- 1286 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DOKUZ BUÇUK SEFERİ
Pencereden el sallayan insanlara baktı. Gidene, terk edene, kaçana ve belki de dönmeyecek olana geri dön dercesine sağa sola salınan ellere, o ellerin sahiplerinin nemli gözlerine baktı. Hiç birini tanımıyordu içlerinden. Ama içinde sanki hepsiyle ayrı ayrı tanışmışlığı varmış gibi bir his oluştu. Sağ eli yavaşça omuz hizasına kadar kalktı ve birkaç defa sağa sola salındı. Birkaç saniyeliğine de olsa yalnızlığını buharlaştırıp kendini bekleyen bir ailenin, arkadaşların, bir sevgilinin olduğu duygusunun tadını çıkarttı. Otobüs yavaş yavaş hareket etmeye başladı ve terk edilenler yavaş yavaş geride kalmaya, küçülmeye yok olmaya; ellerin salınışları yavaşlamaya, gözlerdeki nem hızlanmaya başladı. O an terk edenler ile baş başa kaldı ve onların içindeki boşluğu, suçluluğu ve geri dönme isteğini paylaştı. Hep böyle olurdu yolculuklar zaten. Terk edenler ve geride kalanlar birbirine yakın hissetmeye başlar, sanki aynı hava balonculuğuna sıkıştırılmış gibi birbirlerine sokulmaya bir şeyler paylaşmaya çalışırlardı. Bu duyguyu çok iyi biliyordu. Çok iyi tanıyordu yolculukta kaptana duyulan güvenin sahiciliğini, mola yerlerindeki nem kokan salonları, kapısı kilitlenmeyen tuvaletleri, sadece yemek zorunda kalanların bildiği bayat ekmek katılmış mercimek çorbalarının tadını, sadece yolda olduğu için anlam kazanan güzelleşen şarkıları, bu şarkılara eşlik eden plastik bardaklardaki soğumuş kahve ve kalitesiz kek tatlarını, cam kenarlarının her zaman daha soğuk fakat daha romantik oluşunu . Bilmek zorunda bırakılmamıştı tüm bunları. Kendi isteği ile öğrenmiş, öğrendikçe büyümüş kendi olmuştu. Uzun zamandır içindeki buz gibi yalnızlığı yolculuklar ile doldurmaya başlamıştı. Ansızın kendini bir otobüs firmasının veya tren garlarının önünde elinde bir kağıt parçası ile buluyor, o kağıt parçasında yazan şehir isminden ne tarafa düştüğünü tahmin etmeye çalışıyordu. Harita bilgisi hiç iyi olmamıştı zaten. Böyle zamanlarda lisedeki sinirli coğrafya hocasının harita başındaki halini ve eline çarpan tahta cetvelin sızısını hissederdi. Çok sonraları hak vermeye başlamıştı coğrafyacıya. Ama aslında onun için önemli olan gittiği şehirlerden çok yolda olma durumuydu. Elbette güzeldi başka şehrin insanlarını gözlerine bakmak, başka şehrin sokaklarında kaybolmak, yağmurlarında ıslanmak, nemli banklarında oturup başka şehrin başka başka kokan havasını içine çekmek. İyi hissederdi böyle durumlarda çünkü yalnızlığı doğallaşırdı; yabancı bir şehirdeydi, yabancı bir bankta oturuyordu ve yalnız hissetmesi gayet doğaldı en azından doğup büyüdüğü topraklarda hissettiği yalnızlık kadar acı vermiyordu. Ama yolda olma durumu bambaşka bir şeydi onun için. Çünkü yolda olmak onun için hayata verilmiş bir mola gibiydi. Terk etmekle kavuşmak arasında, ömüre verilmiş bir soğuk kahve molasıydı sanki. Baktığı camdan akıp giden hayatlar ona kendininkini unutturur, o hayatlara dair bulanık tahminler yapmaya çalışır, uzaktan görünen evlerin içine kendini yerleştirir onların hayatlarına ortak olurdu. İşte bu yüzden uzun uzun seyahetlere çıkar yollara döker içini, yabancı şehirlerin havasını sürer tenine başka kokar dönerdi aynı yere. Çok yol arkadaşı olmuştu şimdiye kadar. Belkide bir daha yüzünü hiç görmeyeceği insanlara en mahrem sırlarını anlatmış, yabancı hayatları dinlemiş ve bundan garip bir zevk almıştı. Bu sefer yanındaki koltuk boştu. Bomboş duran koltuğa kaçamak bakışlar atıp garip bir hüzün duydu ama içinde nedense bir umut vardı hala.
