- 1801 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (8)
............. devam ediyor.
MEKKE’Yİ SOSYOLOJİK AÇIDAN ANALİZ (1)
Hz. Muhammed aleyhisselamın Mekke’deki mücadelesinde, toplumu Müslümanlar, Müşrikler açısından incelemek gerekiyor. Şunu unutmayalım ki, mevcut düzene karşı yeni bir inanç ortaya çıktığında, toplumların yeniyi kabul etmeleri değildir. Toplumsal düzene karşı olan düşünceler toplumu yönetenleri, düzenden çıkar sağlayanları etkiler. Yürürlükteki düzenden, siyasi, ekonomik, sosyal çıkar sağlayanlar, mevcut düzende kendilerine göre yer bulmuşlardır. Çıkar sağlayan her grup yıllar içinde kendi varlıklarını, konumlarını toplumlara, ahlaki, örfi, yasal ve bilimsel olarak kabul ettirmişlerdir.
Her toplumun yıllar içinde oluşturduğu ahlaki yapısı vardır. Toplumda doğan, büyüyen, gelişen insanların ahlaki yapıları bireysel olarak bazı farklılıklar taşısa da, genelde toplumsal ahlakın sınırlarında gezinir. Geçmişte ve günümüzde oluşan toplumsal ahlaklar, zamanla örfün, yönetimlerin, siyasi organizasyonların, sınıfsal katmanların hayatına yansır. Mesela, geçmişte hür insanların bazı insanları köle olarak almaları, hatta bunun için başka toplumların hayatlarına saldırmaları ahlaksızlık olarak kabul edilmez. Pazarlarda kadın erkek ayırt etmeksizin, hayvanlar gibi kontrol edilerek satılması da ahlaksızlık olarak kabul edilmez. Zira toplumların oluşturduğu ahlak artık o dönemin insanlığınca kabul edilmiştir. Günümüzde Anadolu erkeklerinin genelevine gitmesi, toplumun genelince ahlaksızlık sayılmaz. Belki marjinal olarak, bireysel tiksintiler veya dini boyutlardaki ahlaki edinimler ile, bu tür ilişkiler ahlaksızlık olarak nitelense de, toplumun geneli bu durumu onaylar. Bugün feminist hareket içindeki kadınlar bile, kadına şiddeti, kadınlara yapılan haksızlıkları, baskıları konuşurken, genelevlerinde, barlarda, pavyonlarda çalıştırılan kadınların haklarını savunmazlar. Hatta bu tür yerlerde kadınların çalıştırılmasına karşı çıkanları suçlarlar. Hâlbuki bu tür yerlerde çalışan insanların oralarda gönül rızasıyla çalıştıklarını bugün hiçbir akıl kabul etmez. Oralardaki insanlar, oralara baskıyla, şiddetle, türlü tezgâhlarla düşürülmüş insanlardır. Ama ne yazık ki toplumsal ahlakta bir erkek, evliyken bir başka kadın bulacağına, böylece eşine, evine ihanet edeceğine, ihtiyaçlarını genelevlerinden karşılayabilir. Bir bakıma bugün toplumun genel ahlak yapısında, genelevleri birçok ailenin sigorta olarak görülürken, evlenecek gençlerin cinsel eğitim yuvası olarak da görülmektedir. Bu tür yapılanmanın oluşturduğu ahlakın anlaşılması insanlık erdemleri, eşitliği, adaleti açısından mümkün değildir.
Hemen her devletin, bugün veya geçmişinde oluşturduğu toplumsal ahlak vardır. Yine her ideolojinin, dinin, felsefi fikirlerin egemen olduğu toplumlarda oluşturdukları toplumsal ahlak vardır. Batıdaki baronların, düklerin oluşturduğu burjuva anlayışı… Kapitalizmin oluşturduğu sermaye sınıfı… Demokrasi düzenlerinin oluşturduğu çıkarcı politikacılar… İşine geldiği gibi haberleri yorumlayan, haber bulamadığı zaman maşa başı haber ve yorumlara sarılan medya grubu… Kendilerini toplumun üzerinde efendi gören akademik, bürokrat insanlar… Fikirleriyle toplumu düzenlediğini, topluma yön verdiğini düşünerek, toplumu kendilerinin kobayları zanneden fikir adamları… Yasayı uygulayan savcıların, hâkimlerin tutum ve davranışları… Ülkemizdeki yöresel töreler… Doğudaki kast sistemleri… Daha sayabileceğimiz bütün toplumsal ayrıntılar ve bu ayrıntılar üzerine oluşan düzenler kendilerine göre bir ahlaki yapı oluşturmuşlardır.
