- 612 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MankO
Uyarı: Aşırı derecede iğrençlik barındırmaktadır. İnsan melaikesini kaybetmiş, hayvanlaşmış ruhların azabından ve şerrinden O’na sığınaraktan...
Özlemeyi anlıyorum, ama özlemin yakıcılığını pek anlamış değilim. Paran yoksa ekmeyi bile askıda almak için sıraya girersin. Tabi insaflı fırınlar ve fırıncılar kalmışsa ülkende!
Param yok, ama ekmek almak için değil, sevdiğim kadını aramak için. Doya doya en azından sesini duyabilmek istiyorum ancak dert etmiyorum şimdilik bunu ve kenara çekiyorum kaşlarımı. Çatık kaş dedikleri gerçek ile burun buruna yaşamak ilginç. Tavsiye ediyorum, sevdiğinizin burnunun içini yalayın. Bütün zevkleri almadan gitmeyin öteki dünyaya. Ölmek mi? Komik, herkes her gün kaç kez öldüğünü söylüyor, ama ölmüyor.
Ama ona inanabilirdim, M.’ye! Biz bir isim koyalım M.’ye, yoksa gıcık olacağım yazının sonuna kadar böyle bir büyük m ve yanında ufacık nokta ile devam etmeye. Manko hoş, M.’ye Manko diyebilirim rahatça. Duysa, rahatsız olmaz herhalde.
Manko öldüm demişti geçende. Geçen gün onu gördüğümde, dağılmış kahverengi saçları, uzun takma kirpiklerinin arasında sıkışan gözyaşları ile anlatıyordu durmadan. Anlatıyordu, anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki, kendi şeylerimden utanıyordum. Uzun yıllar önce beraber on beş ay beraber kalmıştık. O zamanlarda kendisine o kadar çok alışmıştım ki, farklı şehirlerde yaşamaya başladıktan sonra dahi iki sene boyunca sıkı muhabbetimizi devam ettirmiştik. Her şey bağlantımızı kaybettiğimiz 1993 yılına kadar gidiyor. Beş sene sonra onunla karşılaşmamız, önceden ayarlanmış bir yemek suretiyle olmuştu.
Kaşarlı alabalığın kokusunu alabiliyordum. Onu bekliyordum, Manko’yu. Gecikmişti. Eskiden de böyle geç kalırdı. Maltepe’den ciğerlerime çektiğim on birinci nefes, izmarit oluşumunu tetikleyen bir sürece kendimi atmıştı. İlkokul’da ki pısırık varlığımı anımsadım bir an. Kendimi arkadaşlarıma kanıtlamak ve benimde onlardan farkımın olmadığını göstermek için, çöp kutusu içindeki boş kola kutusunu çıkartacaktım. Çöp kutusunun içinden normal koşullarda çıkartamayacağımı anlayınca, çöp kutusunu yatırıp yere, kutunun içine girip, kola kutusunu çıkardım. Başarmıştım, ancak beklediğim saygıyı görememiştim. Yanımdaki arkadaşlar beni tebrik etmeleri bir yana, ‘ıyy, pissin sen, iğrençsin, çöpsün sen artık’ diye kötülemeye başlamışlardı. O günden bu yana bir daha çöp kutusuna girmesem de, pek çok farklı yerlerde girip, çıkmıştım.
Maltepe’nin yenisini yakmak üzere iken, uzun kahverengi saçlarıyla güzel giyinmiş bir bayan masanın karşısında durmuş, bana bakınıyordu. Gegen die tisch, masaya karşı uzanan ellerindeki ışıltı gözlerimi yoruyordu. Tırnaklarının üzerine sürülmüş beyaz ojelerin kattığı fon ise başka bir âlemdi. Başımı kaldırmamam gerekiyordu, kaldırmamalıydım lanet olası kafamı. Ancak kaldırmıştım. Bir şey, her şeyi yok etmek üzereydi. Yıllardır görmediğim, bağlantımızı kaybettiğimiz gençlik yıllarımın dostu Manko karşımdaydı. ‘Merhaba dostum’ derken, sesinin tizliğini engelleyeme çalışması karşısında midem bulanıyordu. Telefonda buluşmak için açtığında ise, farklı gelmişti sesi, ancak hastadır ya da başka bir neden dahi bulmadan kafamda, garipsememi kısa tutmuştum.
