- 432 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AVCI (2)
Bilmez ki gelen kişi, Uludağ sevdalıları nice seneler bu dağda kamp kurmuştur, ormanlarında avlanmış, derelerinde balık tutup, kirlendiklerinde yıkanmışlardır.
Onlar elbette kaybolmazdı kaybolmasına da, bazı çokbilmişlerin siste yolunu şaşırıp dağda kaybolmasına sıkça şahit olunurdu.
Uludağ’ın yabancısı Uludağ’ın boyuna posuna bakıp küçümser önce.
Burası kaç metre ki? Bizim memlekette ki falan dağ buradan daha yüksektir.
Böyleleri bilmez ki deve de yüksektir ama eşek çeker.
Gelirler, etrafta salına salına gezinmek isterler. Gezinirken aniden bir sis çöker, çokbilmişler de yazın bile yoğun siste yolunu kaybederler.
Sonra kaybolan şahsı yakınları yalvar yakar olurlar, yetkililerden kayıp şahsın bulunmasını isterler. Teleferik sireni uzun uzun ötmeye başlarsa birinin kaybolduğunu anlaşılır.
Kaybolan kişi sesi duysun, sese doğru gelsin diyerek sirenler uzun, uzun; acı acı çalınır.
Ümit gelirken siren sesi duymamıştı. Demek henüz kaybolduğu anlaşılmamıştı.
Onu dinledikten sonra; orada bulunma sebebini anlatmaya başladı Ümit.
Aslında Bursa da oturduğunu, havlu dokuma işçisi olduğunu, yıllık izinde bulunduğunu, Sarıalan’da çadırda kamp yaptığını, ava gitmek amacıyla buradan geçtiğini söyledi.
Gerektiğinde tüfeğini rahat çekebilme düşüncesiyle onu sol tarafına almıştı Ümit.
Burası Uludağ’dı, burada ne zaman ne olacağı hiç belli olmazdı.. Hem konuşuyor, hem gidiyorlardı. Kızın güveni gelmiş, ürkek hali kaybolmuştu.
Sonra nasıl olduysa elleri birleşti. Avcının çalışmaktan ve dağda odun kesmekten nasırlaşmış elleri, onun bembeyaz pamuk gibi yumuşacık ellerini sardı.
Soğuktan üşüdüğünden midir, yoksa avcıya duyduğu minnetten midir, bilinmez, kız avcının elini sıkı sıkıya kavrıyordu. Vücudunu da vücuduna yaslayınca, sol kalça kemiği üzerine astığı büyük ve keskin avcı bıçağının kılıfının orman güzelinin canını acıtacağını düşündü, kenarında kırmızı meşinden püskilleri sarkan bıçak kılıfını kemerin üzerinde kaydırdı, sol arka cep hizasına getirdi.
Ümit’in gece üşümemek için giydiği kalın ceket bile, bedenine yaslanan bedenin yakıcılığını engelleyemiyordu. Ceketi sırtından çıkardı, sarı saçlı güzele giydirmek istedi.Önce nazlandı güzel, sonra baktı, avcı kararlıyı; giydi uzatılan deri ceketin ter kokmasına aldırmadan. Kalın, deri ceket narin vucuda bol gelmişti. kol yekelerini bir tur kıvırdı, göz göze geldiler. Bol gelen cekete daha sıkı sarılarak gülümsedi kız Gülerken gözleri ışıldıyordu. Belli ki normal şartlarda komik görünebilecek halini düşünüp gülümsüyordu.Gülümserken yanaklarında gamze oluşmuştu.Gamzeler güzelliğine güzellik katıyordu.Göz gözü görmeyen sis tabakasının içinde yanyana yürürken ateşle baruttular o anda. Bütün mesele, bir kıvılcımın çakıp çakmamasına bağlıydı.
Avcının mantığı duygularını yere çaldı, içinde yükselen kavurucu ateşi soğuttu. Bir anlığına bile olsa aklına üşüşen şeytani fikirleri kovaladı. Çok değerli misafirini kendisinden bile korumaya kesin kararlıydı. Hedefe doğru ilerlediler, az bir yolları kalmıştı.
Orman içinden çıktılar, geniş çayırlığı aştılar. Et-mangal gazinolarının bulunduğu yapay gölün olduğu mekâna ulaşıp insanların öbek-öbek sağa-sola yürüdüğünü görünce, güzel kız doğru yol üzerinde olduklarına za kanaat getirdi, yüzünde güller açtı.
