- 1363 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurşunsuz pencere...
Yakıcı soğuğuna rağmen yeni yılın ilk günlerinde, tüm ihtişamı ile sırıtan kış güneşine aldırmaksızın pencerenin önünde uçuşuyordu kar kristalleri...
düşüncelerimde dahi burnumu cama dayamaksızın, yumuşak koltuğa gömülü bedenimin rehaveti ile dışarıyla tek irtibatım olan cama takılmış gözlerim, anla alakasız olarak izliyordum bu tabiat güzelliğini. İlgisizdim çünkü kar yağması demek yaşamakta olduğum metropolde sorun demekti. Trafiği, bilinçsizliği ve kalabalığın yerde tutunmasına izin vermeksizin o güzelim saflığın timsali beyazlığın; şehir kiri, pası ve günahına bürünmesine tahammül edemiyordum. Oysa daha bu sabah bir fotoğrafta yakalamıştım kar beyazın geceyi yakan mavisini...
Pencereye bakıyordum; pencerenin izin verdiği ölçüde cömertliği ile bakış açıma yakalanan sokağa ait manzaraya. Kim bilir belki pencerede bana bakıyordu içerden dışarıya sırtını dönmüş hatta, tüm ilgisini kesmiş bana doğru bakıyordu. Belki de bu dondurucu, yakıcı soğukta kalmış dış yüzü ile içerinin sıcaklığına özlemle, farkında olmadığımı düşünerek, anı hülyalı- bihaber beden görüntüsündeki beni kıstırmıştı gözüne.
Pencereye bakıyordum. Ahşap doğramalı pencereye. Çağımız teknolojisinde artık nerede ise kullanımı hiçe indirgenmiş olan ahşap pencereye.
Pencereye bakıyorum. Dünya gözümüze göre; dilsiz ve hayat içermediği söylenen lakin en basiti ahşap olduğu için bir yaşanmışlığın kanıtı olduğu ile mutluluk duyduğum pencereye büyük ihtimal bana bakarken, bakıyorum. Oysa camına, yo hayır camı es geçip dışarıya bakmalıyım! Pencerenin kanatlarından banane?... pencerenin görevini yerine getiren bir madde olduğunu unutmadan ve görevi olduğu içinde bakımı hariç onunla hiç ama hiç ilgilenmeden dışarıdaki yaşamla bağlantı kurmalıyım. Hedef olması gerekene ulaşmalı, arada bunu olası kılan tüm varlıkları umursayarak vakit kaybetmemeliyim. Çağımızın gerektirdiği gibi...
Cam; kumun kızdırılarak şekle sokulmuş hali... kırılgan ve isteğe göre şeffaf, renkli, buzlu ya da ayna denilen ardı sırlı kendini çok bilmişlik.
Pencereye bakıyorum... içeride az biraz nem olsa camın ayırdığı bu iki ortama ait sıcaklık farkının da eklenmesi ile üzerinde buğu oluşmuşluğunu hayal ediyorum. Nemin ahşap pencere kanatlarına ne kadar zarar verebilirliği aklımın kıyısına ulaşsa da dalgalı düşünce denizimden, doğramanın cilalı olduğu tezi ile hazırladığım ilk sandalla yolluyorum kendisini memleketine geri...
Buğulanmış camlar... çocukluğumda kış günleri nefesimi çok yakından vermek sûreti ile oluşturduğum küçük alanlara yazdıklarım, çizdiklerim geliyor. Tabii sonra annemin elime bir bez tutuşturup koskoca camı sildirmesi de... çocukluğum dediğime bakmayın daha şundan bir iki sene öncesine kadar hala gözlerden kaçabilecek en ufak cama nefesimi anlık yapıştırarak çizimler yapıyordum. Rahmetli annem duymasın! Şimdi ise parmak izlerimin kalabileceği korkusu ile her şeye dokunmaktan kaçar oldum. Yakında eldiven giymeye başlarsam şaşırmamak lazım. Dünyaya benden yeteri kadar iz bıraktığımı düşünüyorum ve daha fazlasını ise kabul edebilecek bir ortam göremiyorum. Yeterince yaşanmışlığım mevcut, iki canım, tüm aileye mâl olmuş suratsızlığım ve yazıp çizdiklerim. Bırakın parmak izimi bırakma fobimin gün geçtikçe artmasını, sesimi bile esirger oldum artık duvarlarımdan, aynamdan, sevdiklerimden.
Öylesi bir yorgunluk, bıkkınlık hali işte... belki de kırılganlık, yalnızlığı kabullenişin güzelliğinde.