Emerek içtiğim sigaramı çiğnemeye başlamıştım. Gençlik arkadaşım, bir kadın olarak karşımdaydı. Kennedy cinayetinde kurbanlardan biriydim, ancak kimse bilmiyordu. CIA uyuyordu. MİT’in umurunda bile değildik zaten! Soğuk savaş da bitmişti ve iki milyondan fazla ölü bırakmış Vietnam dehşetinde yanan kız çocuklarından biri bendim sanırım.
‘Biliyorum, ne olur sen sus, bir şey söyleme! Ben sana her şeyi anlatacağım Haklı bulmanı da istemiyorum. Hak vermeni beklemiyorum zaten ama beni yargılamadan önce, dinle. Ne olur dinle’ derken, gözlerimde eriyen erkekliğinin ardınca, kadınsal bir naz çekiyordu sesinin titrekliğiyle.
‘Kütahya’da iken bir kız vardı. İsmi Dilara’ydı. Sana bahsetmiştim kendisinden ama detaya hiç girmemiştim. Gençlik tabi, beraber çeşitli spor aktivelerine katılıp, enerjimizi atıyorduk. ‘
Manko! Sakalları da yok. Yüzü bir kadın gibi parlıyor. Şeftali tüyünün olmayışı, kullandığı ilaçlar olmalı. Oysa beraber kaldığımız zamanlar çıkan sakallarıyla nasıl da gurur duyuyordu. Ona özenip, sakallarım daha gür çıksın diye ben de tıraş ediyorum yüzümü.
‘Bisiklet sürüyorduk, kimi zaman salonlara gidip, dövüş sanatı öğreniyorduk ama en çok vakit harcadığımız şey, bisikletti. Fransa’da oturan amcam Türkiye’ye geleceği zaman bana bisiklet alıp gelmişti hatta. Dilara’nın babası varlıklıydı, kızına bir yolunu bulup, İstanbul’dan özel ayarladığı bir adamla kızına bisiklet almıştı. Beraber çılgınlar gibi vakit geçiriyorduk. O benim ilk kızımdı. İlk ve son!’
Gözlerinden akan yaşların manasını anlayamıyordum. Toprak tabak üzerinde gelen kaşarlı alabalıktan onun yemesi imkânsız gibiydi. Gözlerini silmesi için ona peçeteyi uzatmadan önce çok düşünmüştüm. Ama acımaya başlamıştım bile!
‘Sağ olasın, çok sağ ol. Kusura bakma, senden binlerce kez özür diliyorum. Yıllardır bu anı yaşamadan önce defalarca intihar etmeyi dahi düşündüm. Senin karşına dostunun, dönme olarak çıkmasını inan kaldıramıyordum. Bunu sana yaşatmaya hakkım yoktu.’
Ağlıyordu. Yeni peçeteler yoldaydı. Eline değmemek için, peçetenin büyük kısmını elimden sarkıtıp, ona doğru uzatmıştım.
‘Senin çok iyi insan olduğunu biliyorum, neyse, kızma bana ne olur. Tamam, geçti ağlamam. Anlatıyorum, evet. Nerede kalmıştım, hah, evet… Dilara ile İstanbul’a taşınmıştık. O çalışmaya başlamıştı bir şirkette. Yüksek de maaşı vardı, gayet iyiydi başta her şey. Ben de bildiğin gibi en sevdiğim işi yapmaya devam ediyordum. Tamirat işini büyütmek istiyordum, küçük bir dükkânda olsa açmak istiyordum. Televizyon, radyo, buzdolabı, çamaşır makinesi… Her şeyi tamir edebilirdim, sende bunu çok iyi biliyordun. Hatırladın değil mi benim o yeteneğimi canım?’
Canım demese iyi olurdu, ancak demişti bir kere. ‘Evet’ mahiyetinde kafamı sallamıştım. Memnun olmuştu. En azından vücut dilimle de olsa, onu dışlamamam hoşuna gitmişti. Canım demese daha iyi hissedecektim yine de kendimi.