Toplumsal düzenler istikrar içindeyse, mevcut yapılanmayla ilgili toplumsal ahlak edinmişler, bu ahlakı topluma kabul ettirmişlerdir. Böyle bir durumda toplum mevcut yapılanmaya karşı tepkisizdir. Hatta düzene karşı fikir üretenlere, mevcut durumu ahlaki açıdan tartışanlara tepkilidirler. Toplumsal ahlaki yapısını dengeye kavuşturan toplumların, fikir adamları, bilim adamları toplumsal ahlakla ilgili, felsefi, bilimsel mantıksal temeller oluşturmuşlardır. Yani; toplumun mevcut ahlaki yapısının, o çağa ait bilimsel, felsefi yapısı kesinleştirilmiştir. Böylece oluşan toplumsal ahlak, felsefi, bilimsel değerlere göre, ya toplumsal örf, ya da devletin yasaları olarak uygulanmaya başlar.
Onun için mevcut örfe, yasalara, düzene karşı çıkan tüm düşünceler ayrılıkçı, anarşist, bozguncu olarak değerlendirilir. Demiştik ki, toplumsal yapının ahlakından yararlanan gruplar vardır. Bunlar, politikacılar, sermaye, fikir adamları, bürokratlar, akademisyenler ve medyadır. Geçmişte çıkar grupları farklı isimlerle anılmıştır. Mesela Kur’an-da sermaye grupları Karun, fikir ve bilim adamları Haman, yöneticiler de, Firavun, Nemrut isimlendirilmiştir. Krallar, padişahlar, İmparatorlar… Dini kurumlar açısından, batıda hahamlar, rahipler… Müslüman toplumlarda tarikat şeyhleri, mezhep imamları, cemaat önderleri… Uzak doğuda lamalar vs. Etnik köken olarak, üstün ırklar, aşiretler / ağaları, baronlar, dükler, uzak doğudaki kast sistemleri… Sermaye sahipleri, zenginler sınıfı olan sermayedarlar, toprak ağaları veya bugünkü deyimle çiftlik sahipleri… Hemen her toplumda benzer görüntüler sergilerler. Fikir ve bilim adamları; medya grubu, düzenin eğitim kurumlarından çıkan, akademisyenler, bilim adamları, medrese uleması vs. Bütün bu guruplar toplumsal düzenin oluşturduğu ahlaki yapıda kendilerini destekleyen, çıkar üreten, değer yargılarına, örflere, yasalara sahiptirler.
Tam bu tablo oluşmuş, dengeye kavuşturulmuş ikin, bir düşünce, inanç, ideoloji, felsefi akım ortaya çıkıp, toplumsal yapıdaki oluşan dengeyi değiştirecek fikirler ortaya koyuyorsa, düzenden çıkar sağlayan tüm kuruluşları karşısında bulur. Böyle bir durumda bütün çıkarcılar, aralarındaki kavgayı bırakır, tek vücut (millet) olarak karşı saldırıya geçerler. Bugün ülkemizde Kemalizm gruplarının, çıkarlarını sağlayan bir ahlaki yapı oluşturmuştur. Ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk üzerinden oluşturulan ahlaki yapı, toplumsal düzendeki bütün sorunları yaşatır. Kadınlar genelevlerinde satılır. Rüşvet alıp başını gider. Suiistimal, iltimas siyasetin başköşesine oturur. Çalışmadan çıkar sağlayanlar, alın terleriyle emeğini kazananların haklarına saldırır. Toplumda ahlaksızlık her yere girmeye başlar. Beyaz kadın ticareti, beyaz zehir ticareti ilkokullara kadar iner. Hırsızlık toplumda yaygınlaşır. Hırsızların gönderildiği cezaevleri hırsızlık üniversitesi haline getirilir. Bütün bu oluşumlara karşı bu düzen değişmelidir diye bir ses yükselse, Kemalizm, Atatürkçülük, Mustafa Kemal Atatürk çıkar gruplarınca karşınıza dikilir. Sanki bütün bu ahlaksızlıkların, sorunların banisi, koruyucusu Kemalizm, Atatürkçülük, Mustafa Kemal Atatürk gibi gösterilir. Oluşan bu ahlaki yapı ne yazık ki, çıkar sağlayan grupların, medyası, bilim adamları, eğitmenleri, akademisyenleri tarafından topluma toplumsal düzenin ahlaki yapısı olarak dayatılır. Yasa koyucular ve yasa uygulayıcılar el birlik destek verir.
Peki, halk bütün bu gruplar düzenden çıkar sağlarken, toplumsal yapının neresindedir?
