- 1457 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (9)
.... devam
MEKKE’Yİ SOSYOLOJİK AÇIDAN ANALİZ (2)
Bundan önceki bölümde siyaset sosyolojisine göre, bir toplumun %20 veya %25’inin yönetim konularıyla uğraştığını söylemiş. Her türlü kavganın bu grup arasında olduğundan söz etmiştik. Mekke putperest toplumunun toplumsal analizini sekiz sınıfa ayırarak değerlendirmeler yapmıştık.
Aynı çerçeveden Mekke’deki Müslüman toplumu ele alarak, bazı analizler yapacağız. Öncelikle belirtmeliyim ki, Müslüman toplumun analizi Allah’ın ayetlerinde de ele alınmış. Allah Vakıa suresinin 1-15 ayetlerinde, “Kıyamet koptuğu zaman. Ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur. O, alçaltıcı, yükselticidir. Yer şiddetle sarsıldığı… Dağlar parçalandığı… Dağılıp toz duman haline geldiği… VE SİZLER DE ÜÇ SINIF OLDUĞUNUZ ZAMAN… SAĞDAKİLER, NE MUTLU O SAĞDAKİLERE! SOLDAKİLER, NE BAHTSIZDIRLAR ONLAR! ÖNDE OLANLAR, MÜKÂFATTA DA ÖNDEDİRLER. İşte bunlar, en yakın olanlardır, Naim cennetlerinde. Çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir. Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler”
Ayetlerde görüldüğü gibi Allah hesap gününden söz ediyor ve hesap gününde insanların üç sınıf olduğunu belirtiyor. Sağdakiler, soldakiler ve önde gidenler. Sağdakiler, kitapları sağ tarafından verilip, hesaptan aklanarak çıkanlardır. Soldakiler, kitapları sol tarafından verilip, hesaptan suçlu çıkanlardır. Önde gidenler ise, yeryüzünde inananlar arasında bulunup, toplumun önüne çıkıp, Allah yolunda, Müslümanlara, Müslüman olmayanlara iyilikte, doğrulukta, mücadelede önderlik, örneklik yapanlardır.
Mekke döneminde gelen Vakıa suresinde Allah Müslümanları iki sınıfa ayırmıştır. Birincisi aktif olmayan yani, Allah yolundaki mücadelede pasif olan Müslümanlardır. İkincisi Allah yolundaki mücadelede aktif olanlardır. İkinci kısmı Putperest toplumun ilk iki kısmında incelediğimiz, putperestlerin önderleri (elebaşları) onları aktif olarak destekleyenlere karşılık, Müslümanlar arasında da, İslam’ın önderleri ve onları aktif olarak destekleyenler olarak görebiliriz.
Ayetlere dikkat edilirse, Müslümanlar başka bir düzenin egemenliğinde varlığını sürdürürken, içlerinden bazılarının mücadelede geride kalarak pasifleştiği, bazılarının öne çıkarak aktifleştiği görülecektir. Buna karşın Allah her iki toplumu da, ister öne çıkarak aktifleşsinler, ister geride kalarak pasifleşsinler, onların hesaptan aklanarak çıkacaklarını, mükâfatlandırma da aralarına fark gireceğini bildirmektedir.
Hepimizin bildiği gibi tarihi galipler yazar. Galiplerin yazdığı tarihin önemli notları, toplumsal hareketlerin kahramanlarıyla süslenir. Hiçbir zaman tarihe sıradan görülen olaylar alınmaz. Olumlu olumsuz ne kadar önemli olaylar varsa onlar tarihin satırlarına girer. Ancak tarih perspektifinden uzak sayılan, kişilerin anıları yaşamın en önemli parçalarındandır. Tarihe alınmayan bu anılarda, tarihi bilgilerden daha çok insanlığın yaşamına dair bilgiler vardır. O nedenle tarihi bilgilerden çok, anılar olayların, hayatın gerçeğini yansıtır. Diğer taraftan tarihi galipler yazarken, anıları halk yazar.
Öncelikle Müslümanların tarihi Müslümanlar tarafından yazılmıştır. Bu nedenle Mekkeli putperestlerin olayları nasıl değerlendirdiğine dair bilgilerimiz mevcut değildir. Yine Müslümanların Mekke dönemine ilişkin yaşamları direkt olarak Yahudileri, Hıristiyanları, Ateşperestleri ilgilendirmediği için onların tarihinde de uzun satırlarla ele alınmış değildir. Ancak Müslümanların Mekke faslını bitirip, Medine faslına geçmeleri… Arkasından büyük bir imparatorluk kurmaları… O dönemlere damgasını vuran Roma İmparatorluğunun tamamen yıkılmasına sebep olması… İspanya üzerinden Avrupa’nın batısını… Osmanlıyla Avrupa’nın güney doğusunu egemenlik altına alınması sonucunda, Müslümanları durduramayan batılılar, Müslümanları incelemeye başlamışlardır. Müslümanların yaşadığı tarihe, Müslümanlığın çıkışından itibaren bakmaya başladılar. Batılıların bakış açısıyla veya Hıristiyanların bakış açısıyla Müslümanlar, Müslümanlık incelenmeye başlayınca ortaya, Müslümanların yazdığı tarihten farklı bir tarih ortaya çıktı. Batılıların, Müslümanlığı, Müslümanların yaptıklarını, inceleyici, sorgulayıcı, eleştirici bakış tarzıyla batılılar tarafından yazılan tarihler… Yapılan değerlendirmeler elbette Müslümanları yakından ilgilendirmesine rağmen, pek olumlu karşılanmadı. Batılı tarihçilerin, felsefecilerin, sosyologların, ekonomistlerin, siyasetçilerin Müslümanlığı, Müslümanları ele alarak incelemesi, eserlerini ortaya koyması, farkında olmadan Müslümanların kendileriyle yüzleşmesini de ortaya çıkardı. Kendi içinde kendini mezhebi açılardan eleştiren Müslümanlar belki de ilk defa, kökten, genel bir sorgulamaya tabi