- 577 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bazen kendimizi bir kanyonun tam da ortasında hissederiz… 1
Geçmiş sevdaların izleri yüzlerde çizgilerle kalır...
Belki de bir yaşamın karalıklarda kalan öyküsüydü bu yazmalar ki…
Bir başka günde, bir başka yerde, belkisiz bir karşılaşma olacaktır sanırım...
Umulmazı yaşamamızdı belki de kaderimiz…
Yaşamdı aslında belkisiz hep yükseklerden düşmemiz ve düştüğümüz de sadece arkaya bakmalarımızla geçiştirdiğimiz…
İsimlerimizin salâlarla okunmasının gerçek olduğu bir yaşamda, kendimizi çoğu zaman umarsız ve de korkmuş buluruz…
Kaç kere sen benimsin diyebildik, ilk kez cidden sen benimsin dediğimize, aslında inkârcılık değildi bu biraz bu biraz kendine güven, biraz da benimsin dediğimize güvenmemiz, inanmamızdı…
Aslında hangi dar zamanımdı seni sevmelere başlayışım?
Kaç ilmekli urgan vardı boynumda ki ben seni sevmelere gelişim bilmez misin, sevgili?
Sonsuza uzayan ağlayışların yok muydu ki ben seni sevmelere başlayışım zamanlarında?
Biz hiçbirimizi bollukların içinde sevebildik mi, hep ağlayışlarımız eşlik etmedi mi bu sevdaya, hiç gülmelerimiz karıştı mı bu sevgiye, şimdilerde sonsuza uzayacak ağlayışlar dediğimiz zamanlar, o zamanlarda, ilk aşık olduğumuz zamanlarda, başlamadı mı?
Geceye bakar gözleri, uçurumun yanı başındadır, hasreti diplemiştir yüreği, yutkunmuştur damakları kuruyasıya kadar, saklanmıştır kendi sesinin titreyişlerine, kendine yalvarmıştır uzak olsun acılardan diye, can demiştir can olmuştur düşlerine...
Geç kalınmış sevdalardı hep yaşadığımız çoğu zaman ki hep yorgun düşlere ulaşırdı zamanda...
Çoğu zaman çocuksu düşler yaşardık gözü kapalı sevinçlerle, çoğu zaman da acıya dönüşürdü bu düşler, şaşar kalırdık aşka, çoğu zaman da çaresiz kalırdık bu aşkla...
Duvar ve ötesi, duvar ve öncesi ve engellemesi, hep bu heyecanlarımın bittiği sen gölgesi, hep çarptığım duvar öncesi, hep düştüğüm senden sonrası, oysa ben ateşlere düşerek nefes aldıkça koşardım sana, oysa ben yıldırımlardan sonra ulaşırdım sana, oysa ben kendi kendime ördüğüm imkânsız duvarlarından atlayarak düşerdim gölgenin üstüne, hiçbir duvar kesemez hızımı, sana koşmaktan…
Eğrelti bu hayat sevgili eğrelti, bir de sen eğreltiymişsin ki geç ve imkânsız kaldım seni tutmaya...
Koşmalarımdan, derken ihanet duvarına çarptım ve sadece şaşkın baktım ardından…
Sadece bakakaldım ihanetin ardından ve bir kez daha kendime düştüm, kendi duvarımdan…
Oysa aşk lâl olmuştu,
bakışların ardına saklanan benliklere,
susma hakkını kullanıyordu,
sadece çenesi titriyordu,
sadece bakışları ile konuşuyor,
sevginin mahkûmu olduğunu söylemek istiyordu,
bir tek bakışa bir ömür vermişti
ve sonsuza adamıştı kendini sevdiğine,
kendi gibi bildiğine...
"Ben seni şımarasın diye çok sevmiştim, çok şımarasın diye daha daha çok sevdim"
’Küçük yalanlar olsa bile söyle bana şımarmak istiyorum senle,” derken, bense sadece seni daha çok sevmenin yollarını arıyordum…
Güneşe dik gözlerini, donmuş göz diplerin ısınsın, sonra beni düşün, sonra güzel günlerimizi düşün, sonra acıdan sıkıntıdan uzak günlerimizi düşün ki soğumuş yüreğin ısınsın, sana yalvarma değil bu yazmalar, sadece güzel günlerin saygısına bu söylemler sevgili…
İstersen git, bir gün geri gelmeyi düşünüyorsan ki o zaman hiç uğraşıp gitme, otur oturduğun yerde, ben mi, beni boş ver hiç aramasan da olur, sen nasıl olsa gitmeyi kafana koymuşsun, şarkımız mı onu da boş ver, zaten dinlemiyorum ki demek isterdim sana onca yıl önce ama olamadı...