Tüm bunları düşünürken ani ve telaşlı bir ses ile irkilir gibi oldu. Her haliyle bir doğu coğrafyasına ait olduğu belli olan oldukça sıska, esmer muavin ona doğru bakıyordu. Gözlerinde doğululara ait bir çekingenlik olduğunu hemen anladı çünkü genç muavin ona direk bakmaktan ziyade da çok elindeki kağıda bakıyormuş gibi yapıp ona kaçamak bakışlar atıyordu. Soruyu bir defa tekrarlamanın verdiği bıkkın bir ses tonuyla;
‘ 9 numara ?’ dedi.
Genç kadın evet anlamında başını hafifçe salladı. Kendini Amerikan yapımı filmlerdeki mahkumlar gibi hissetmişti.
‘ Nerede ineceksiniz?’ .
Muavinin kara bakışları ile bir an kendi bakışları kesişti. içinden aslında nerede ineceğini bilmediğini, aslında hiç inmek istemediğini geçirdi. Muavinin bu dalgın yolcudan pek hoşlanmışa benzemiyordu.
‘ Bayan ?’
‘Kayseri terminal ‘ dedi genç kadın kısa bir süre düşündükten sonra mahcup bir şekilde.
O an hatırladı sanki gittiği yeri. Bir iç Anadolu şehri, yaban bir şehre gidiyordu bu sefer. Neden seçmişti kayseriyi? Otobüs saati en uygun o olduğu için mi, yoksa arkadaşları arasında hep iyi bahsedilen bir şehir olduğu için mi? Pek önemsemezdi gittiği şehirleri çoğu zaman bir fotoğraf dahi çekinmeden, küçük bir eşya almadan geri dönerdi. Sadece kursağına iki lokma yaban ellerin ekmeği girer, ciğerlerine biraz yabancı hava dolar, gözlerine biraz meçhul yerler değer öylece geri dönerdi. Hatta gittiği yerlerle ilgili semt adları, önemli eserlerin isimleri sorulduğunda bilemez ve düştüğü durumu da kendince komik bulurdu. Onun için gittiği yerin değil o yere giden yolların önemi vardı. Otoban yollarını hiç sevmez o tekdüzeliği çok maddeci bulurdu. Ona göre yol dağların arasında usul bir yılan gibi kıvrılmalı, uçurumların kenarlarında insanın yüreğini hoplatmalı, köylerin, obaların, kasabaların içinden geçmeliydi. Bildiği kadarıyla daha başında olduğu yol öyle bir yoldu. Bilet alırken küçük yazıhanedeki sinirli adama yolu sormuş adam ona isterseniz adana üzerinden gidin orası otobandır deyip iyilik yapmış olduğunu belli edercesine gülümsemiş ama kadının diğer yolu tercih etmesine şaşırarak bakmıştı. Doğru tercih yaptığına yavaş yavaş emin olmaya başlamıştı. İşte küçük belediyeliklerin içinden geçerek bir saat yol gelmişlerdi bozkırların arasından. Otobüs bir dağın eteğine kurulmuş gibi üst üste yığılmış evlerle bezeli bir şehrin küçük terminaline girdi ve bir yarış atının kulvara girişi gibi homurdanarak ıssız bir perona yanaştı. Birkaç yolcu toparlanmaya ve eşyalarının peşine düşmek için harekete geçmeye başladı ve sıska muavinin çatlak sesi havada patladı.