Toplumlar incelendiğinde, dünyanın hemen her toplumunda görülecektir ki, halk düzenden çıkar sağlamasa da, düzende sürekli kullanılsa da, hatta sürekli düzende hakları yenilerek mağdur edilse de, mevcut durumu ahlaksızlık olarak değerlendirmez. Günümüzün moda deyimiyle hemen her toplumda “bu düzen böyle gelmiş, böyle gider” mantığında hareket eder.
Mekke toplumu aşiretlerden oluşan, aşiretler içinden seçilen temsilcilerin Dar’un Nedve’de toplanarak yönettiği bir yapıydı. Aşiret içinde zengin olanlar vardı. Ancak aşiretin her ferdi mutlaka zengin değildi. Böylece aşiretlerin kendi içindeki ekonomik farklılıklar bütün topluma yansıyarak, toplumdaki ekonomik farklılıkları oluşturuyordu. Aşirete mensuplar, aşiretten zengin olanlarla aynı soydan olsalar da, zenginlik aralarında paylaştırılmazdı. Diğer taraftan özellikle Habeşistan’dan getirilen siyahî köleler / cariyeler (kadın köleler), toplum nüfusu içinde bir hayli yer tutarken, Mekkeliler onları nüfus sayımlarında saymazlardı. Günümüzde de doğu toplumları içinde, ailelerin erkekleri kız çocuklarını saymıyorlar. Böyle bir mantık nasıl, nereden üretildiyse, kadınları / kızları yok sayan ataerkil bir toplumsal ahlaka sahiptiler. Mekke’de kölelerin sayılmaması, onların insan yerine konulmamasının bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Bu tür davranışların Mekkelilerce ahlaksızlık sayılması söz konusu değildi.
Toplumsal ahlak sistemi, düzen, yasa, örf, din olarak, toplumca kabul edildiği dönemlerde, mevcut yapılanmayı tersyüz edecek fikir, ideoloji, din ortaya çıktığında, çıkarlarına ters düşen gruplar retlerini açıkça ortaya korlarken, çıkar grupları tarafından beslenen toplumdaki insanlar da karşı çıkar. Aslında toplumsal yapılanmadan çıkar sağlamayan halk, mevcut düzeni değiştirecek fikirlerin kendilerine yarayacağını bilir. Bilmesine rağmen, eski oluşumun toplumda etkisini sürdürüyor olması, yeni fikirlerin geleceğine dair kuşkuların olması, eski düzenden çıkar sağlayanların dolaylı olarak onları gözetiyor olması, yeniye karşı onların karşı çıkmalarına neden olmaktadır. Ancak; çıkar gruplarının gücü zayıfladığında, genel halk, güçlenen diğer çıkar gruplarının safına hemen geçer. Bunun nedeni günün deyimiyle halkın derdi siyaset, din, ideoloji, felsefe değil “ekmek kavgasıdır”
Günümüzün sosyoloji bilimi genişletilerek içine “SİYASET SOSYOLOJİSİ” adıyla yeni bir bölüm eklemiştir. Hatta birçok ülkede siyaset sosyolojisi genel sosyolojiden ayrı bir bölüm olarak sunulmaya başlanmıştır. Siyaset sosyoloji bölümlerinde toplumsal yapılar analiz edilirken, bir toplumu oluşturan insanların %20 veya %25’nin toplumun yönetimiyle ilgilendiği, geri kalanlar için yöneticiler kim olursa olsun fark etmediği… Yine; toplumun söz edilen yüzdelerin dışındaki çoğunluğun, toplumu düzenleyen, ideoloji, yasa, felsefe, din konusunda ısrarcı olmadıkları, hangisi uygulanıyorsa ondan oldukları… Her türlü kavganın %20 veya %25 arasında olduğu ifade edilmiştir. Yani toplumun %20 veya %25’i arasında, ekonomik, etnik, politik, ideolojik, felsefi, dini kavgaların yaşandığı, düzen değişimlerini, düzenlerin otoritesini sağlayanların bu gruba dâhil olanların olduğu ifade edilmektedir. Toplumun geneli “el ile gelen düğün bayram” ifadesinde hareket etmektedir. Ülkemizde de gördüğümüz gibi, tepede yönetim için kavga verenler, seçimle, darbeyle veya atamayla geldiklerinde, kendilerini halka onaylattırarak meşruluk iddiasında bulunmuşlardır. Hâlbuki demokrasilerde bütün seçimleri “para=sermaye” kazanmaktadır. Bunu görmenin çıplak gerçeği, halktan oy isteyenler hiçbir zaman fakirler değildir. Zenginler, (sermayedarlar, akademisyenler, bürokratlar, fikir adamları, bilim adamları) yönetim için oy ister, fakirler onaylar. Eğer fakirlerden bir grup parti kursa, tabelasını asacak parayı dahi bulamazlar. Bulsalar da astırılmazlar.