Uzakta kalan geçmişi, yakın zamana sürükleyerek tükenmezliğe ulaştırıyordu hisleri, bazen yakından, bazen uzaktan sesler çıkararak, hayatın demlerini haykırıyordu...
Bedenlerine sığmadıkları çok yaz geçirdiler, en sonunda da toprağa sığamadılar...
Hayatımızdaki adımların küçüklüğü çoğu zaman son nefese uzayan bedel ödemeleriydi...
İşte hızlı koşuşturmalardan sonra, son nefese uzayacak özgürlüktü bu aslında son nefese uzayacak sevmek dediğimiz...
Artık ağlamıyorum, yeryüzüne düşürdüğüm gözyaşlarımdan utanıyorum, kim bilir kaç yağmur mevsimi zamanı geçti üstünde yağmurlarla, oysa kaybolmadı düşürdüklerim, sadece izlerine bakıyorum bu günlerde, oysa yüreğimin ıslaklığıyla içim dışlanıyor, senin için ağladığım zamanlar çok uzakta kaldı ama hâlâ süpürüyorum yolları... Ne olmuş ki binlerce avuç gözyaşım da sana hediyem olsa...
Ve derki yüreği, sabrettikçe hayallerim büyüdü, büyüdükçe hayal kırıklıklarım büyüdü, en sonunda ben büzüştüm de hayallerim küçüldü, meğer küçülen hayaller korkuturmuş insanı...
Güneş’i gördü çocuklar, soğuk dağlar tutuşmuş umutlarla, kurtuluşa koşmuş ümitler yalnız ve bitap, kar düşmüş omuzlara, bakışlar donmuş geleceğe...
Aslında tam da hüsrana uğradığımız an sokağın sonunda karanlığın bastığı andaki yalnızlık korkusu bir türlü sonlandıramamışlıktır, yıllar ve de yılları ardımızda bıraktıkça…
Parmak izlerimizi bir pencereden sokaklardaki yalnızlıkları görünce, gözümüzün önündeki camdaki iz düşümlerine bakarız, parmaklarımızın bıraktığı lekelerin…
Aslında sokağın sonundaki şüpheci benliklerimizden korkarız, korktukça derinlere düşeriz yükseklerden…
Aslında o anlarda başlar çaresizliklerimiz, aslında o anlarda ararız geriye dönüp geçmişin kanyonlarında kaybettiğimiz “sen benimsin” dediğimizi…
Sokağın sonudur arda kalan yaşamın devamı ve sokak bitimindeki evdir içinde saklanıp, gizlenip, yorganı başımızın üstünden çekip, karanlığa açmaktır gözlerimizi korkudan…
Karanlıkta bir kanyonun içine sakladığımız bedenin nefes almalardaki hissettiğimiz kekremsi kokulardır düştüğümüzü, boşlukta sarsıldığımızı bize hatırlatan…
Belki de bir yolculuktur bu yaşamımızın aşağı, yukarı düşüp çıkması… Sadece acılarının kendimizin çektiği, kimseye derman için avuç açmadığımız onurlu duruşun ardında kalmaktır şüphesiz bunlar…
“Sen benimsin” derken sahiplenmenin kutsallığını ve de sorumluluğunu belki de hissedemedik çoğu zaman, aslında bu cümle hep iki kişi arasında söylenir ve iz bırakırdı…
İşte bu anlardır aslında kendimizi bir kanyonun tam da ortasında hissedişimiz ve en çok korktuğumuzdur “sen benimsin” deyişimizden. Çünkü kaybetme korkuları hiç hesapsızca başlar ardından bizi içine çekerek…
İşte tam o anlarda çocuklaşırız ve tam da o zamanlarda “ben en çok sana ağladım yar” deriz.