‘ Devam edenler için hareket saati on buçuk.’
Tam bir sonbahar havası var dedi içinden genç kadın. Kasım sonuydu ve sonbaharın en koyu olduğu zamanlardaydı mevsim. Beton bloklarla dolu bu küçük terminalde bunu belli eden sadece gidiş geliş yolunu ayırmak için yapılmış refüjdeki şehir ağaçlarının sararmış dallarının bir oyana bir bu yana usul usul gökyüzüne kur yapar gibi salınışıydı. Ama hava sonbahar kokuyordu bir yerlerden çürümüş yaprak ve ilk yağmuru yemiş toprak kokusu geliyordu. Uzun uzun içine çekti ve bir sigara yaktı az önce inmiş olduğu otobüsün az ilerisinde. Sigaranın acı dumanını çiğerlerine doldurdu ve dumanın tüm katmanlarını istila etmesini bekledi bir süre. Şehirlerarasında olmanın verdiği özgürlük ile hafifçe bir kıvrım belirdi dudaklarında. Kendinin bile fark edemeyeceği kadar küçük bir tebessüm yapıştı kaldı yüzüne. Küçük bir huzur dalgası şöyle bir yalayaıp geçti içindeki yarları. Usulca ürperdi esen samyelinin tenine deymesi ile. Deri montunun yakalarını kaldırıp ince bedenini içine gömmeye çalıştı ve bir bağırış ile topuklu ayakkabısının nemli kilittaşlarının üzerinde çıkardığı ses kalabalığınkine katıldı. ‘Kayseri yolcusu kalmasın.’
Daha yeni oturmuştu ki koltuğuna yanına yaşlı bir kadın yanaştı ve
‘10 numara burası mı ‘ diyerek hafifçe gülümsedi.
‘Evet burası teyzecim.’
‘Ah gene koridora vermişler beni .’ diye kendi kendine söylenmeye başladı kadın küçük ve her halinden yüksek fiyatlı iyi kalite çantasını yerleştirmeye çaışırken.
Genç kadın çok ilgilenmeden dışarıya cevirdi bakışlarını otobüs çok yavaş belki de geç kalanlara biraz daha zaman kazandırmak istercesine ayrılıyordu terminalden. Ama ne geç kalanlar yetişebildi ne de otobüs daha fazla bekleyebildi, aynı hayat gibi.
Nihayet şehir geride kalmış otobüs dolambaçlı yollardan uçsuz bucaksız dağlara doğru yaşlı bir kısrak gibi atıla atıla ilerliyordu. Yaşlı kadının hareketsizliğinden yerleşmiş olduğu ve bir şeye odaklanmış olduğu belli oluyordu. Genç kadın bir şeyler okuduğunu düşündü ve sağ tarafına kaçamak bir bakış attı. Hayır yaşlı kadın bir şeyler okumuyordu sanki yolu izlermiş gibi kendini izliyordu. Bir anda göz göze geldiler ve genç kadın o anda fark etti karşısındaki kadının ne kadar güzel olduğunu. Koyu lacivert ve oldukça iri gözleri, gözlerine inat ufak ve ince bir yüzü sivri bir çenesi ve bu yüze oldukça yakışan çıkık elmacık kemikleri vardı. Yüzünde yaşını ele verecek kadar çizgiler oluşmuştu alnında yavaştan yağan yağmurun toprakta bıraktığı izler gibi hafif yarıklar, gözlerinin kenarlarında ise gülünce gözlerini daha da güzelleştirmek için sanki işbirliği yapan kaz ayakları vardı. Beyaz gri saçlarını ensesinde çok düzgün bir topuz yapmış ve yeşil zümrüt taşlı gösterişli bir toka ile tutturmuştu. Cam yeşili tayyörü ve düzgün ütülü kumaş pantolonu öyle bir uyum içerisindeydi ki hepsini bir bütün sanabilirdi. Kadın birden gülümsedi ve o zaman farketti hiç de ince olmayan dudaklarındaki belli belirsiz ruju. Uzun yıllar bir kadına ancak bu kadar yakışabilir diye düşündü ve öyle imrendiki karşısındaki kadına. Yaşlı kadın böyle inceleyici bakışlara çok alışkınmış gibi hiç önemsemeden konuşmaya başladı:
“Merhaba, nasılsınız ?”