tutuldular. Batılıların ilk zamanlar Müslümanları, Müslümanlığı tanımak isteği ile ortaya çıkan çalışmalar, dünya kültürüne yeni bir bakış açısı kazandırdı. Müslüman dünyasında, Müsteşrik, Şarkiyatçı, Oryantalist isimleriyle adlandırılan batılı bilim adamlarının Müslümanlar, Müslümanlık üzerine yazdığı eserler, Müslümanların dışında da, Müslümanların tarihinin, Müslümanlığın yazılmasını ortaya çıkardı. Müslümanların üç kıtaya hakim olduğu, batının yenilgileri tadarak yaşadıkları kaos ortamında batılıların Müslümanlar hakkında yazdıkları genelde, Müslümanlara, Müslümanlığa hayranlık ifade eden yazılar içeriyordu. Batılıların kendi içlerindeki tutarsızlıklar, çelişkiler, mantıksızlıklar, adaletsizlikler karşısında, Müslümanların tutarlı, dengeli bakış açıları, kurdukları imparatorluklarda bugüne göre olmasa da, o güne göre adaleti öne çıkarışı, batılı bilim adamlarını etkiledi. Onların Müslümanlar hakkında yazdığı olumlu yazılar Müslüman ilim adamlarını da etkilemeye başladı. Ancak batılılar hayranlıklarını ifade eden yorumlar yaparken, aynı zamanda inanmadıkları Müslümanlığı, Müslümanların davranışlarını kendi mantıklarıyla özgürce tartışabiliyorlardı. Onların sorgulamaları, tartışmaları, Müslümanları tedirgin etmeye başlamıştı. Zira Müslümanlar inandıkları dini, kendi yaptıklarını batılılar gibi özgürce sorgulayamıyor, tartışamıyorlardı. Öncelikle bir Müslüman’ın İslam’ı özgürce tartışması zordu. Sonra hiç kimse, hiçbir toplum kendi yaptığını, dışındaki bir insan, toplum gibi özgürce tartışamazdı. Zira hiç kimse “ayranım ekşi demez, mutlaka kendini haklı çıkaracak yorumlar yapardı.
Batılıların Müslümanlık, Müslümanlar hakkında yazdıkları batı dünyasını da etkilemeye başladı. Özellikle felsefe (kelam), bilim, matematik, tıp, fizik, kimya konularında batılılar doğu dünyasından, yani Müslümanlardan çok şey aldılar. Belki de, Fransız devrimini hazırlayan fikir jimnastiklerinin ilk aşamaları batılı bilim adamlarının Müslümanları incelemesiyle ivme kazandı. Her ne kadar bugün batılılar, Fransız kültür devriminin dinamiklerinde Müslümanların kültürel değerlerinin batıya çevrilmesinin etkileri olduğunu kabul etmeseler de, tarihi gerçek bu etkileşimin olduğu yönündedir. Şarkiyatçı, oryantalist veya müsteşrik olarak nitelendirilen batılı yazarların yazdıkları eserler Müslümanları etkilemeye başlayınca, Müslüman dünyasından batılıların yazdıkları eserlere tepkiler başladı. Doğal olarak her toplum koruma içgüdüsüyle kendisine yönelen, sorgulama, eleştiri, yorumlara kendini kapatır. Müslüman dünyası, dışından gelen sorgulamalara, eleştirilere, yorumlara kendisini kapatırken, mevcudunu korumak içgüdüsüyle, kendi içinde de, sorgulamayı, eleştiriyi, yorumlamayı yasaklayarak, ezberci, tutucu, sindirici bir mantığa ulaştı. Böylece Müslümanların bilim yuvaları sayılan medreseler, cemaatler, tarikatlar, siyasi yapılanmalar, katı kurallar içinde, baskıcı, tutucu noktaya ulaştılar. Artık sorgulayıcılık, eleştirel bakış, yorumlama, sapkınlığın, dinsizliğin, mezhepsizliğin, şeytanlığın simgesi olarak görülmeye başlandı. Eğer Müslümanlardan bir kimse, Müslümanların İslam anlayışına, davranışlarına bir eleştiri getirmişse veya İslam hakkında yaptıkları yorumlarda batılı fikir adamların yorumlarına benzer bir yorum getirmişse, hemen müsteşriklere uymuş, onları kendine kılavuz kabul etmiş olarak değerlendirilip dışlandı. Bu tür yaklaşımların sonucu, Müslüman toplumlar daraldı, sıkıldı, sindi, açılımlarını kaybetti. Sonuçta yıkıldılar. Hâlbuki kimden gelirse gelsin, sorgulamaları, eleştirileri, yorumları dikkate alarak, kendilerini kontrol etmeyi, kendileriyle yüzleşmeyi Müslümanlar başarabilselerdi, siyasi egemenliklerine bakarak kendilerini ulaşılmaz, tartışılmaz görmeselerdi, bugünkü duruma düşmezlerdi. İnsanı, toplumları bitiren şey, sorgulanamazlık, tartışılamazlık, dokunulamazlık, yorumlanamazlık noktasına ulaşmasıdır. Bu noktaya gelen her insan, her toplum, her devlet yıkılmanın, bitmenin düğmesine basmış demektir. Kendi yıkılışının düğmesine basan insanı, toplumu, devleti başkasının yıkması gerekmez. Bu noktaya gelmeyen hiçbir insan, toplum, devlet başkaları tarafından zaten yıkılmaz. Müslüman toplumlar, batılı bilim adamlarının, İslam’a, Müslümanlara, Müslümanların yaptıklarına getirdikleri sorgulamalar, eleştiriler, yorumlar ile gerçekçi olarak yüzleşebilselerdi, kendilerini yenileme noktasında büyük adımlar atarak, güçlerini bugünde yeryüzünde devam ettirebilirlerdi. Ortaya çıkan sonuca bakarsak… Batılılar kendilerine içten ve dıştan yönelen sorgulamaları, eleştirileri, yorumlamaları dikkate alarak kendilerini geliştirmişler. Bilim adamlarıyla doğudan (Müslümanlardan) öğrendiklerini almışlar. Kendilerini yenileyerek Müslümanların egemenliğine son vermişlerdir.
