda gözlerini kapamıştı. Yine de bu yıl dönümünde tekrardan bu bahsi açmak istedim. Türkiye’de olup bitenler… İlim ve irfan merhalelerin yok olması… Damardan enjekte edilmiş milliyetçilik hastalıkları… İçimizdeki milliyetçilik hastalığına kendim de kimi zaman yenik düştüğüm zamanlar oluyor. Hâlâ bir Türk’ün dünyaya bedel olabileceğine kendimi inandırmak istediğim anlar oluyor, ama Balkan devletlerini incelediğim an, kendimden utanıyorum. Romanya, Hırvatistan, Sırbistan genelinde milliyetçiliğin nasıl da sevimsiz bir toplum portresi çizdiğini görünce, vazgeçiyorum asılsız yüceltmelerden. Artık komik geliyor çünkü kulağa böyle şeyler. İnsanlar yaşamak peşinde, bir gün içinde nelerle uğraşırken, didinirken, bir de başına böyle sevimsiz çoraplar geçirip, hak hırsızlığı yapmakla vaktini harcıyor.
Yakındaki yakın, uzaktaki uzak iken, biz yakınımızdaki uzaklıklar ve uzaklardaki yakınlar ile daha çok hemhalız. İçimizdeki putlar nasıl da bunaltıcı, nasıl da onur kırıcı!
Usandım, şimdi kalemi kırıp, toprağa gömmek istiyorum. Son telefon görüşmemizde uzun hatlardan dolayı sesin çok uzaktan geldiği için, tam hasret dindirememiştim. Mektubu yazarken, özlemimi biraz olsun dindirebilir amacıyla Hrant Dink’in ölümüne dair yazmak istedim. İyi mi yaptım, daha mı kötü oldum bilmiyorum. ‘Yalnızlıktan o kadar çok korkuyorum ki, yaktığım ateşler içinde artık hissetmiyorum kendimi. Kendimden daha büyük ateşlerin alevleri içinde yalınlaşıyorum. Beni bırakma! Ben seni terk edersem dahi, sen beni terk etme. Yapayalnız, tek başıma, cinnetime beni salma! Kendime, kendi başım hep belâ oldu, sen bu cezbede sıkıntı incizabının haşmetiyle yok olma!’ dediğin gibi var olmak istiyorum. Bildiğim bu.
Sevmek her şeyden önce ‘inanmak’ demek! Aslında seni şimdi daha iyi anlıyorum. Güvenmek, inanmakla sağlamlaşan bir yapıt. ‘Bana güveninden yüreğinde bir oda aç, orada inanayım sana’ derken haklıydın. Düşünsene canım Rabbimiz bile bizim ona inanmamız için canlı vesikalar sunuyor karşımıza.
Yazmak istediğim birkaç sayfa değil, bir kap içinde su değil, bir nehir olup sana akmak istiyorum. Ancak bu benim. Elinde bir mektup, gözlerinde kelâm, ruhunda ürkek ve özgür. Nokta içinde hakikatin atomu olmaya namzet bir çılgınlık benim ki belki de! İtip itip, dünyayı gözlerinin sahiline çıkartma uğraşındayım. Ancak bu delice tutkuyu, aşkı var eden, sonsuz kalamayışımız. Hafif bir meltem gibi başlayıp ilkin, sonrada deli fırtınalara bizi emanet eden sır, ölüm. Geçici, bitmeyeceğinin bahsi dahi edilmeyecek dünyada yaşamak için var olmamızı var edenin varlığı, aşk. Bir sır içinde, bilinen gerçeğe umutla sarılmak bizimkisi. Ne aziz, ne tatlı!
Bu hengâmede, sessizliğe isyanlarda kaçıncı özleme dair tören, saymadım. Dindirmek, susmak ile mi, susamak ile mi? Hangi gürültü bizim yâr?
Bileceksem sen de bil.
Öleceksem sen de öl.
Seveceksem sen de sev.
Yaşayabilmek için, yaşattığımız sevgiyi sar. Sarıl. Sarsın seni.
Üşüyebiliriz.
Hasta daha edebilir bizi, bizim onu sarışlarımız.
Bir gören varsa, bir bilen, bir duyan, gözlerinin perdelerinde sıkışan acının hayrıyla, çilemizi kundağına sar.
Nasibim varsa, sendeyim, nasibim varsa ben de noktasın.
Biliyorum göreceğiz var edenin varlığını.
Şimdi bana içimdeki feryadın sükûtuna ihtiyacım var.
Birbirimize virgül değil, nokta olmak en güzeli. Sonu sonlandırmak, sona, O’na doğru bütün sıkıntılara dayanmak!
Daha fazlası gözyaşı. Hangi bataklıktan kurtuldum, bilmiyorum, ama gönlüm su serptiğin küçeler. Yaşların zahmetin tozlarını silecek elbette. Göz görmese de, gönül göze sahip çıkacak.
Aşk çiçeği çabuk solar derler. Solsun. Bize kışta da, baharda da yaşamak vardır. İhtiyacımdandır, susacağım şimdi. Semaverin suyunu sen hep sıcak tut bahtiyarım. Bahtımın yâri.
Gözlerinden hasretle öpüyorum.