Az sonra Teleferik istasyonun önünde ki otoparkta park etmiş tur otobüsünün yanına gelmişlerdi. Otobüsün yanına vardıklarında hummalı bir telaş gördüler. Kızın yokluğu yeni fark edilmiş, arama-kurtarma ekipleri aramaya çıkmak üzere iken avcı misafirini sağ salim getirip teslim etmişti.
Arkadaşları bir anda sarıp sarmaladılar güzel kızı. Boynuna sarılıp ağlayan da vardı, mutluluktan gülen de. Bir an için misafirinin kendisini unuttuğunu sandı avcı. Tam arkasını dönmüş gidiyordu ki adını seslendiğini duydu. Kusura bakma dedi, güzel kız. Aklım başımdan gitmişti. Arkadaşlarımı da görünce duygu seline kapıldım, seni ihmal ettim. Hayatımı sana borçluyum. Sonraki kelimeyi nasıl söyleyeceğini bilemediğinden bir an durakladı, uygun kelimeyi aramaya koyuldu. Kelime hazinesini bir bir gözden geçiriyor, hangisinin ortama uygun olacağını kafasında tartıyordu. Soluk yanakları giderek pembeleşti, sesinin tonunu alçalttı, sanki yakınlarında konuştuklarını dinleyen varmış gibi kaçamak gözlerle etrafı taradı.
Hem sadece canımı değil, ayrıca sana iffetimi de borçluyum diyebilsi usulcana…
Bir başkası olsaydı, elindeki imkânı pekâlâ kötüye kullanabilirdi.
Beni buraya getirmekle ne kadar asil davrandığını ifade etmek istiyorum.
Sana binlerce teşekkür ederim. Seni daha yakından tanımak isterim.
Sende beni daha iyi tanımak istersen mektuplaşırız, diyalogumuzu sürdürürüz.
Adreslerimizi yazalım, imkân bulduğunda birbirimizi arayalım.
İstanbul’a yolun düşerse, mutlaka beklerim. Bursa benim yolumun üzerinde. İzmir’e giderken buradan geçiyoruz. Vakit müsait olursa seni bulmaktan, görmekten mutluluk duyarım.
Arkadaşları otobüse binmişti. Aşağıda bir tek o kalmıştı. Otobüs şoförü kornayı acımasızca çalmaya başladı. Otobüse binen yolcular salkım saçak olmuşlar, camdan dışarı, iki genç insana bakıyorlardı. Veda vakti gelmişti. Ayrılık kaçınılmazdı. Ayrı dünyaların insanlarıydılar.
Bursa neresi, İzmir neresi, İstanbul neresiydi? Bursa’da okumuş olsaydı, sorun yoktu ya, İstanbul’da olunca okulu, araya yüzlerce kilometre giriyordu.
Her biri hain, her biri kalleş, her biri sinsi, her biri gaddar yüzlerce kilometer girecekti aralarına…
Elinden tutarak otobüsün arka kapısına kadar götürdü kızı avcı, yardım etmek istiyordu kalbi aksini emretsede. İlk basamağa binmişti ki kız, birden geri döndü, basamaktan indi, avcının yanına yaklaştı, boynuaa sarıldı, sol yanağına küçük bir öpücük kondurdu.
Gözlerinden akan yaş sicim gibi önce yanaklarına süzülüyor, oradan beyaz boynuna damlıyordı. Arayacağım dedi, hıçkırarak. Seni mutlaka arayacağım.
Ben de seni unutmayacağım, ben de seni arayacağım ve mutlaka bulacağım derken sesi titriyordu Avcının. Ağlamamak için kendini geriyor, her an boşanacak gözyaşlarına engel olmaya çalışıyordu. Sarı saçlarını okşadı, iki eliyle tuttuğu sarı saçlı başını kendine yaklaştırdı, tertemiz alnına minik bir veda busesi kondurdu.
Seni bekliyorlar, gir artık derken yüreği sıkışıyordu. Yüreği kalmasını isterken, gözleri yalvarırcasına bakarken, kökünden kopasıca dili avcıya ihanet ediyor, resmen yalan söylüyordu.
Bindi, hiç istemese de otobüse bindi. Binmeye de mecburdu mantıklı düşünülürse.
Şunun şurasında, bir saat kadar önce avcı onun için neydi ki?