Demiştik ki, tarihi galipler yazar. Galiplerin yazdığı tarih olumlu olumsuz olaylardan giderek, tarihi kahramanlar oluşturur. Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanların toplam sayısıyla, isimleri tarihte geçenler arasında fark vardır. Zira bütün Müslümanların tarihe geçmesi mümkün olmamıştır. Allah Müslümanları ikiye ayırmış. İnananlar, inananlar içinde önde gidenler olarak vasıflandırmıştır. Önde gidenler tarihe geçerek isimleri bize kadar gelmiştir. Demiştik ki, insanların anıları tarihi bilgilerden daha önemlidir. Çünkü anılarda olaylarla ilgili ayrıntılar hakkında geniş bilgi verir. Müslümanların Müslüman oluşlarını, Müslüman olduktan sonraki dönemlerde yaptıklarını, olaylara katkılarını, tepkilerini dilden dile çocuklarına, yeni Müslüman olanlara aktarmalarıyla gerçekleşen bilgilerin çoğu, bugün elimize ulaşan, tabakat ve hadis kitaplarındadır.
Müslümanların, anıların toplandığı tabakat ve hadis kitaplarına bakışları çok farklıdır. Kur’an üzerine yürüdüğünü söyleyen Müslümanların geneli hadislerden, Müslümanların tarihinden uzaktırlar. Tabakat kitaplarındaki bilgileri ise gereksiz görmektedirler. Geleneksel Müslümanlık üzerine yürüyen Müslümanların bazıları ise, hadisleri, tabakat kitaplarını okumakta, Kur’an üzerine yoğunlaşmamaktadırlar. Her ikisine de uzak duran Müslümanlar, toplumun genelini oluşturmaktadır. Yani Müslümanların çoğunluğu, ne Kur’an-ı, ne de hadis ve tabakat kitaplarını okurlar. Her bilgiyi kültürüne alarak değerlendirmeye çalışan Müslümanlar ise, ne yazık ki çok azdır.
Kur’an üzerine yürüdüğünü söyleyen Müslümanların çoğu, hadis ve tabakat kitaplarında var olan bazı bilgilerin Kur’an-a aykırı, uydurma, gerçeklerden uzak bilgiler olduğundan söz ederek karşı çıkmaktadırlar. Hâlbuki gerçekten ciltler dolusu hadis ve tabakat kitaplarında, ne kadar veya yüzde kaç yalan, uydurma bilgiler vardır. Bu yönde ciddi bir araştırma da yapmamışlardır. Tarih, hadis, fıkıh ve bilimsel bilgilerin hepsini, önce Kur’an-a vurarak içlerindeki doğruları alırız iddiasında olan Müslümanların, ne yazık ki Kur’an mealleri okumaktan başka, kültürlerini geliştirecek araştırmalara girme zahmetinde bulunmadıklarıdır. Tek kitaba bağlı, alt yapısını genişletmeyen, başka açılımlara kapalı öğrenim metoduyla yürürken, sıkıştığı, sıkıştırıldı her yerde, Kur’an-ın doğruluğuna, gerçekliğine sarılan, ayetlerden başka bilgilerin yalan olabileceğini öne çıkaran, ayrıntılı bilgi edinmeyi zül sayan bir anlayışı sergiliyorlar. Ancak bilinmelidir ki, Kur’an ayetleri, başta resul tarafından, sonra arkadaşları tarafından yaşanarak hayata indirgenmiştir. Onların Kur’an-ı hayatlarına nasıl yansıttığını bilmek, Kur’an-ı anlama yolundaki Müslümanlar için önemlidir. Bu bilgiler ise, Müslümanların anılarını anlattığı, hadis ve tabakat kitaplarında mevcuttur. Onun için toptan ret mantığı, hiçbir zaman doğru bir mantık kabul edilmemelidir.
Bugün bize kadar ulaşan, siyer ve tabakat kitapları, resul devrinin hemen ardından başlayarak, Müslümanların kültürüne yazılı olarak aktarılmıştır. Diğer taraftan hadis kitapları resulden 150 -200 yıl sonra derlenerek ciddi külliyatlar olarak bize aktarılmıştır. Elbette ondan önceki yıllarda da bazı Müslümanların, resulden duyduklarını, kendi anlatımlarını, yaşadığı devre ait bazı olayları not ettiklerine dair bilgiler vardır. Diğer taraftan Müslümanların anıları dilden dile sonraki nesillere aktarılmaktadır. Aslında ilk Müslümanların Arap kökenli oluşu, sonraki Müslümanların Fars, Türk ve batı kökenli oluşları, ilk Müslümanların anlattığı anıları ayrıştırmada, anlamada önem engel olmuştur. Kılığından kıyafetine, oturup kalkmasından yemesine içmesine, hemen her davranışı farklı olan etnik grupların, Arap geleneklerini din olarak algılamasıyla kültürel değerlerini değiştirme gayreti, toplumlarda ciddi tartışmalara yol açarak, hadis ve tabakat kitaplarının reddine zemin hazırlamıştır.
Her şeyden önce, yaşanan olaylara ilişkin bilgilerin naklinde metodik önemli ayrıntılar vardır. Bugün hemen hepimiz bilmekteyiz ki, direkt okuduğumuz bir yazının anlamıyla ilgili, her okuyan aynı noktada birleşmez. Hatta okuyanlar, yazarın yazdığı anlamda okuduklarını anlamayabilirler. Dilden dile aktarılan bilgiler bu konuda daha önemlidir. Zira her duyan insan, duyduğunu nasıl, bir sonrakine aktardı sorusu olaylara ilişkin haberlerin anlatımında çok önemlidir. Müslümanların tarihinde hadisler önemli bir rol oynamıştır. Resulün arkadaşlarına ve ondan sonra gelen Müslümanların önemli şahsiyetlerine ait aktarılan tarihi bilgiler, yani tabakat kitapları, İslam’ı hayata aktarma da önemli örneklerdir.