Kendimizi her ne kadar çocuk sansak da korkular bastırır geçmişin penceresine yapıştırarak insanı…
Çoğu zaman unutkanızdır aslında hayata veya sevgiye dair baskınlığı öne çıkmış cümlelere çoğu zaman yükseklerden atlar gibi düşünce anlarız o ağırlıklı cümlelerin önemini…
Neler duymamış ve neler söylememişizdir fısıltılarla sevginin kutsallığına dahil, sevmemizin büyüklüğüne dahil ve sonsuza uzayacak sevginin içinde var kalacağımıza dahil…
Şimdilerde geride kalmış onca yılın bedenimdeki tahribatlarını gelecek bunca yıllara onararak nasıl taşıyacak bedenim?
Ruhsal bir dağınıklığın ardına saklanan bedenim, yılların utangaçlıkları arasında kalan kendime yabancılaşmalarımı nasıl aktaracağım yeni yeni zamanlara…
Aslında bir bunalmışlık bu yaşamda ama asla vazgeçmek değildi hayattan, gizli kalmış yeni sevdaların peydahlanması bile kuşkulu bir yaşamın içinde buluyordu kendini…
Zedelenmiş ve tahrip olmuş güven duygularının onarımı da benim elimde olmayan bir olguydu…
Şüphecilik ve güvensizlik, hayatın belki de nirengi noktasını çarpıtırdı ama elbet güvenilecek yaşamlar da vardı, özel duyguların içinde…
Ateşe bakıp yüzümün yanmasına uzayan bir bekleyişin ardına sığınan düşüncelerin açığa çıkması gibi bir zaman kesitiydi bu düşleme zamanım…
Bitmişlik ve öz güven duygularının üst üste yapışıp üstünlük sağlama zamanlarıydı belki de bunların toplamı…
Merhaba sevgili, adettendir iyi seneler demek, bense sadece zamanın içinde kaybolmanı diledim şimdilerde...
Unutulmuşluğun acısını çekmen, şüphesiz unutturmaya çalıştığın keyiften çok farklıdır, merhaba sevgili, uzaksın bir o kadar da uzak kalman dileğimle... Siyah zamanlara ulaşman da pek keyifli bir şey olmasa gerek...
Hayatta yazılamayan cümlelerin olduğunu biliyordum ama siyah zamanlar kadar güç olacağını bilmiyordum...
Aslında bunların tümü riyanın getirdiği derin bir obruk çukurunda telaşla dolanmalardı, şüphesiz suçladığımız çok olay vardı ama bunun arkasında kalan daima tek kişi vardı o da aslında en çok sevdiğimiz ve sen benimsin dediğimizdi…
Kaybolmamış duyguların arkasına sığındığımız bu cümle aslında belki de bizi hayata tutandı ve ve değişime uğrayarak sen benimdin şekline dönüşürken bile gücünden bir şey kaybetmiyordu…
Bir kemanın telleri arasından kemanın yayına yapışarak fırlayan iç seslerimiz gibi birçok şarkının tınısında buluruz kendimizi çoğu zaman yana yakıla başımızı sağa sola ahenkle sallandırırken ve yine de pişmanlıklar o tınıların içine gizlenir, “sen benimdin” derken cama vuran bir beyaz güvercinin sersemleştiği bakışları taşırdı bedenimiz…
Tek düşüncem bu cümlenin içine sığınan isteklerle, baş edebilmemdi. Sorusuz, sorgusuz ve de imkânsız istekler olamıyordu hiç, sadece belimizi büken düşünce zincirlerinden kurtuluş çaresizliğimizdi, belimizde ağırlık olan...
Biz geçmiş sevdaların izlerini yüzlerimizde çizgilerle geçmişten bu günlere taşırken, geçmişten bu güne, acıları içinde saklayan sadece şaşkınlığımızdaki, hayal kırıklarıdır elimizde kalan…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
"belkisiz bir karşılaşma olacaktır sanırım..." yol ayrımındaki firak mı vuslat mı?
"Eğrelti bu hayat sevgili eğrelti, bir de sen eğreltiymişsin ki geç ve imkânsız kaldım seni tutmaya.."
imkansız, yüzüne sürdüğün acı.
"Hayatımızdaki adımların küçüklüğü çoğu zaman son nefese uzayan bedel ödemeleriydi..."
hayal oldu hayat..