Sıradan bir yabancı… Aslında sıradan bile değil, ormanda dolaşmakta zevk alan, kötü giyimli, kaba tavırlı, yüksek sesle konuşmayı itiyat edinmiş bir dağ adamı…
Bağırdığı zaman ormanı çın çın inleten, kahkaha attığında gülmesi çok uzaklardan duyulan, normal konuşurken bile kendini kaybedip esip gürleyen bir vahşiydi kimilerinin gözünde.
Şiir yazmamıştı hiçbir genç kıza bu güne kadar. Bir demek çiçek vererek seni seviyorum demek aklının bir köşesinden bile geçmemişti. Yalandan bile olsa hiçbir kıza sen çok güzelsin, aklımdasın, gönlümdesin deme cesaretini gösterememişti bir Allahın kuluna.
Aslında, avcıyı tanıyanlar yakışıklı olduğunu söylerlerdi ya, biraz ürkek, biraz yabani biraz da sıkılgan olduğundan bir genç kıza nasıl yaklaşacağını bilmiyor, konuşmaya kalksa eli ayağına dolaşıyordu.
Kelimeler boğazında düğümleniyor, konuşurken kekeliyordu.
Zor şartlarda dağlarda dolaşan, ayıdan, kurttan korkmayan avcı; söz konusu kızlar olunca kaçacak delik arıyordu.
Kendisine yaklaşmaya cesaret edenlere de nasıl davranacağını bilmediğinden, ilişkiyi yüzüne- gözüne bulaştırıyordu. İlgi duyduğum konular futbol ve dağlardaki yabanıl hayattı avcının.
Kendi gibi yontulmamış birine hangi kız tahammül edebilirdi ki?
Evet, itiraf ve kabul ediyordu. Yabani denirdi onun gibi birisine.
Nezaket bilmez, incelikten yoksun, kadın ruhundan anlamayan, romantizmi tatmamış, işi- gücü, aklı, fikri ormanda, kuracağı pusuda, tuzakta olan bir yabani.
Ama o gün ne olduysa olmuştu, değişmişti. Sanki bir mucize olmuş, elinde sihirli değnek olan biri dokunmuş, avcı Ümit’i değiştirmişti. Belki de ömründe ilk defa bir kıza bu denli bağlanıyor, ilk defa bu kadar acı çekiyordu.
Vurulmuş gibiydi. Hani avcının tüfeğinin namlusundan fırlayan kızıl renkli kurşunlar hedefe değince, hedef bir an havaya sıçrar, sonra yere düşer, birkaç kez kendi çevresinde döner ya, işte aynen öyleydi avcı da.
Vurulmuştu. Vurulduğunu biliyordu. Göğsü çok kötü acıyordu. Elini göğsüne götürdüğünde elime kan filan bulaşmamıştı ama, acısı yüreğine işliyordu.
Ayakta durmakta zorlanıyordu. Başı dönüyordu, nabzı hızlanmış, o soğuk havada buram buram terlemişti.
Vurulmanın belirtisiydi bunlar. Bu güne kadar kim bilir kaç defa vurulan insan görmüştü. Kurşun ya da bıçak insan bedenine girince insanlar yere yıkılıyordu. Hemen hastaneye götürülüyordu yaralılar. Kimi kurtuluyor, kimi ise ecel şerbetini içiyordu.
Avcı ise yarasından kurtulmak, tedavi görmek istemiyordu. Sonra, gönlünden yaralanana hangi hekim çare bulmuştu ki? İlacı, panzehiri, ameliyatımı var mıydı gönül yarasının?
Hangi tabip sarabilmişti gönül yarasını? Bırak kanasın, yaram kanasın demiyor muydu bir şair şiirinde? Yüreğinin yarası dışarıdan görülmüyorsa, yaradan akan kan etrafı batırmıyorsa, kime ne zararı vardı avcının yarasının?
Gönül o’nun, yara o’nundu. Çektiği acı o’nun, duyduğu keder o’nundu. Izdırap o’nun, elem o’nundu. Ve otobüse binip ağlayan gözlerle camdan el sallayan güzel kız derdinin tek dermanı, yegâne çaresiydi.
Arka kapı kapandı, motoru çalışan otobüs hareket etti, önce yavaş yavaş, sonra hızlanarak sisin içinde kayboldu, gitti. O gitmiş, avcı kalmıştı.
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.