Yine, çıkar gruplarına karşı çıkan, ama sadece fakir gruplarından olmayan, zenginler (sermayedarlar, akademisyenler, bürokratlar, fikir adamları, bilim adamları) sınıfından olan bir grup, düzeni temelden değiştirmek için harekete geçse, hatta mevcut düzenin yasalarına göre parti kursa, düzene egemen olan çıkar gruplarınca asla kabul edilmez. Partileri kapatılır. Devlet düşmanı, toplum düşmanı olarak ilan edilir. Çünkü oluşan toplumsal ahlak bir çıkar çatışmasından ibarettir.
MEKKE’DEKİ PUTPEREST TOPLUM
Mekke’deki toplumda da, Allah’ın peygamberi Hz. Muhammed aleyhisselamın tebliğlerine ciddi tepkiler, çıkar gruplarınca yapılmıştır. Dar-ün Nedve’de toplanan çıkar grupları ve onları destekleyen toplumun zenginleri, düzenlerinin bozulmaması için aşamalı olarak, alay, tehdit, baskı, boykot gibi faaliyetlerin öncülüğünü yapmışlardır. Tabi buna karşılık Müslüman olanların içindeki, geçmişte çıkar grupları içinde bulunan, zenginler sınıfı, Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ömer ve diğerleri gibi, birçok zengin Müslüman, Hz. Hatice ve peygamberimize arkadaşlık ederek, maddi, sosyolojik paylaşımlarıyla toplumu kucaklamışlardır.
İslam’ın tebliğinden itibaren Mekke toplumunun putperestleri, sosyal statüsüne göre şöyle şekillenmişlerdir.
1. Putperest düzenin elebaşları (Dar-un Nedve)
2. Putperest düzeni korumak için örgütlenenler
3. Putperest düzenin elebaşlarını destekleyen, Müslümanlara karşı aktif mücadele içinde olanlar
4. Müslümanlara antipati duyan ama aktif mücadeleye girmeyenler
5. Müslümanlara karşı nötr yani pasif olanlar
6. Olayları seyreden köleler
7. Müslüman olmayıp, Müslümanlardan yana olanlar
8. İslam’ı tebliğden etkilenmiş ama henüz Müslüman olmayanlar
Mekke’deki toplum İslam’ın tebliğinden itibaren, saydığımız sekiz sınıfa ayrıldı. Gün geçtikçe, sınıfların Müslümanlara bakış tarzında değişiklikler oldu. Hatta sayılan gruplar arasında tartışmalar yaşandı. Özellikle boykot döneminde putperest toplumun grupları arasında ciddi çatışmalar yaşandı.
Mekke’de oluşan sekiz sınıfa benzer ayrışmalar aşağı yukarı, toplumsal yapıyı değiştirmeyi hedefleyen bütün, ideoloji, felsefi, fikri, dini faaliyetlerde görülmüştür. Bu yapılanma siyaset sosyolojisinin çalışma alanına girmiştir. İlk iki madde, yani düzenin elebaşları, düzeni korumak için örgütlenenler, toplumsal yapı içinde %20 veya %25 içindedir. Diğer altı sınıf toplumun genelini oluşturmaktadır. Bugün içinde yaşadığımız toplumsal yapıyı değiştirmeye yönelik siyasi, ideolojik, felsefi, dini karşı çıkış olsa, mevcut düzen içinde, bütün bu sınıflar oluşacaktır. Kemalist rejimin elebaşları, Kemalist düzeni koruyan örgütleşmeler olacaktır. Sonra toplum kendi içinde ayrışacak, düzeni korumak adına aktif mücadeleye girenler, düzeni değiştireceklere antipati duyanlar, olaylara nötr yani pasif olanlar, düzeni değiştirecek faaliyetleri yapanlara sempati duyanlar, değişimden yana olup henüz karar vermeyenler olacaktır.
Mekke’de İslam’ın tebliğinde, toplumda oluşan bu sınıflaşmalara karşı, Peygamberimizin ve Müslümanların tutumları nasıl olmuştur.
1. İslam bütün sınıflara eşit derecede tebliğ edilmiştir. Hatta eşitliği bozacak bir hadiseyi, Allah Abese suresinin 1-12. ayetlerinde; “yüzünü ekşitti ve geri döndü. Âmânın kendisine gelmesinden ötürü... Belki o temizlenecek. Yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun, Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak sana gelen ve korkarak gelenle, sen ilgilenmiyorsun. Hayır! Şüphesiz bunlar bir öğüttür, Dileyen öğüt alır.” Diyerek kınamıştır.