Şimdi konuyu bazı açılardan incelersek…
Okuyan kişi, okuduğu şeyi, yazarın yazdığı anlamda anlamış mıdır?
Okuyanlar, aynı şeyi okusalar bile, aynı şekilde anlayabilirler mi?
Bu sorguda cevabın, okuyan herkesin okuduklarını farklı anladığıdır. Genelde okurların, yazarların yazarken vermek istedikleri anlamlardan çok farklı anladıklarına şahit oluyoruz. Bu güne kadar dikkatimi çeken, yazarla okuyanlar arasındaki en önemli çelişki, Sayın Ahmet Özel’in yazdığı, İslam hukukunda ülke kavramı isimli kitaptan çıkan sonuçlardır. Kitabın ilk baskısı seksenli yıllarda yapılmıştı. O dönemlerde ülkemizde ülke kavramı Müslümanlar arasında ateşli bir şekilde tartışılıyordu. Ülke kavramı hakkında ilk ciddi kitap Ahmet Özel tarafından yazılıp piyasaya sürülmüştü. Ülke kavramını tartışan Müslümanların çoğu bu kitabı okuyarak, Türkiye Cumhuriyeti için Dar-ül Harp hükmünü verdiler. Hâlbuki sonradan, hocanın öğrencilerinden öğrendim ki, Ahmet Özel hoca bu kitabı Türkiye Cumhuriyetinin Dar-ül İslam olduğunu anlatmak için yazdığıdır. Bir birine temelden tezat bu çıkarım, yazanla okuyanlar arasındaki büyük anlayış farkını, en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır.
Hemen hepimiz biliriz ki, insanlar kültürleri, akıl kapasiteleri ve inançları doğrultusunda okuduklarını anlarlar. Aynı şeyi okusalar bile, yazılanlar hakkında anlayışları, yorumları farklıdır. Dolayısıyla anlayışlar statik, tek değildir. Anlayışlar değişken, aktif, birden fazladır. Şimdi okuyanların okuduklarını bir sonraki nesillere aktardıklarını düşünelim. Böyle bir durumda her okuyan, okudukları hakkında farklı şeyler nakledecektir. Peki, hangisinin nakli gerçekten kitabı bize olduğu gibi tanıtacaktır?
Yine bir haberi gören, duyan insanların da, olayları nasıl değerlendirdiği önemlidir. Bilindiği gibi, sahabeler, resulden Kur’an-ı işitiyorlar. Ayetlerin yaşama aktarılmasıyla ilgili sorular soruyorlar. Resulü seyrederek onun yaşantısından dine dair hükümler çıkarmaya çalışıyorlar. Böyle bir durumda, resulden nakleden insanların, resulden işittikleri, resulde gördükleri şeyleri,
1. Anladıklarıyla aktarabilme
2. Eksik olarak aktarabilme
3. Fazlalaştırarak (yani kendinden de eklemeler yaparak) aktarabilme
4. Kendi çıkarlarına, görüşlerine uygun tevil ederek aktarabilme
5. Olduğu gibi (objektif) aktarabilme
Şansına, yetkisine, iradesine sahiptirler. Şimdi biz, bize resulden haber getirenlerin, naklettikleri olayları hangi açıyla, hangi seçenekle, bize aktardıklarını bilemeyiz. Yine hadisleri derleyip kitaplarına alan, resul ve arkadaşlarıyla ilgili haberleri derleyip mutabakat kitaplarına alan yazarların da aynı şekilde, yani beş esas içinde olayları kitaplarına alacaklarını unutmayalım. Bu açılımlar dikkate alındığında, geçmiş dönemlere ilişkin bilgilerin çok dikkatle incelenmesi gerektiğidir. Hadis kitaplarında yazılan bilgiler, rivayet edenlerin, hadisleri toplayıp kitaplarına alanların, anladıkları mıdır, kendilerine göre tevil ettikleri midir? Aktarırken kendilerinden de bir şeyler katarak artırmışlar mıdır? Yoksa bazı şeyleri unutarak eksiltmişler midir? Yoksa gerçekten her şeyi olduğu gibi aktarmışlar mıdır? Sorgusunda, bizler hiçbir zaman net olamayız. Bu sorgulamalar doğrultusunda netsizlik varken, hadis kitaplarındaki her yazılana kutsal din metni olarak bakmak zordur. Aynı şekilde Müslümanlar hakkında tarihi bilgileri içeren tabakat kitaplarında yazılanların da kesin doğruluklarına inanmak zordur. Buna rağmen bütün bu bilgileri, mümkün olduğu kadar okumakta, bilgilenmekte yarar vardır. Zira ret edilecekse de, bilerek, bilgilere bağlı olarak ret etmek esastır. Müslüman adaleti öne çıkaran olarak, bilerek kabulü, bilerek reddi kimlik edendir.
