- 422 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Denememeler-4
Noksanın (yok)tan doğuşu
İnsan nasılda mutlu oluyor, bir yer de, o yer neresi olduğu meknun; sohbet ehlinden birini bulmak ve onunla fikrin zikrini yapmak!
Maalesef, noksan (yok)tan doğuşunu kâvî şems nikâbının. Bunlardan ziyade, insan yukarıyı görme hastası, aşağısından ders alamama budalası!
Bizden daha kötüsünü gördüğümüzde garip bir his içimize doğuyor. Noksanın ‘yok’tan doğuşuna teveccüh edercesine, karmaşanın kriptosuz hengâmesi aynı iskân dâhilinde, fikri zikreden de yok, zikre ahdetmiş fanide!
Çöken bina içinde, infilak sebebi olduğuna çoktan zî-şuur olarak tabi olduğumuz kolonlara tutunma peşindeyiz. Meknun, dehr içinde bitevî namümkün ve mücerred! Garip olan, garbın nemekîn sıfatı.
‘İnnel insane lefiy husr. ‘
…boşuna itiraf etmiyoruz, kendi ahvalimizi!
Anne, bana hatırlat!
Ah şu anneler! Nasılda gıcık etmişlerdir küçükken bizleri. Hatta yaşayan validelerimizin birçoğu şimdi bile bu gıcık hali devam ettirmekteler. İlla ki nasihat vereceğiz ya da hatırlatacağız diye, ellerinden gelen tüm çabayı gösterirler. ‘Yavrum ona dokunma cız, oğlum vurma arkadaşına, kızım tırmalama arkadaşının suratını, duvara kalemle yazmayın bir daha, derslerini iyi çalış, sıkı giyin, cüzdanını unutma, atkını al, şalını tak, pantolonun altından bir şey giy, arabayı hızlı kullanma, çocuğuna öyle davranma…’ gibi bir sürü örnek verebiliriz sanrım anneler için. Ve anneler hatırlattıkça, biz aslında kendi romanımızı yaşamakta eksik, gedik pek çok aksak halden kurtulmuş oluruz.
Kısacası her birimiz bir anne karnında bu dünyaya geldikten sonra, var olan annelerin hatırlatmaları ile yaşamaya devam ettik. Çünkü anneler, gerçek sanatkârın en mühim verilmiş yaratılanlarındandır! Eminim ki bilmeseler de dünya mecrası içerisinde büyük fırtınalar kopartan sanat mecmuasını, onlar yaşama sanatının en usta oyuncalarındandırlar.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı daha haklı bulmaya başladım bu yüzden:
-En güzel romanı kendi göz kapaklarımızın arkasında geçmiş günlerimizden birisini yahut birçoğunu kendisinde toplayan bir hayalini seyrederken yazıyoruz. ‘Hatırlatma, bütün sanatların galiba anası!’
Kaleminin ucu körelmiş evladım. Mabede gir ve çileyle tıraş eyle zihnini!
Oku’mayın’
Garip bir tezahür, okumayın derken, mayınlı bir arazi içerisinde okunacak bir şeyler arar gibi oldum. Oysa okumamak yaşatıyordu insanı. Yazmamak da vesika olunacak bir tarihi, yitikleştiriyordu. Ama okumak, olmak demek, filizlenmemek belki, belki de meyve dahi vermemek; ama olgunlaşmak demek! Okumayınlar arasında milyarlarca veyl meknun! Düşmek, kalmak demek değil, kalkmak için çaba göstermek demek! Okumakta, mayınlar arasında gerçeği öğrenme hissiyle yanıp, tutuşmak! Düşmeden, kalkmayı öğrendim demek, bir filize destek olması için iple bağlanıp, toprağa gömülmüş tahta parçasına benzer.
İnsan oku’mayın’ı dahi okumalı! Ancak okumuş, oku’malı eblehler çok iken, insan olgunlaşmak isterken, ölmeyi seçtiğini fark edemiyor. Oysa olmaktan ziyade, ölmeye daha meyilli okumak.
O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir. Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder. Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.
Asla kendini yeterli görmeyeceksin! İnsan sonsuza talip iken, nasıl olur da bir insan bir başka insan üzerinde kendini yeterli görebilir? Ya da insan kendine yetebileceğini tam olarak düşünebilir?
Okumak, yalnız kendin için, edilgen bir faaliyetin etken öznesi insana verilmiş nimet! Hiçbir şeyi açıklamak lüzumu görmeden, anlamak için okumak… Sanırım biz okumalarımızı, bir başkasının sinir mayınlarını patlatmak için yapıyoruz.
Bizim okumalarımız bu yüzden oku’mayın’lara dönüyor. O kadar çok ihtiyaç duyarken, bu güzellikten dahi mahrum kalmak? Kendimizi buna mahkûm kılmak?
Akıllarımız pille mi çalışıyor diye hayret ediyorum kimi zaman!
Zıt(kıt)lık
Zıtlıklar içerisinde yaşarken, kendi zıtlığımızın kıtlığı içerisinde olduğumuz, daha doğrusu kalakaldığımız için yaşamakta artık zorlanıyoruz. Zıtlığı kıt olan dünyada, herkes birbirine benzemekte! Sıra dışı olmak için, sıradanlığa yönelen, kendi zenginliğinin kıtlık çeken yok sanlarıyız. Sunumlarımız bile, kuduz bir sıra dışılığın sıralı delik deşik edilmiş hayranlığı.
Dualarımız bile artık aynılaştı. Eskiden de aynıydık, ancak zıt olmanın zenginliğinde, bir ‘cenneti’ dosdoğru isteyebiliyorduk!
Peki ya bu ‘eski’ ne zaman? Dün, geçen ay, geçen yıl, geçen yüzyıl?
Biz sahi, farklı binlerce deneme oyuncusu, aynı roller için binlerce yıl aynı sahneyi paylaşmaktan ne zaman vazgeçeceğiz?
Bugün, eski olduğunda mı?
...