Soylu, köle, zengin, fakir, özürlü ayırt etmeksizin Allah’ın ayetleri bütün Mekkelilere ulaştırılmıştır. Elbette sadece Mekkelilere değil, hac dönemlerinde hacca gelen Araplara, kervanlarla gelip giden yabancılara, fırsat bulundukça Yahudi ve Hıristiyanlara İslam tebliği gerçekleştirilmiştir.
Mekkeli putperest Arapların liderleri, zenginleri, gelen ayetlerde kendilerine ayrıcalık beklemişlerdir. Onların bu istekleri hiçbir zaman Allah tarafından kabul edilmemiştir.
Günümüzün Müslümanlarının tebliğlerinde, bürokrat, akademik, siyasi, zengin sınıflara karşı özellikle yöneltilen çalışmalar, resul tarafından yapılmamıştır. Bugün Müslümanlar; aralarında var olan, zenginler, akademisyenler, siyasiler, başka dinlerden dönen insanlar ile övünerek, tebliğdeki eşitliğe gizlice karşı çıkmış olmaktadırlar. Elbette Müslümanlar her zaman İslam’a girenler nedeniyle övüneceklerdir. Ancak bu övünme, gururlanılan sınıflar dolayısıyla olursa, İslam’ın dışına çıkılmış olacaktır. Fakirlerden, yoksullardan, özürlülerden Müslümanlar çoğaldıkça sevinmeyen, ama bir akademisyen, bir sermayedar, bir bürokrat, bir fikir adamı Müslüman olduğunda yeri göğü yıkan Müslümanlık anlayışının İslam’la hiçbir ilgisi yoktur.
2. Mekke’de Resul, İslam’ın tebliğinde, hangi sınıf olursa olsun hiç birine, açıkça karşı çıkışlarda bulunmamış. Elinden geldiğince İslam’ın tebliğini öne çıkarmıştır. Hatta bazı Müslüman gençler Müslümanlara baskı yapanlara karşı şiddet kullanma eğilimlerini dile getirdiklerinde, asla rıza gösterilmemiştir. Müslümanların aleyhlerinde bulunanlara karşı duruşları, inanç, fikir açısından olmuş, asla alaya almak, kavgaya dönüştürmek, şiddet kullanmak gibi görüntülere rastlanılmamıştır. Tarihi bilgilere göre Müslümanlara karşı şiddet kullanan, Hz. Peygamberimize hakaret eden kişiye karşı Hz. Hamza’nın şiddet kullandığı, başını yardığı bilinmektedir. Ancak Hz. Hamza’nın o zaman henüz Müslüman olmadığı ifade edilmektedir. Hz. Hamza Müslüman olduktan sonra benzeri olaylara iştirak etmemiştir.
3. Müslümanlara; putperestleri ve putlarını, alaya almak, hakaret etmek, sövmek yasaklanmıştır.
Bu yönde Allah En’am suresinin 108. Ayetinde “Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete işlerini cazip gösterdik. Sonunda dönüşleri rab’lerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.”
Ne peygamberin ne de Müslümanların ağzından putperestler alaya alınmamış, kişiliklerine hakaret edilmemiştir. O dönemde gelen ayetler olan kâfir, münafık kelimeleri, bugünkü gibi hakaret olarak algılanmıyordu.
Kâfir; gerçekleri yalanlarla örtmek, gerçekleri karartmak anlamına geliyor. Allah kâfirlerden söz ederken, “Ey kâfirler = Yani; Ey gerçeğin üzerini örtenler. Yalanlarıyla gerçekleri karartanlar” olarak sesleniyordu.
Münafık; davranışlarını çıkar esasına göre kuran, işine geldiğinde biz de sizdeniz diyerek Müslümanlara yaklaşan, işine geldiğinde putperestlere, Yahudilere, Hıristiyanlara giderek bende sizdenim diyen. İslam’a gerçeğinde inanmayan, ama inanmış görünen. Çıkara endeksli davranışlarıyla ikiyüzlü, riyakâr olan anlamına geliyordu. Allah münafıklardan söz ederken, aslında hem Müslümanları, hem de kâfirleri uyarıyordu. Her iki topluma, haberiniz olsun, aranızda bu tür laf götürüp getiren, çıkarları için sizleri kullananlar var diyordu. Bu uyarı, hem Müslümanların, hem de putperestlerin işine geliyordu. Zira ikili oynayanlar asla sevilmezdi. Her ne kadar, putperestler bazı ikiyüzlü, riyakar insanları tanıdıktan sonra, bilerek Müslümanlar arasına gönderseler de, onların kendileri içinde haber götüreceklerine inanarak tedbirlerini baştan alıyorlardı.