Fantastik hikâyeler tabakat ve hadis kitaplarında mevcuttur. Geçmiş kültürümüzde fantastik hikâyeler var diyerek, bilgileri ret etmek mümkün değildir. Zira her toplum fantastik hikâyeleri, çeşitli nedenlerle üretir. Mesela bugün, batı dünyası, özellikle Amerika ürettiği fantastik hikayelerle başı çekmektedir. Bir orduyu yok eden Rambo figürü. Bilim kurgu filmleri… Uzay yolu dizileri… Masalımsı örgüler… Olağanüstü olayları anlatan hikâyeler, romanlar, filmler… Tabakat ve hadis kitaplarında var olan fantastik hikâyelerden fazladır. Bugün hemen herkes Amerikan’ın, kitapları, filmleri, dizileri aracılığıyla ürettiği fantastik hikâyeleri hayranlıkla takip ederken, hepsinin yalan olduğunu bilir. Peki, bu bilgilere bundan bin yıl sonra ulaşacaklar acaba, bugünkü insanlar gibi, bunların fantastik hikâyeler olduğunu, gerçeği yansıtmadığını mı kabul edecekler? Yoksa bütün bunların gerçek olduğuna mı inanacaklar? Büyük ihtimalle, eğer dünyada bin yıl sonra bir insanlık yaşarsa, bugün Amerika’nın çevirdiği bütün fantastik filmleri gerçek sanabilir. Veya birçoğunu devrinin bilimine göre saçma bularak, fantastik hikâyeleri kapsayan filmlere, yalan dolan gözüyle bakabilir. Hâlbuki bugün Amerika ve diğer ülkülerde fantastik hikâyeleri kapsayan, hikâye, roman yazılırken, filmler çevrilirken amaç başkadır. Amaç bir gerçeği yansıtmaktan çok, fantastik hikâyelerle bir inanç, insanlara aşılanmaktadır. Aşılanan inançlar doğru olmayabilir. Ama fantastik kurgular üretirken yapılan iş, toplumları, yeni yetişen nesilleri etkilemek, onları belirli bir inanca, kültüre alıştırmaktır.
Toplumlar kahraman üretmediklerinde, varlıklarını zamana hâkim kılamazlar. Geleceğe aktaramazlar. Toplumun %20-25’i arasında geçen yönetim kavgasında, iktidar olanlar, iktidarlarını toplumlara aktif destekletmek için kahramanlara sarılırlar. Kahramanların sırtından inançlarını, politikalarını gerçekleştirirler. Batının, doğunun, etnik kökenlerin, ideolojilerin, dine inanan insanların kahramanları, bir mücadelenin sonuçlarından daha çok, bir beyin yıkama metodunun sonucu olarak karşımıza çıkar. Elbette her düşüncenin, inancın mücadelesini veren insanlar arasından da kahramanlar çıkar. Ama onların kahramanlıkları, yalın, basit kahramanlıklardır. Toplumun geneli kahraman deyince olağanüstü varlıkları aklına getirir. Masallarda devlerle alay eden, onları alt eden kahramanlar. Bir orduyu karşısına alıp yenen savaş kahramanları. Bir devlete meydan okuyan kahramanlar. Bir inancın toplumsal etkileşiminde önemli rol oynar. İçinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti de, ürettiği Mustafa Kemal Atatürk kahramanıyla, batıdan aktarılan ideolojiyi, düzeni topluma hâkim kılma başarısını göstermiştir. Eğer tarihçiler, fikir adamları, politikacılar böyle bir kahraman yaratmamış olsalardı bu başarı gösterilemezdi. Başarının nedeni, kahramanlara verilen dokunulmazlık, tartışılmazlık zırhıydı. Ürettikleri kahramanlara bu zırhları veren egemen güçler, kahramanlarını tartıştırmamak mantığıyla, yapılanları da tartıştırtmamışlardır. Müslümanlar da tarihlerinde birçok kahraman üreterek, döneme ait inançlarını, mezheplerini toplumlara hâkim kıldılar. Tarihte üretilen kahramanları sürekli görmekteyiz. Mezhepler imamlarını, tarikatlar şeyhlerini, savaşçılar bazı Müslümanları başköşeye oturtarak. Dokunulmazlık, ulaşamazlık, sorgulanamazlık alanına yerleştirmişlerdir.
Psikolojik eziklik toplumların yalana sarılarak kedilerini tatmin edecek hikâyeler üretme, yalan haberler dolaştırma eğiliminin başladığı anlardır. Mezhepler kendilerini toplumda kabul ettirebilmek. Tarikatlar varlıklarını toplumda kabul ettirebilmek. İnançlar, ideolojiler kendilerini diğer inançlar, ideolojiler nezdinde kabul ettirebilmek için, gerçeklerinin yetmediği alanları, hikâyelerle, yalanlarla doldurmuşlardır. Çünkü psikolojik eziklik, bir bakıma, insanların, toplumların, bir başka insanın yanında, bir başka toplumların yanında yenik düştüğünü hissetmesidir. İnsan veya toplumlar psikolojik eziklik yaşadıklarını itiraf etmezler. İçlerinde hisseder, güçlenmek için yalana, hikâyelere, kutsanmış değerlere ihtiyaç duyarlar. Bunları üretir, ürettiği yalanlarla, hikâyelerle, kutsanmış değerlerle saldırıya geçerler. Böylece gerçeklerini ürettikleriyle örtmeye çalışırlar. İşin garibi bir dönem sonra, kendi ürettikleri yalanlara kendileri de inanmaya başlarlar.
Müslümanların oluşturduğu kültür içinde, değişik nedenlerle üretilen, yalan haberler, hikâyeler, kutsanmış değerler vardır. Diğer taraftan Müslümanların, hiçbir art niyet beklemeden, anlarken yanlış anladığı, naklederken eksik naklettiği, anlatırken bire bin katarak fazlalaştırdığı, okuduklarını, duyduklarını, gördüklerini kendine göre yorumlayarak naklettiği olaylar vardır. Bütün bu ayrıntıları, olguları düşünerek kültürü değerlendirmek gerekir.
Müslümanların Mekke’deki tarihini incelerken, bu tarihi bize aktaran bütün olgulara dikkat ettiğimizde, önümüze çarpıcı bilgiler çıkar. Bu bilgiler her şeyden önce, olayların kahramanları tarafından içtenlikle yazılmış, anlatılmış, aktarılmıştır. Özellikle hadis kitaplarını okuduğumuzda, haber nakleden insanların samimiyetlerinden şüphe etmek saygısızlık olur. Zira kendilerini de küçük düşürecek haberleri dahi nakletmişlerdir. Mükerrerleriyle birlikte aşağı yukarı on bine yakın haberin oluştuğu hadis külliyatlarında, elbette nakledenlerin, yanlış, eksik, fazla, yorum ve doğru olarak aktardıkları vardır. Bu gerçeği göz ardı etmeden okunan bu bilgiler bize, döneme ilişkin Müslümanların yaşantısını kazandırırken, değişkenliğini, değerlendirebilirliğini de hatırlatır.