Konuşmasında öyle bir incelik vardı ki genç kadın şaşırıp kalmaktan kendini alamadı.
“Teşekkür ederim iyiyim, siz ?”
“Ben de iyiyim teşekkür ederim.”
Kadın bir şeyler söyleyecekmişçesine dudaklarını araladığı sırada sıska muavin yeniden belirdi koridorun başında.
“10 numara?”
“Evet, kayseri terminal”
Yolculuklara alışkın olduğu her halinden belliydi. Bezgin muavin arka taraflara doğru sallana sallana ilerlerken yaşlı kadının bakışları döndü;
“ Sizin yolculuk da mı kayseriye ?”
“Evet”
Kadın gözlerini genç kadının üzerinde gezdirerek ;
“Pek ince giyinmişsiniz oralar soğuk olur şimdi tam bir iklim değişimi yaşamaya başlar yol birazdan beyazı görmeye hazırlayın gözlerinizi” diyerek hafifçe gülümsedi ve devam etti.
“Ziyarete mi gidiyorsunuz yoksa iş gezisi filan mı ?”
“Sadece gezmeye gidiyorum” muzipçe bir gülüş fırlattı karşıdakine.
“Ne kadar güzel. Öyleyse sizi bekleyen bir arkadaşınız olamalı orada. Sonuçta sizi gezdirecek bir rehbere ihtiyaç duyacaksınız” kurnazca tek gözünü kırptı yaşlı kadın.
Genç kadın şaşırmaktan bir türlü kendini alamıyordu karşısındaki kadının bu yaşta hem bu kar güzel ve bakımlı hem de bu kadar hayat dolu olmayı nasıl başardığını bir türlü anlayamıyor hafif bir kıskançlık hissediyordu. Kıskançlıktan ziyade özenme ve hayranlıktı hissettiği şey.
“Aslında tanıdığım kimse yok kayseride, ben sadece görmek istedim ve biraz da yolculuk ihtiyacı ile kendimi bu koltukta buldum.”
“Ah siz gençler ileride yalnız geçireceğiniz o kadar zaman sizi beklerken neden şu en tatlı zamanlarınızı yalnızlığa bağışlıyorsunuz ki.”
“Bazen yalnızlık en kalabalık olandır.” Diyerek bakışlarını avuçlarına indirdi genç kadın. İki kadının da yüzünden bir hüzün dalgası geçti. O kadar benzer, o kadar kardeşti ki ikisinin de yüzündeki sanki birbirlerinde kendilerini görür gibi oldular birkaç saniye. Kızdoğdu sessizliği gibi bir boşluk geldi durdu üstlerinde. Sanki kim konuşmaya başlarsa acıları birden ortaya dökülüverecekmiş gibi çekingen durdular bir süre daha iki kadın. Pencereden dağlar geçti, bulutlar geçti, bozkır sarısı geçti, gülüşler geçti, lavanta kokan akaşamüstleri geçti, zifir karanlık geceler geçti, sızılı aşklar ve sabırsız bir gençlik öylece geçti gitti. Öylece geçip gidenlere baktı iki yol arkadaşı, göz bebekleri geçip gideni yakalamak istercesine bir ileriye bir geriye koşturuyordu. O an hissetti genç kadın. Yol arkadaşı ile ortak bir parçası vardı sanki. İçlerinde bi yerler sanki aynı şeye ağlamış, aynı şeye kırılmış ya da aynı şeyde kalmıştı. İçini öyle bir aynılık duygusu doldurmuştu ki en ucra köşelerde bir şeyler kımıldandı. Döndü ve sanki yeni aklına gelmişçesine telaşlı bir sesle sordu:
“Ya siz ?”