Günümüzde; kâfir ve münafık kelimeleri artık suçlama veya hakaret anlamında kullanılıyor. Tarih boyunca mümin, Müslüman, münafık, kafir sözcüklerinden oluşturulan ıstılahı anlamlar, kelimelerin asıl manasından uzaklaşarak, yeni bir anlayışı Müslümanlara kazandırmıştı. Allah’ın ortaya koyduğu gerçeklerin üstünü örten veya Müslümanlarla inanmayanlar arasında çıkarları doğrultusunda gelip gidenlere, kâfir veya münafık dediğimizde, onlar bunu hakaret olarak algılıyorlar. Hâlbuki ayetlerin indiği dönemin dili kullanıldığında hakaret doğmuyor, bir tanım, bir tespit ortaya konuyordu. Tespit ve tanımlarıyla Allah insanları sorguluyor, düşündürüyordu.
Bugün birine, “kardeşim bak, sen bu düşüncelerinde, inancınla, Allah’ın ortaya koyduğu gerçeklerin üzerini örtüyor. Yalanlarını gerçek zannediyorsun. Senin yaptığın şey, Allah’ın gerçeklerini karartmak, yalanlarını aydınlık zannetmektir” desek, ayete uygun söylemde bulunmuş, o insanı düşündürmüş olacağız.
Yine birine, “kardeşim bak, senin tavırların hiç doğru değil, sen çıkarların doğrultusunda, bizim yanımıza gelip sizdeniz diyorsun, inanmayanların yanına gidip onlardan olduğunu söylüyorsun. İnanmayanlarla inananlar arasında laf getirip götürüyorsun. Sen aslında İslam’a inanmıyorsun, çıkarlarına inanıyorsun. Sen aslında hiçbir şeye inanmıyorsun, senin dinin çıkarların olmuş. Sen bu davranışlarınla ikiyüzlülük ediyorsun. Bu iyi değildir. Bu kimlik iyi bir şey değildir. İnsanlığa uymaz. Adam gibi dürüstçe ya inan, ya da inanma. Netleşmelisin, netleştiğinde daha onurlu, kimlikli bir insan olursun” desek, herhalde bir tespit yapmış, o insanın durumunun farkına vardığımızı belirtmiş ve düşündürmüş oluruz.
Günümüzde ne yazık ki Müslüman toplumlar, bırakın inanmayanlara karşı söylemlerinde dikkat göstermeyi, inandığını söyleyenleri bile, en ufak görüş ayrılığından dolayı, her türlü suçlamayı, hakareti yapma eğilimi göstererek, Allah’ın ayetlerinden, resulün örnekliğinden uzaklaşmaktadırlar. Böyle bir durum elbette ki İslam’ın tebliğiyle ilgili değildir.
Bugün Müslümanlar kraldan fazla kralcı mantığını sergilemektedirler. Din Allah’ın olmasına rağmen, Müslümanların tavırları, dini Allah’a bırakmayıp, din adına konuşmakta, din adına insanları suçlamakta, din adına insanlara hakaret ederek, Allah’a karşı çıkmaktadırlar. Resulün Mekke’deki tebliğ faaliyetinde asla bu tür görüntüler yoktur. Peygamberin arkadaşlarının İslam’ı tebliğinde bu tür görüntüler yoktur.
4. Müslümanlar sekiz sınıfa ayrılan putperest toplumla ilişkisini hiçbir şekilde koparmamıştır. Ne akrabalık, ne arkadaşlık, ne de dostluk bağlarını koparma girişiminde bulunmamışlardır. Ta ki, putperest toplum Müslümanları kendilerinden ayırdıklarında bir şey yapamamışlardır. Müslüman olan kadın kocasından, koca karısından, çocuklar ailelerinden, baba ana çocuklarından ayrılmamıştır. Akrabalık bağlarını kesmemek Mekke döneminde Müslümanların görevlerinden olmuştur.
Peki, bugün durum nasıldır?
Müslümanlar inanmayanlarla ilişkilerini nasıl kurmaktadırlar?
Bırakın inanmayanları Müslümanlar Müslümanlarla ilişkilerini nasıl sürdürmektedirler?