Pencereye bakıyorum. Sesini esirgediğini düşünen pencerenin bana bakmasına aldırmaksızın, ses etmeden dikmişim gözlerimi üstüne ama asla saygıda kusur etmeksizin, hatta kimi anlarda mahcupluğuma gömülerek. Camında buğular yaşatıp, parmak uçlarımın soğuk yüzeyinde yazılar yazmasının tadına varıyorum. Yazdıkça yazıyorum. Tenimin sıcaklığı ve buğuyu oluşturan o narin su taneciklerini birleştirerek yüzeyinde dolgun damlacıklar oluşturuyorum ve o damlacıkların gittikçe büyüyerek ve yer çekimi kanununa uygun pervaza doğru akmasını seyrediyorum koltuğumda. Camın önünde su birikintileri oluşuyor. Pencereye bulaşmış şehrin isi kokuyor en canlısından, gerçekten öte yaşadığım hayalimde.
Yazıyorum. Sevdiğimin ismini yazıyorum el yazısı tekniği ile.
Yazıyorum sesimi kullanmak yerine ...
o an bir kapı daha açılıyor dehlizimde; insanların dilleri olmasa yani, konuşma dediğimiz ses öbecikleri olmasa ve sürekli, sadece yazı ile iletişim kursalar. Herhalde bir aile bir yılda koca bir ormanı bitirecek kadar kağıt harcardı. Tabii teknolojimizin sayesinde elektronik ekranlar da gelişirdi tıpkı bilgisayarlar gibi. Sayısallaşmış harflerle yazdığımız elektronik ortamlara akardık, kağıt israfından kurtulmak için. Ve kağıtların geri dönüşümünü sağlamak için bunca uğraşmaz, mürekkebin ham maddeleri ile kirletilmiş kağıtların doğaya salınarak hiç zarar vermediği masalı ile yok olmalarını ummazdık. Tabii elektronik ortama girebilecek bir virüs ile çökebilecek sisteme kayıtlı tüm yedeklenmemiş verilerin yok olmasına da seyirci kalırdık.
Haydi biz kaldık diyelim, gelecek nesiller bizi merak etse, onlara kalıcı bir kanıt bırakamamanın utancını da zamanımız umursamazlığı ve kalınlaşmış derimizle kolayca bahanelerin ardına saklardık.
...
Birden aklıma bir gün önce izlediğim, bilgi içerikli bir reklam geliyordu. (aklıma gelenin-gidenin hesabını bırakalı yıllar oldu...)
‘’kurşunsuz pencere’’
ilk duyduğumda ‘’aman aferin size’’diye tepki vermiştim, izlediğim kanalda her reklam kuşağında birkaç kere artarda çıkarak illallah ettirecek yapıdaki sloganına.
Sonra dün izlediğim reklamı hayata geçirdiler;
‘’on gram kurşun iki yüz bin gram toprağı kirletiyor!’’
yemyeşil otlarla kaplı alanın çorak, işlevsiz toprağa dönüşümünü ise görüntü olarak kullanaraktan hazırlanmış olan reklam... dehşete düşme anlarımdan birini daha yaşatan reklam...!
Ve kurşun kullanımını nerelerde yaptığımız sorusu takılıyor beyin kıvrımlarıma.
Hani kağıt tüketimi dedik ya... acaba diyorum mürekkepte kurşun bulunur mu?
Araştırmaya başlıyorum. Zor da olsa ulaşıyorum mürekkebin yapım maddelerine. Arap zamkı, mazı, iş karası v.s. içime sinmiyor devam ediyorum. Gazeteleri düşünüyorum ; günlük tiraj ve sayfa sayısı ile her gün tüm dünyaya yayılan ve ertesi günü arşiv hariç bir niteliği olmayan yazılı basın! Güncel haber taşıyıcısı. Günü bittiğinde kese kağıdı, kimi erzak hatta ekmeğimizin sarıldığı kağıt parçalarında kullanılan mürekkebin ana malzemeleri neydi acaba?
Bildiniz; kurşun!...
Çok sayıda , seri basım anında kullanılan mürekkebin havayla temas ettiği an hızla kuruyabilmesi için içine kurşun konuluyor...
...
Pencereye bakıyorum, beni ve düşüncelerimi umursamayan ve gittikçe yabancılaşan bakışlarına rağmen. Bir kıpırtı, bir umut arıyorum onda. Bir ses belki de... yarına dair, sevgiye dair, umuda dair...
Pencereye baktığımı sanıyorum... elimden gelenin sadece bu olduğu avuntusunun tembelliği, sıcak odanın rehavetinde ve nasılsa çıkarmadığım sesimin duyulma olasılığının yokluğunda.
Bakıyorum, kurşunsuz!..
Bakıyorum, karanlık!...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.