Yaşlı kadın gözlerini gidenlerden alıp karşısındakinde durdurdu,
“Ben eski bir dostu ziyarete gidiyorum.”
“En azından birimizi terminalde karşılayacak bir dost var.” dedi genç olan buruk bir gülümseyişle.
“Hiç sanmıyorum.” Buruk tebessüm bu sefer dalgalı yüzde dolandı.
“Öyleyse siz dostunuza nasıl gideceğinizi biliyorsunuz. Yerinizde olsam sitem ederdim siz o kadar yol geliyorsunuz ve dostunuz sizi karşılamaya gelmiyor.”
“Bazen geçmişe gitmek istiyor insan. Eski güzel günlere, eski dostlara, aşklara… hoyratça, gelişigüzel harcanmış zamanlara dönmek istiyor . Ama geçmiş seni öyle kapıda bekleyen, içini şimdi ile doldurduğun valizine el uzatan vefalı bir dost değil. Hatta bazen senden en güzel anları, yüzleri, izleri çalan bir kapkaççı gibi. İşte bu yüzden eski dostumun beni karşılaşmaya geleceğini pek sanmıyorum. Ona benim gitmem, arayıp bulmam ve şimdi ile kardeş yapmam lazım.”
Genç kadın şaşkın şaşkın baktı lacivert gözlere. Karşısındakinin yüzüne eski siyah beyaz fotoğraflara bakar gibi bir özlem gelip oturmuştu. Önce anlamadığını sandı ama hayır her kelime içinde bir yerlere dokunmuştu. Daha bir hayran baktı yaşlı kadına, daha bir özendi içindeki küçük kız. Anladığını belli etmek istercesine başını salladı ama aslında bu kardeş duyguların el sıkışmasına verilen bir tepki gibiydi. Öylece cevirdi bakışlarını pencereye. Birden gözleri kamaşıverdi, çiğ beyaz yakmıştı gözlerini. Dağlar, küçük düzlükler, su kenarları, jandarma eliyle hayat buldukları nizami dizilişlerinden belli olan başka iklimlerin çam ağaçları beyaza bürünmüştü. Hala hafif hafif yağan kar taneleri otobüsün camına deyip oracıkta ölüveriyor, ruhlarını teslim edip su olup yarıklar oluşturuyorlardı. Yaşlı kadın haklı çıkmıştı. Yollar sadece dağları ovaları değil, iklimleri de geçip gitmişti. Genç kadın yol arkadaşına dönüp onun kendi yüzünde gezen bakışlarına kendininkini kattı telaşsız heyecanlı. Yaşlı kadın aydınlık bir gülüşle ;
“Sonbahar geçip gitti küçük hanım. Kış geldi bak o da geçmekte. Gecen sonbahara dönmek istersen dokuz buçuk seferine bir dönüş bileti al. Ama unutma o ağacın altındaki o yaprak çoktan uçmuştur.”
Otobüs nice hayalleri yutan beyaz dağları geride bırakmış, iç anadolunun uçsuz bucaksız bozkırları arasında ilerlemeye başlamıştı. Toprak hafif bir beyaz örtüyle kefenlenmiş hortlayacağı günü dört gözle beklemeye başlamıştı. İki yoldaş yolun geri kalanında ara ara bu manzaralardan, eski kitaplardan, birkaç bilinmeyen şarkıdan bahsetmişlerdi. Tarlaların arasında birden çıkıveren reklam tabelaları şehre yaklaştıklarını hissettirmeye başlamıştı. Genç kadın yolculuğun bitecek olmasından dolayı bir huzursuzluk duymaya başlamıştı. Tepe raflardan inen çanta sesleri, muavinin dağıtmaya başladığı limon kolonyasının kokusu, yol kenarında inmek için şoför ile pazarlık yapan yolcu fısıltıları ve uyandırılmaya çalışılan çocuk vızıltıları midesinde bir burukluk hissettirdi. Belki de ilk defe bir şehirde yabancı olmaktan korkar gibi hissetti. Otobüs şehir terminaline homurdanarak girdi ve bekleşen yolcuların önünde durdu. Yaşlı kadın yavaşça çantasını aldı ve sanki peşinden gelmesini istercesine bir bakış atıp dar merdivenlere yöneldi. Şimdi iki yoldaş ,iki yol arkadaşı, iki kadın valiz telaşına düşmüş ve muavinler arasında durmuş bir vedalaşma isteği duyuyorlardı. Yaşlı kadın genç kadını yüreğinin üstüne bastırdı ve;
“Geçmişe dönmek için bazen bir dönüş bileti yeter. Yeter ki eski bir dost beklesin seni geçmiş diyarlarda..”