1980’li yılarda Türkiye’de çevrilerek yayınlanmış bütün hadis kitaplarını incelemeye aldığımda, gördüğüm gerçek, kitapların içinde tartışılabilecek hadisler olmasına karşın, büyük bir bölümü Müslümanların yaşamıyla ilgili çarpıcı bilgiler içerdiğidir. Özellikle peygamberin arkadaşlarının, olayları kendi aleyhlerine değerlendirilebilecek olsa da, samimiyet içinde anlatmaları önem taşıyor. Sorgularını, yanılgılarını anlatırken bütün açıklığıyla ortaya koyuyorlar. Bütün mesele bu bilgileri değerlendiren insanların, bilgilerden din üretme gayretidir. Hâlbuki din Allah’ın kitabındadır. Aktarılanlar dini yaşayan insanların anılarıdır. Anılar eksik, fazla, yanlış, yorum, doğru olabilir. Allah’ın dininde ise, eksiklik, fazlalık, yanlışlık, yorum yoktur. Tamamıyla doğrulardan oluşmaktadır.
Tarih ve hadis kitaplarından elde ettiğim bilgileri dikkate alarak, Mekke’deki Müslüman toplumu, bazı analizlere tabi tuttum. Allah’ın vakıa suresinde Müslümanları iki sınıfa ayırmasını da analize dâhil ederek, Müslümanları sekiz sınıfa ayırdım.
1. İslam’ın tebliğinden etkilenmiş, kendi içyapısında inanmış, ancak inancını kimseye açıklamamış olanlar. Mekke’nin baskı ortamında, bazı Müslümanlar aklen, kalben ayetlere ikna olmuş. Putperestliği bırakmış. Müslüman olmuş. Ancak topluma açılamıyorlar. Zira topluma açıldıklarında başlarına neler geleceğini görüyorlar. Müslümanlardan kimi iki ay, kimi üç ay, kimi dört ay, İslam’a inandıklarını, ama kimseye açamadıklarını anılarında anlatıyorlar. Bazı Medineliler de, hacca geldiklerinde İslam’ın tebliğinden etkilenmiş, akabe kayalıklarına giderek, insanlardan uzakta duyduklarını birlikte değerlendirmişler. Akli, mantıki olarak hidayet etmişler. Ancak bunu şimdilik kimseye açıklamamaları konusunda anlaşmışlardır.
2. Bazıları Müslüman olduktan sonra, Müslümanlara gelerek ben sana namusumu emanet ediyorum. Sakın kimseye söyleme, şimdilik toplumun duymasını istemiyorum. Beni kâfirlerden sayma, bende Müslüman oldum. Diyerek, en yakın Müslüman arkadaşlarına, onları sırdaş bilerek açıklamışlardır. Onların namusum dediği şey, İslam’a inançlarıdır.
3. Bazıları da resulün yanına gelerek Müslüman olmuşlar. Resulden ve Müslüman oluşlarına şahit olan Müslümanlardan, şimdilik Müslüman olduğunun açıklanmasını istememişlerdir. Amaçları, Müslümanların onları kâfir bilmemeleri, Müslüman olduklarına Müslümanları şahit kılmalarıdır. Bir müddet bu şekilde devam ederek, hazır olduklarında bütün topluma Müslümanlıklarını açıklamışlardır.
4. Müslümanlığını bütün Müslümanlara duyuran ama kâfirlerden saklayan Müslümanlar da vardır. Ancak Müslümanların bilmesiyle, kısa zamanda Müslümanlığı toplumca da bilinir hale gelmiştir. Çünkü onları izleyen putperestler, Müslümanların birbirine bakışından, birbirlerine tavırlarından, hemen şüphelenerek peşlerine düşüp Müslümanlığını ortaya çıkarmışlardır.
5. Bazı Müslümanlar kendilerini, putperestlerden veya Müslümanlardan gizlerlerken, kendilerini hazır hissettiklerinde, bütün toplumun huzurunda ben de Müslüman’ım diyerek dinlerini açıklamışlardır.
6. Müslüman olup aktif tebliğ mücadelesine destek verenler. Ancak bunların desteği önderler gibi öne çıkarak değil, sorulduğunda Müslümanlardan yana olduğunu, onları açıkça desteklediklerini ifade edenlerdir. Müslümanların aleyhine davranışları engellemeye çalışanlardır.
7. Müslümanlardan aktif olup, Müslümanlara önderlik, örneklik yapan, hayırda, paylaşımlarda önder olanlar. Bu gruba giren Müslümanlar Allah’ın vakıa suresinde söz edilen, öne çıkan, önde gidenlerdir. Özellikle Mekke dönemindeki resulün tebliğ mücadelesine varlıklarıyla büyük katkılar sağlamışlardır. Yaptıklarıyla tarihe geçmişlerdir.
8. Hz. Resul Allah’ın Enam 163. Ayetinde, “O’nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emredildi ve ben Müslümanların ilkiyim” Yine, Zümer Suresinin 12.ayetinde belirttiği gibi “Bana Müslüman olanların ilki olmam emredildi” ifadelerine uygun olarak, tebliğin başından itibaren bütün varlığını, mücadelesini, İslam’ın önderi, örneği olarak ortaya koymuştur.
Allah vakıa suresinde 1, 2, 3, 4, 5. Gruba dâhil bütün Müslümanları, kitabı sağ tarafından verilenler olarak bildiriyor. Allah, putları ret eden, kendine iman eden, resulü ve ayetlerini kabul edenleri müminler olarak kabul ediyor. Onlara cenneti vaat ediyor. 6, 7. Gruba girenler ise Müslümanların kendi devletinde yaşamadıkları bir dönemde, öne çıkarak, Allah için mücadele vermişlerdir. Her iki grubun arasındaki fark, hesap günü mükâfatlarıdır.