‘Dilara işe başladıktan birkaç ay sonra, normalde altı gibi evde olurken, bu süre gece yarılarına kadar çıkmaya başlamıştı. İlk başlarda yoğun tempoda çalışmaları olduğunu düşündüğümden, aklımdan kötü bir şey dahi geçirmiyordum. Ancak bir gece ben eve dönerken, sokağın başında beyaz bir Mercedes içinden Dilara ile bir adamın çıktığını gördüm. Dilara’nın adamın dudağından öpüşünü görünce, yıkılmıştım. Kimi zaman düşünüyordum ki, ben Dilara’yı aldatabilirim. Ama Dilara’nın böyle bir şey yapacağı aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Eve girince, bir süre dışarıda bekledim. Sonra ben de eve girdim. Nerdesin diye ona sorduğumda, yanıt olarak iş uzadı dedi normal olarak. Birkaç defa daha sorunca, gözlerime bakma ihtiyacı duydu bir an için nedense ve gerçeği bildiğimi gören gözleri, bir an için korksa da, sonra itiraf etmeye başladı her şeyi. İşe başladığı ilk haftadan beri, Patronu İnan Bey ile seviyeli bir ilişkisinin olduğunu söylüyordu. Deliye dönmüştüm. Her şey bir yana, beni neden aldatma ihtiyacı duymuştu, bilemiyordum. Dilara ile hayatımın bittiğini düşündüğüm an, ne yapacağımı bilemez halde, koltuğa yığılmış ve ağlamaya başlamıştım. Dile kolay, üç yılımızı beraber geçirmiştik ve inanır mısın, hiç kavga dahi etmemiştik.’
Ne ben ne de o kaşarlı balıktan bir çatal dahi almamıştık. Çatalı eline alıp, balığa batırırken ‘sen kimi bekliyordum, kim geldi karşına’ diye mırıldanır gibi konuşuyordu. Bir bardak suyu da kafasına bir dikişte içtikten sonra, devam etti anlatmaya.
‘Ne yapacağımı bilmiyordum. Dilara iki sonra patronu İnan beyin evine taşınacağını söylemişti.. Oturduğumuz evin kirasını sağda solda ufak tamiratlar yaparak ödemem imkânsızdı. Birkaç gün kiralık dükkân arasam da, bir türlü istediğim fiyata bir yer bulamıyordum. Sonra oturduğum eve yakın kahveci Fırat diye biri vardı, Arap Niyazi diye bir adamdan bahsetmişti. Ona gidersem, istediğim parayı verebileceğini ve gerçekten iyi bir insan olduğunu söylemişti. İnanmıştım. İşimi yapmalıydım. Arap Niyazi gerçekten iyi bir insana benziyordu. Yedek parça, oto tamirat hanesi vardı. Ofisinde çay içtikten sonra, nargilesini bir yandan tüttürüp, bir yandan da bana bakıyordu. Burada çalışmaz mısın diye teklif sunuyordu bana, ancak arabalar konusunda bilgim olmadığını, daha çok ev eşyaları konusunda bilgimin olduğunu söylemiştim. Ancak ısrar edince, öğrenmem içinde işi, üç hafta zaman verince, içten içe sevinmiştim. Haftalığı ilk haftadan verecekti. İyi birisiydi Arap Niyazi. Ta ki o güne kadar, ben öyle zannediyordum.’
‘Nasıl?’ demiştim istemeden de olsa. Yeniden bir Maltepe’yi yakıp, susmalıydım.