Genç kadın hafif nemli gözleri ile başını salladı. Yaşlı kadın elini yol arkadaşının yanağına koyup ;
“Hoşcakal kızım”
“Hoşcakalın efendim. Eski dostunuza yol arkadaşınızdan selamlar iletin.” Dedi.
Yaşlı kadın öyle hüzünlü baktı ki genç kadının midesindeki burkulma kasılır gibi oldu.
“Söylerim” dedi ve ağır ağır uzaklaştı.
Genç kadın onu izledi uzaktan, geşmişine giden o kadını izledi. Yaşlı kadın elinde sepeti ile dolaşan bir cingene çiçekçiden bir buket solmak üzere olan beyaz karanfil aldı ve bir şehir otobüsüne doğru yürüdü. Şehir otobüsünün önünde küçük bir çocuk avazı çıktığı kadar bağırıyordu, tüm yolculara duyurmak istercesine.
“Seyyid Burhaneddin kabristanı”
Yaşlı kadın otobüse bineceği sırada dönüp genç yol arkadaşına bakar gibi oldu. Yaşlı kadının hüznü ayaz havayı delip genç kadının gönlüne deydi.
Tam bu sırada genç kadının arkasından artık alıştığı bir ses biraz daha acı bir ton ile bir niğda yükseltti.
“Geri dönenler için, hareket saati dokuz buçuk.”
YORUMLAR
Kesinlikle çok iyi bir öykü. Keyif alarak okudum. Açıkçası düzeni ve kurgusuyla şuana kadar okuduğum en iyi öyküydü dilebilirim. Barındırdığı dil, kurgusu yani her şeyiyle güzel bir öyküydü. Ne aforizmalara boğarak özlü söz söyleme derdine düşmüş ne de bir şeyi defalarca anlatıp göze sokmaya çalışmış. Öykü ile uğraşan arkadaşların bakmasında fayda var.
Aynı zamanda öykü size ucu açık noktalar bırakıyor. Yaşlı kadının nereye gittiği gibi... Ama aldığı çiçeklere bakılırsa bunun cevabı ortada ama yine de büyük konuşmamak lazım. Ve kadının neden dolaştığı; yollar üzerine uzun cümleler bunu izah etmiyor ama detaylandırıp da sıkmıyor.
Ben de kendi başımdan geçen bir otobüs anısıyla sonlandırayım o zaman:
Malatya'dan otobüsle dönüyordum ve Malatya garında biri yanıma oturdu. O esnada da bir çeviriyle uğraşıyordum. Kendi kendime otobüste de okurum diyordum. Dayı yanıma oturdu "selamın aleyküm" dedi. Bense mahcup bir ifadeyle "I'm sorry" dedim. Dayı yan koltuktakine dönüp "ecnebiymiş dedi. Sonra bana döndü:
- No... dont be sorry. because selamınaleyküm is mean of god's hello
Yani türkçesi şu:
Hayır, hiç üzülme. Çünkü selamınaleyküm allahın merhabası demektir.
Tabii kahkaha atınca dayı anladı. Çeviri yalan oldu biz dönene kadar sohbetin en koyusunu gerçekleştirdik. Ohh anlattım rahatladım :)