Baskı, tehditler altında Müslümanların inancını inkâr etmeleri kınanmamış. Aksine Nahl suresinin 106.ayeti gönderilerek “Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır” Denilerek, baskı altında inkâr edenlerin Müslümanlığının devam ettiği ifade edilmiştir. Ayetle desteklenen Ammar bin Yasir, annesine, babasına karşı yapılan işkenceler sırasında putperestlerin istediğini söylemiş, ancak annesini, babasını öldürmelerinden kurtaramamıştır. Olaydan sonra ağlayarak peygambere geldiğinde, Allah onu bu ayeti göndererek desteklemiştir.
Müslümanların bu şekilde ayrılmış olması, İslam’ı tebliğ eden resulü rahatsız etmediği gibi, İslam’ın tebliğinde öne çıkan Müslümanları da rahatsız etmemiştir. Ne öne çıkan Müslümanlar, dinini gizleyen Müslümanları ifşa etmiş, ne de onları korkaklıkla suçlamışlardır. Ne de geri kalan Müslümanlar öne çıkanları engellemiş, onları Müslümanların başlarını belaya sokmakla suçlamışlardır. Hiç kimse, hiç kimseye bir şey dememiştir. İnsanlar sadece Allah’tan gelen ayetleri okuyarak kendilerine yol bulmuşlar. Müslümanlar Müslümanlara bir şey söyleyecekse ayetlerle konuşmuşlardır.
Müslümanlar arasında, sevgi, saygı, paylaşım her zaman öne çıkarılmış. Müslümanlar, din kardeşlerinin, korkularına, tereddütlerine, zaaflarına, cesaretlerine sahip çıkarak, onların mücadele içindeki davranışlarına, anlayışlarına saygı göstermişler, yapabildikleri kadar kendi yaşamlarını paylaşmışlardır.
Günümüzdeki gibi, öne çıkıp mücadele verenler, mücadele içinde olmayanları, korkaklıkla, sapıklıkla, müşrikle, düzeni desteklemekle suçlamamışlardır. Günümüzün Müslümanları, kendileri biraz öne çıktığında, arkalarına dönüp, mücadele içinde olmayan Müslümanları suçlama yoluna giderek, resulün, arkadaşlarının örnekliğinden uzaklaşmışlardır.
Bugün, bazı Müslümanlar öne çıkıp daha net, daha çetin mücadele yolu seçtiklerinde, rahatı bozulan, bozulacağına inanan Müslümanlar tarafından engellenmeye çalışılır. Engellemeyi başarılamadıklarında, “Bunlar başımızı belaya sokacaklar” diye suçlamışlar. Sonra Müslüman topluma dönerek, “Şimdi böyle davranmanın sırası mı?” sorgusuyla kafaları karıştırmışlardır. Siyasi mevkilerden çıkar sağlayan. Ekonomik değerler kazandıkça burjuvazileşen Müslümanlar ise, gittikçe İslam ilkelerinden, kurallarından ayrılarak, İslam dışı bir yaşamı kutsamışlar. İslam dışı yaşamları İslam diye yorumlayarak insanları sapıttırmanın yolunu seçmişlerdir. İslam’la hiç ilgisi olmayan, laiklik, demokrasi, cumhuriyet gibi değerleri, Müslümanlara kabul ettirmek için, türlü akıl oyunlarıyla Müslümanların aklına, kalplerine hükmetmeye çalışmışlardır. Halbuki ülkemizde, laiklik, demokrasi, cumhuriyet gibi değerler, toplumdaki Müslüman geleneğini ortadan silmek, ülkeyi batı değerleriyle düzenlemek için uygulanmıştır. Cumhuriyet döneminden önce başlayan batılılaşma hareketleri, cumhuriyetle devlet olarak, toplumun sosyolojik yapısından İslam’ı kaldırmayı hedef almış. Bu yönde yasalaşmayı sağlayarak Müslümanları, İslam’ı düşman saymıştır. Hal böyleyken, bu gerçekleri söyleyen Müslümanları sapıklıkla, anarşist olmakla suçlayan, kendilerinin Müslümanları temsil ettiğini söyleyen insanlar haline gelmişlerdir. Allah’ın Kur’an-da anlattığı din, artık düzenden çıkar sağlayan, gittikçe dünyevileşen Müslümanları rahatsız etmeye başlamıştır. Rahatsızlıklarını her fırsatta dile getirmeyi kendilerine görev bilerek, İslam’ı saf, halis, samimi yaşayan, düzeni desteklemeyen, dünyevileşen Müslümanları geri kafalılıkla, sapkınlıkla, çağı anlayamamakla suçlayarak kendilerini haklı çıkarma eğilimindedirler.
Resul ve arkadaşları, Müslümanların korkularına saygı gösterip, onların benim durumumu gizle dediklerinde, bunu bir namus, bir emanet görürken, bugün Müslümanlar bu tür söylemleri, dilekleri, korkaklık, davadan dönmek olarak değerlendirmektedirler.
Resul ve arkadaşları, Müslümanların kendilerini ikna, kendini hazır hissetme sırasında, Müslümanlara zaman tanırken, günümüz Müslümanları acelecidirler. Eğer bir kişi Müslüman’ım diyorsa, anında önderler safına girmelidir. Hâlbuki sosyolojik esaslar çerçevesinde her Müslüman’ın öne çıkanlar olması mümkün değildir. Mekke’de Müslüman olanlar sadece öne çıkanlar değildir. Tarihi bilgilere göre yaklaşık 150 ila 200 kişi Müslüman olmuştur. Ancak mücadeleleriyle öne çıktıkları için tarihe adı yazılanların sayısı 25-30’u geçmez. Bugün Müslümanlar hayalî bir Müslümanlığın peşinde olup, herkesin öne çıkıp önder olmasını isteyerek, doğallığın dışına çıkmaktadırlar. Herkesin Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman olmasını beklemek İslam’ı anlamamaktır. Mekke toplumunda, endişelerinden, korkularından dolayı İslam’ını açıklamayanlar, sadece Müslümanlara açıklayıp topluma açıklamayanlar vardı. Bugün bir Müslüman gelse ve dese ki, bakın bende Müslüman’ım, ancak sizin gibi açık bir mücadele içine girmeye hazır değilim dese, onun bu durumuna saygı göstermek zordur. Yine Ammar bin Yasir gibi, baskı ve şiddet ortamında, Müslüman davasından döndüğünü, dinini inkar ettiğini söylerse, bu duyan Müslümanların olayı, Mekke’deki Müslümanlar gibi veya Allah’ın ayetindeki gibi karşılayacakları meçhuldür.