İşte bu sorulara verilebilecek cevaplar iç açıcı değildir. Müslümanlar arasında, bilgisizlik / iletişimsizlik / anlayışsızlık hâkim sürmektedir. Cehaleti ret eden dinin inanırları olduğunu söyleyen günümüz Müslüman toplumları ne yazık ki, cehaleti kutsar hale gelmiştir. Düşünebiliyor musunuz? Özellikle ülkemizde, doktor, avukat, prof. Doç. Savcı, Hakim olmuş nice insanımız, din konusu geldiğinde “elhamdülillah Müslüman’ım, dedem, anneannem namazlı niyazlı insanlardı ama, ben din konusunu pek bilmem” sözüyle cehaletini ortaya korken asla kariyerine, insanlığına, kişiliğine bir şey gelmeyeceğine inanıyor. Görülen o ki, meslek hayatında cehaleti kabul etmeyen ama din konusunda cehaleti kutsayan bir toplum haline geldiğimiz anlaşılıyor. Bu cehalet, insanları birbirinden koparıyor. Birazcık dini bilgiye sahip olanlar, diğerlerin öteliyor. Din konusunda cahil olanlar, dini yaşamaya çalışanları gerici, yobaz olarak niteliyor. İslam’ı hayatının temeli sayan, İslam tebliğiyle uğraştığını iddia edenler, toplumda birbirini suçlamak, hakaret etmek için bahaneler arıyor. Bu görüntülerin hiç birisi Allah’ın ayetleriyle, resulün Mekke’deki yaşantısıyla, İslam tebliğiyle bağdaşmıyor.
5. Müslümanların tavırları, davranışları daima toplumu kucaklayıcı olmuştur. Müslümanların kucaklayıcı tavırları, Mekke’de gelen ayetlerin Müslümanlara koyduğu kurallar çerçevesinde oluşmuştur. Bunun neticesi olarak, putperest toplumun yapısından çıkar sağlayanların dışındaki insanlar, Müslümanlara karşı oluşta, putperestlerin önderleri, destekçileri gibi davranmamışlardır. Hz. Resulün tebliğde uyduğu kurallar, gelen ayetlerin ortaya koyduğu hukuk, putperest toplumun çoğunluğunu Müslümanlara yönlendirmiştir. İslam’a inanmasalar bile, Müslümanlara karşı olma noktasında ilk zamanlar pasifleşmişler. Daha sonraları sempati duymuşlar. Hatta baskı ve boykot dönemlerinde sahip çıkmışlardır. Bilindiği gibi Müslümanlara ve Haşim oğullarına karşı yapılan boykotu kıran, boykotun kaldırılmasına yönelik çıkışları destekleyenler putperest toplumdur.
Böylece ortaya çarpıcı bir olay çıkmıştır. Hz. Resul ve Müslümanlar, ayetlerin yönlendirmesiyle yaptıkları tebliğ ve uygulamalar neticesinde, toplum önderleriyle çatışmaya girmiştir. Bu çatışmada Mekke halkı, kendi önderlerini dinlemez duruma gelmiştir. Yani bu günkü deyimle, tebliğ faaliyetleri sonucu, Müslümanlar, putperest halkı, kendi yanlarına çekmişlerdir. Böylece putperest toplum yöneticileriyle karşı karşıya gelmişler. Veya bugünün en çarpıcı deyimiyle “Mekke’deki tebliğ faaliyetleri sonucu, Mekke önderlerinin, putperest düzenden çıkar sağlayanların altı oyulmuş, onları destekleyen halkın desteği ortadan kaldırılmıştır”
Neticede; siyaset sosyolojisinde söz edilen toplumun %20 veya %25’i arasında olan çatışmada, Hz. Resul yapmış olduğu uygulamalarla, Mekke halkını önderlerinden ayırarak Müslümanların tarafına çekmiştir. Bunun neticesinde boykot kaldırılmış. Müslümanlara yapılan baskılar azaltılmıştır. Bu durumu gören Mekke’nin önderleri Hz. Muhammed aleyhisselamı öldürmeden işin içinden çıkamayacaklarını anlayarak, peygamberi öldürme planları yapmaya başlamışlardır.
Tebliğ faaliyetinin özünde, inanmayan toplumu direkt karşıya almadan, onlara sahip çıkarak, antipati duyanları öncelikle pasif duruma getirmek, pasifleri sempatizan haline getirmek sonuçlaması, hidayet olgusundan ötede, sosyolojik bir ayrışma olarak ortaya çıkmıştır. Bugün sosyolojik analizlerde önceden planlanan, hesapları yapılan, ona göre uygulamaya sokulan olaylar. O gün Allah’ın takdiri ve yönlendirmesiyle gerçekleştirilmiştir.