‘Puştun, pezevenkin, Allahsızın tekiymiş göt Niyazi! Arap Niyazi lakabıyla tanınması, ailesinin hamamcı olmasından kaynaklanıyormuş. O gün onun yanına geldiğim ilk anda, dikkatini çekmişim şerefsizin. Erkek seviyormuş o. Çocuğu. İşe başladıktan sonra, her şey o kadar güzel gidiyordu ki, dünyada yaşamanın gerçekten kolay ve güzel olduğuna dair hayallerim artmaya başlamıştı. Tüm siyasi başarısızlıklar, gazetede okuduğum enflasyon haberleri, darbe sonrası memleket halleri… Hepsi aslında güzel bir dünyanın olmaması için sebep olamazdı. Bir gün eve döneceğim saat gelmeden, Arap Niyazi, yani patronumuz akşam yemeğini hep beraber tamirat hanede yememiz konusunda ısrarlı bir istekte bulunmuştu. Kabul etmiştim. Hem eve gidip, yemek yapma derdinde de kurtulmuş olurdum. Yemeğimizi bir güzel yiyip, içtikten sonra, çaylarda söylenmiş, afiyetle de çayları içmeye başlamıştık. Ve ben çayımı da bitirdikten sonra, gitmek için ayağa kalkmıştım. Arap Niyazi daha erken, gitme gibilerinden söylense de, yorgun olduğumu, gidip eve dinlensem iyi olacağını söylüyordum. Diğer çalışanlarda hallerinden memnunlardı ve hiçbirinin sanki evlerine gitmeye istekleri yok gibiydi. Ayağa kalktığım an, selam verdikten sonra, tam arkamı dönüp gidecekken, sert bir şeyle kafama vurulduğunu hissettim. Bu his saniye bile değildi ve kanlar içinde bayılmıştım. O gece geç saatlere kadar tamirat hanede Arap Niyazı ve diğer çalışanlar tarafından defalarca tecavüze uğradım. Sabah uyanmak istediğimde, gözlerimi zorla açmak istiyordum, ama imkânsız gibi bir şeydi gözlerimi açmak. Her tarafım çöplüktü. Allahsız adamlar işlerini bitirdikten sonra, bu çöplüğe beni atmışlardı. Ancak doğrulmak için hareket dahi edemiyordum. Kıçımın yırtıldığını biliyordum ve o kadar çöpün içinde yine de kendi kurumuş kanımın kokusunu alabiliyordum. Hem başım parçalanmıştı hem de kıçım.’
Dehşetle Manko’nun anlattıklarını dinliyordum. Değil kaşarlı alabalık, önümde su dahi görmek istemiyordum. Sigarayı çiğneme aşamasını geçmiş, yiyor gibiydim.
‘Sonra diyeceksin tabi canım arkadaşım, sonra ne oldu. Bütün gururumu yitirmiş gibi hissediyordum. İlk iki hafta başımdaki ve kıçımdaki o yırtıklarla hastanede kaldığım zaman, hayatımın belki de en kötü günlerindendi. Çöpçüler bulup, ambulans çağırmışlardı. Allah onlardan razı olsun. Hastanede iki hafta yattıktan sonra, sigortamda olmadığı için para istiyorlardı. Bu seferde, anlamsız bir şekilde hastanede rehin olarak tutuluyordum. Zaten yüz üstü yatıyordum ve büyük tuvaletimi bir boru yardımıyla yapabiliyordum. Biraz daha iyileşmişken, başhekimin beni görmek için yanıma kadar geldiğini hemşireler söyledi. Uyuyormuşum o geldiği an. Tekrar geldiğinde, niyetini açık açık belli etmişti ve eğer para vermezsem, rehin süremin de uzatılacağını, hapse gidebileceğimi söylüyordu. Hapse gidemezdim, hastanede de artık kalamazdım. Duygu ve düşüncelerim o kadar alt üst olmuştu ki, bu süreçte hemşirelerin bana ağladıklarını dahi görüyordum. Ve o gün gelip çattığında, kendimi en büyük düşmanını öldüren bir asker olarak hissediyordum. Rehin olduğum odanın koridorunda büyük zaferi yerine getiriyordum ve hemşire odasından aşırdığım neşter ile erkeklik organımı kesmiştim. Bu zafer öncesi içtiğim sıvı narkozu o kadar çok abartmışım ki, üç hafta boyunca narkozun etkisinden kurtulamamışım. Uyandıktan sonra garip bir şekilde elimi götürdüğüm ilk yer orası olmuştu ve zaferin kesin sonucu belli olmuştu. Başhekim bana o kadar sinirlenmiş ki, kestiğim erkeklik organımı ameliyathaneye gelmesini dahi istememiş ve benim kökten bir ameliyat ile kadınlaştırılacağım soğuk ameliyathane odasına yalnız kendisi ve başka bir cerrahi uzman doktoru ile girip, işi bitirmişler. Hemşire ürkek ürkek bunları anlatırken, aslında nasıl böyle duruma düştüm diye sorgulamalara başlayacaktım ki, vazgeçtim. Rehin parasını da istememek üzere, bir hafta sonra hastaneden çıkışım verilmişti ve artık yeni bir hayata başlıyordum.’