Mekke’deki mücadele içinde, Müslümanların birbirlerini suçlaması görülmemiştir. Ancak bugün Müslümanlar her fırsatta birbirlerini suçlamanın bahanesini aramaktadırlar. Bugün de Müslümanlar, kendilerinin yönetmediği bir toplum yapısı içinde yaşamaktadırlar. Allah’ın gerçeklerini olduğu gibi açıklama noktasında, kendini hazır hissedecek Müslümanlar değişik sınıflara ayrılacaklardır. Kimi ailesini, kimi işini, kimi mevkiini makamını, kimi kendi yaşamını düşünerek Müslüman olduğu halde geri kalabilecektir. Bazıları da her şeyi göze alarak ileriye çıkacaktır. Müslümanlar arasında sosyolojik ayrışımlar olacaktır. Ayrışımlara göre farklı konumlarda bulunan Müslümanların birbirine suçlama göndermeleri Allah’ın dini içinde mümkün değildir. İnanıp öne çıkanlar, geride kalanlara örnek olurken, geride kalanları dışlayıcı, suçlayıcı yorumları yapamazlar. Bugün tam tersi olmaktadır. Bir Müslüman biraz harekete geçse, Müslümanların uyuduğundan, çalışmadığından, böyle Müslümanlığın olmayacağından söz ederek, etrafa suçlamalar yapar. Birden bire kendini, İslam’ın sancaktarı, hamisi sayar. Bu yetmez, hemen kendini savcı, hakim sayarak, kendisi gibi olmayan Müslümanları suçlar, yargılar, hükmünü vererek bir köşeye oturtur.
Mekke’deki Müslümanlar hiçbir zaman Allah’ın emrettiği kuralları başkasının yapmasını beklememiştir. Günümüzde en büyük tehlike buradadır. Hemen her Müslüman, inancı için neler yapılacağını bilir. Hemen her yerde İslam adına yapılacakları anlatır. Müslümanların Allah’ın dinine göre mücadele vermediklerinden dem vurarak suçlamalarda bulunur. Peki, kendisi yapar mı? Elbette hayır. Kendisi de yapmaz. “Mademki yapılması gerekir diye inanıyor kendisi niye yapmıyor?” Diye bir soru sorsak cevap bulamayız. Ancak bu bir hastalıktır ki, suçlamaların altında, aslında kendi suçunu örtme eğilimi mevcuttur. Yani Müslümanlar, kendilerinden başka Müslümanları suçlayarak, kendi eksikliklerini, yapmadıklarını, yapamadıklarını örtmeye çalışırlar. Resulün arkadaşları ise, inançları gereği ne yapması gerekiyorsa kimse sormadan yapmışlardır. Yapmaya çalışmışlardır. Yapamayanlara da bir şey dememişlerdir. Onlar; başkaları ne yapıyor? Başkaları niçin yapmıyor? Onlar yaparsa ben de yaparım. Bir benim yapmamla bu işler olmaz. Hepimiz yapmalıyız diye bir hezeyana kapılmamışlardır. Nasıl Allah katındaki hesapta herkes tek başınadır, aynı onun gibi, hesabı kendilerinin vereceği bilinciyle, yapılması gerekeni yapmışlar. Diğer Müslümanların durumları onları ilgilendirmemiştir. O gün Müslümanlar mücadele de öne çıkarken kendilerini enayi yerine koymamışlar. Şeytanın bu yöndeki fısıltılarına kulak asmamışlardır. Hâlbuki bugün Müslümanların Allah’ın yüklediği görevleri, çıkar gözetmeden, samimiyetle yapması “enayilik” veya “pisipisine Niyazilik” olarak değerlendirilmektedir.
Bugün Müslümanların Resul ve arkadaşlarının yaptıklarını iyi bilmeleri gerekir. Onlara dair bilgilere ulaşırken binlerce yalan okusalar da, duysalar da, yılmadan bilgilerini artırmaları gerekir. Kur’an-ın kontrolünde edinecekleri bilgiler, kendilerine ışık olacak, geleceğe daha doğru yürüyeceklerdir. Müslümanlar Allah’ın peygamberini ve arkadaşlarını kendilerine örnek edindiğinde, hem görevlerini gereğince yerine getirecekler, hem de birbirlerini suçlamaktan kurtulacaklardır. Aksi halde, içinde bulunduğumuz karmaşa devam edecek… Ve Müslümanların her biri kendi yanındakiyle övünecek… Eksikliklerine, yanlışlarına rağmen, İslam’ın hamisi tavrıyla etrafına saldıracaklardır. Böyle bir durumun hesabı Allah katında çok zordur. İnşallah hidayet aklımıza, düşüncemize, kalbimize, davranışlarımıza düşer. Doğru yolda gidenlerden olur. Huzurdaki hesaptan alnımızın akıyla çıkarız.
devam edecek...........
YORUMLAR
Çokça istifa ettim bu değerli yazınızdan. Aslında insanlık adına ne kadar da önemli bir görevi üstlenmişsiniz. Yüce Yaratıcı dan kaleminize güç, sağlık dilerim.
MEHMET ÇOBAN
Başından itibaren okuyabilir, dinleyebilirsiniz.
Yaklaşık 20 sunumu bulacak inşaallah..
Tekrar teşekkürler