Tebliği duyanların her biri olmasa da, topluma genel bakıldığında, toplumsal ayrışımdaki bu özellikler her zaman olacaktır. Bugün de İslam tebliği yapıldığında, yönetici ve çıkar gruplarıyla, halkın ilişkilerini kesmek, halkın tepkilerini pasife, pasifliklerini tarafgirliğe çevirmek mümkündür. Tabi bunun oluşmasında Müslümanların tutum ve davranışları etkili olacaktır. Ancak Müslümanlar bugün böyle bir özden uzaktırlar. Bugün Müslümanlar; toplumu; kâfirleri destekleyen, dolayısıyla kâfir / müşrik sayan suçlamalarıyla, halkı kendilerinden uzaklaştırmışlardır. Günümüzün politikacıları, çıkar grupları Mekke’dekilerden daha acımasız şekilde toplumu mağdur etmektedirler. Diğer taraftan toplum Müslüman olduğuna inanıp dururken, toplumun Müslümanlığını ret ederek işe başlayan Müslümanlar, Allah’ın ortaya koyduğu, resulün Mekke’de uyguladığı tatbikatın dışına çıkmışlardır. Hâlbuki Allah gönderdiği ayetlerde Müslümanlara metodu öğretmektedir. Allah’ın tebliğdeki metodu, toplumların atalar dininden gelen doğrularına sahip çıkmak, yanlışlarına akli, mantıki sorgulamalar yöneltmektir. Diğer tarafından ayetlerin gönderildiği dönemdeki dil, ayetlerin anlaşılmasında iticiliği değil düşündürücülüğü öne çıkarmaktadır. Gerçekleri örtene, niye örtüyorsun? İkiyüzlü davranana niye ikiyüzlü davranıyorsun? Sorguları hakaret mantığının dışında kalıyordu. Bugün Müslümanlara, topluma yönelttiğimiz, müşrik, kâfir, münafık, şirk, sapık, dinsiz, mezhepsiz gibi ifadeler, sorgulayıcı olmaktan çok, suçlayıcı, öteleyici anlamlar taşıyor.
SONUÇ OLARAK; Mekke’deki faaliyetlerinde Hz. Resul ve arkadaşları, toplum yapısını kendi arasında parçalayarak, toplum önderleriyle, toplumu karşı karşıya getirmiş. Bu tür sonucun ortaya çıkmasına, kullanılan dil, üslup, topluma sahip çıkma, akrabalık bağlarını koparmama, maddi manevi sosyal yardımlaşmayı inanmayanlara da götürme etken olmuştur. Diğer taraftan Müslümanların ne olursa olsun asla şiddete başvurmamaları, toplumun Müslümanlardan yana tavır almalarına, kendi önderlerine karşı çıkmalarına neden olmuştur. Adeta halk önderlerine yeter artık demiştir.
Sözünü ettiğim toplumsal bölünmeyi, Mekke dönemindeki tarihte gördüğümüz gibi, daha sonra Müslüman olanların anlattığı anılarda görmekteyiz.
İçinde yaşadığımız toplumda, halkı önderlerinden, çıkar çevrelerinden ayıracak, üslup, metodik uygulamalar, Müslümanlar tarafından, Allah’ın ayetleri, resulün sünneti örnek alınarak bulunmalıdır. Aksi halde, Allah’ın dinine aykırı bir çalışma metodu sergilenmiş olacaktır ki, bu durum öncelikle Müslümanların, Allah katındaki hesabını zorlaştıracaktır. Ayrıca huzurdaki hesapta, dini yaşamaktan sorumlu tutulan halkın, Allah katında “Ya Rabbi, anladık ki, bize dinini açıklayanlar senin yolunu açıklamamışlar. Senin emrettiğin gibi bize davranmamışlar. Biz onlardan davacıyız” ifadesiyle karşı karşıya kalabiliriz. İşte böyle bir davalaşma dünya hayatımızın hepsini yok edebilir.
Günümüz insanı; politikacılar, medya, akademisyenler, fikir adamları ve çıkar gruplarınca mağdur ediliyor. Yalanla, riyayla insanlar sürekli kandırılıyor. Buna karşın Müslümanlar topluma sahip çıkacaklarına, toplumu suçluyorlar. Hâlbuki toplum mağdurdur, sahip çıkılması gerekendir. Nasıl Mekke’de toplum sekiz sınıfa ayrılmışsa, bugünde ayrılabilir. Buna sebep olacak Müslümanlardır. Halkla bütünleşmek, halka karşı çıkmamak, halka gerçekleri zaman içinde öğretmek, halkı ötelememek Müslümanlara düşen temel görevlerdendir. Kaldı ki, bizim halkımızın geleneksel Müslüman’dır. Onların atalarından aldığı din, zaman içinde değiştirilebilir, geliştirilebilir. Eğer gerçeğimize bakarsak, hemen hepimiz geleneksel Müslümanlıktan gelerek, bugün tevhidi Müslüman olmanın gururunu taşırken, geldiğimiz yere sahip çıkma görevimizi hatırlamak, Müslüman olmanın en temel görevidir. Bu durum anlaşıldığında, Müslümanların toplumsal ivmesi hızlanacaktır. Müslümanlar yönetici, çıkarcı sınıfla olan toplumsal kavgasını halka bulaştırmamalıdır. Resulün örnekliği budur. Allah’ın Müslümanlara verdiği tebliğ görevinin özü budur.
devam edecek.............
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.