İçim bir garip olmuştu. Bir erkeğin başına gelen böyle bir talihsiz olay karşısında dumura uğramıştım. Nefret ediyordum o an hayattan, insanlardan.
‘Arap Niyazi puştuna cezasını verdim ilk olarak o yeni hayatımda. Meyhane çıkışı tam evine girerken arkasından kafasına büyük bir taşla vurdum. Benim yaşadıklarımı yaşamasını o kadar çok istiyordum ki, onu alıp, kaldığım baraka eve götürdüm. Şans eseri evi yakındı baraka evime. Sabah uyandığında karşısında beni görünce, küçük bir çocuk gibi sızlamaya, yalvarmaya başladı. O gün sesini duyduğum son gündü ve öldürdüm onu. Geceleyin sobada yaktığım, ne kömür ne de odundu. Arap Niyazi’den başkası değildi.’
Artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Yüksek sesle ‘sus, yeter, Allah aşkına anlatma, yeter’ dediğim an, bir an kendini geriye doğru çekip, sandalyede belini doğrultarak, pencereden dışarı bakınmaya başladı. İnsanlar bana bakıyordu, ancak umarsızdım artık. ‘Benden ne istiyorsun, lanet olsun ne?’ diye haykırırken, Manko’nun yüzünde eskiden kahvaltı hazırlamam için ricada bulunduğu tebessüm belirivermişti. Ancak bu sefer kahvaltı hazırlamamı istemiyordu.
‘Seni istiyorum, seni!’ Uzun süre sevdiğim kadını düşündüm. Bir saat, iki saat, üç saat… Bilmiyorum, saat tutmadım ama asırlık bir özlemi bırakan kendisine teşekkür edeyim derken, böyle bir öykü yazdım. Bazen dindirmek için kederleri, dış hatlara yolculuk etmek iyi gelir ruha.
Kendimi ve öykümü taşlayabilirim artık rahatça.
YORUMLAR
şaşırtıcı bir buluşma...ama yazarım baştan uyardığı için hazırlıklı idik...bir de bu manko ki man kafalık etmiş tabiri caizse (affına sığınarak )dilara ile yaşadığından tut hastane olayına kadar yanlış kararlar...kira ödeyemiyorsan evden çık hastane paran yoksa hapse gir...izzetle ölmeyi zilletle yaşamaya tercih et...ama masal bu ya;)sağ duyulu olmak herkesin harcı değil...
yazarımın yazma yetisine her vakit şapka çıkararak selamlar...
Üüüü..nerden nerelere geldik.Kaşarlı alabalıktan Niyaziye kadar tanıdıklarla karşılaştık.
Biliyormusunuz Değerli Hakkınsesi ben küçükken büyümekten korkardım.Sırf ciddiyet yüzünden. Büyüklerim hep ciddi memleket meselelerinden konuşurdu yanımızda.Ben de elemle düşünürdüm "büyüyünce bu kadar ciddi meseleyi nerden bulacam" diye. Adamlar daima "Demirel,Türkeş,Örfi İdare,Umum Müdürlük,soruşturma,Reisi Cumhur,Senato derlerdi.
Biraz daha büyüyünce yani hizmet erbabı olup çayları doldurmaya masayı hazırlamaya başlayınca daha yakın temaslar kurdum büüyüklerimle.
Ya adamlar sırf geyik yaparmış meğer.
Yaptıkları yaramazlıklar cabası.
Hayat güzeldir her halükarda.
İçini doldurnak zor olsa da.
Selam ve muhabbetle.