- 460 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KALDIR BAŞINI!
KALDIR BAŞINI!
Hava mis gibi toprak kokuyor, mis gibi huzur ve nergis… Günlerden Pazar. Yelkovan ve akrep, güneşin en kavurucu saatlerinde üst üste gelmiş iki âşık… Her gerçek aşkta olduğu gibi onlar da birazdan ayrılacaklar, bir daha bir araya gelme umuduyla.
İnsan kalabalığı yeşilin tam ortasında; ama yeşilin bir o kadar dışında. Herkes telaşlı, herkes meşgul. Kiminin eli, kiminin dili, kiminin de beyni…Az ileride yaşlı bir adam, eğilmiş çeşmeden kana kana su içiyor. Büyük bir ihtimalle kızı olan genç bir kadın, elinde bir fotoğraf makinesi ile belki de çok az bir zaman sonra kaybedeceğini hissettiği babasının fotoğraflarını çekiyor. Ne yazık! İnsanoğlu neden böyle olur olmaz, saçma sapan yerlerde fotoğraf makinesini elinden düşürmez ki? Belli ki, o anı ebedileştirmek istiyor ve babasından bir anı olsun istiyor elinde. Ne yazık!
Anılar, ileride bizim de bir anımız olsun diye yaşanmazlar. Yaşandıkları için anı olurlar. Onları hatırlamak için elimizde bir delil olmasına da gerek yoktur üstelik. Ve bir baba, kızına fotoğraftaki gülücüğünden başka bir yaşanmışlık bırakamıyorsa gerçekten ne yazık! Birkaç adım ötede günlerce beton duvarların ardında yaşamaktan bıkmış bir çocuk, çıplak ayaklarıyla çimenlerin üzerinde koşturuyor. Gözlerinde inanılmaz bir heyecan, yanaklarında hafif bir pembelik… O, mutlu oldukça annesinin de gözlerinin içi parlıyor. Toprak, çimen ve güneş; anne-oğla arkadaşlık ediyor, onları gülümsetebiliyor.
Ellerim cebimde, damağımda taze çiçeklerin tadı ve bu tadın yüreğimde bıraktığı hafif kıpırdanmalar ile yürüyorum. Yavaş yavaş, sindire sindire yürüyorum…
Az sonra bu güzel bahçede biraz oturmak, etrafımı gözlemlemek ihtiyacını hissettim. İleride bulunan boş bir banka oturdum. Bu büyük park, küçük bir dünya haritası gibiydi. Yandaki bankta kızlı erkekli bir grup neşeli bir sohbete dalmıştı. Kızlardan birisi sürekli bir şeyler anlatıyor, diğerleri de araya birkaç cümle sıkıştırıyor, en nihayetinde de büyük bir gürültü edasındaki kahkahalar bütün parkı çınlatıyordu.
Biraz ötede ise yalnız bir genç kız, dev bir ağacın altında oturmuş kendi kendine şarkılar mırıldanıyordu. Çevrenin onu görüp görmemesi ya da onun hakkında birkaç lakırdıda bulunması umurunda bile değildi. O, içinden geleni yapıyordu o an. “Acaba kaçımız, hayatımızın bir anında bu kadar rahat olabilmiştik? Ya da hangisi daha doğru?” diye geçiriyordum içimden. Topluma aldırış etmeden içinden geldiği gibi yaşamak mı yoksa çevrenin normlarına uygun ve onların kabul gördüğü gibi yaşamak mı?
Bu seyir ve düşünce âlemine dalmışken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim. Birkaç saniye içinde toparlandım. Tam kalkmaya yeltenmiştim ki, yanıma minik bir serçe kondu:
“Kaldır başını, gökyüzüne, ağaçlara ve kuşlara bak” dedi. Sonra yavaşça kanatlarını açtı, gözlerimin bebeklerine işleyen bir bakış ve kulakların hiç duyamayacağı bir cıvıltı ile uçmaya başladı. Şaşırdım, afalladım. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Ruhum da o minik serçenin peşine takıldı epeyce bir süre. Bir anda ben gül-endam, o bülbül olmuştu. Gökte ardı ardınca çizdiği daireler bir girdaba dönüşmüştü sanki. Gönlümün ucu da o girdaba düşebilmek için doludizgin koşuyordu ardınca. Koştukça sürükleniyor, sürüklendikçe hırpalanıyordu.
Gözlerimle onu takibe devam ettim, gökyüzünü gördüm. Öyle derin bir mavilik, öyle temiz bir beyazlık… Derin bir nefes aldım, içim huzurla doldu.
O minik serçe, gökyüzünde birkaç tur attı, öyle özgür ve öylesine mutluydu ki..Az sonra aşağı doğru süzüldü, süzüldü önümde duran koca çınarın bir dalına kondu, ağacı gördüm. Oysa o, hep oradaydı. Ağaç bana gülümsedi, bir yaprağını saldı aşağı:
“ Merhaba!” dedi, utandım.
Ben de “Merhaba” dedim, “Maviye, beyaza, kuşa, ağaca merhaba!”
Birkaç dakika öylece kalakaldım; hiçbir şey düşünmeden, yemeden ve içmeden. Sonra yanağımın üzerenden usulca süzülen, süzülürken de bedenimin ateşiyle buharlaşan soğuk bir su damlası hissettim. Ellerimi, okşar gibi yüzümde gezdirdim, bir damla daha düştü ellerime ve ruhuma.
“Yağmur” dedim içimden, başımı gökyüzüne kaldırdım.”Tam zamanında geldin, hoş geldin!”
Bulut çattı kaşlarını, bir şimşek çaktırdı ışıl ışıl ve kızgın.
“Ben hep buradaydım, asıl sen hoş geldin” dedi, başımı öne eğdim, bir daha utandım, bir daha sıkıldım.
Yağmur damlalarına milyonlarcası da eşlik etmeye başlayınca ayağa kalktım, az önce geldiğim yöne doğru ağır adımlarda yürümeye başladım. İliklerime kadar ıslanmak istiyordum çünkü. Birkaç nefes ötede koşar adımlarla yürüyen genç bir adam gördüm. Üzgün gibiydi, kaçar gibiydi. Başı önde, Seslendim ardından:
“Kaçma yeşilden, kaçma maviden, kaldır başını!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.