- 425 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İNATÇI ADAMIN İNATÇI OĞLU
İnatçılığıyla meşhur ’’Keçi’’ lakaplı Halit abi lakabını boşa çıkarmayan biriydi.
Mahalle kahvesinde hiç gereği yokken ortaya saçma sapan bir iddia atar, iddiasına karşı çıkanlarla sert tartışmalara girer, iddia çoğu kez yumruklaşmaya kadar varırdı.
Belli bir işi yoktu Halit abinin. Günü birlik, kaptı kaçtı işleri takip eder, çocuklarının nafakasını temin etmeye çalışırdı.
Uludağ’da çadır mevsiminin açılmasını haftalar kala, kim akıl verdiyse Halit abi kendi işini kurmaya karar vermişti.
Yeni iş alanı, Uludağ’da Bakacak, Çoban kaya, Dombay çukuru, Oteller arasındaki şose yolda atlı araba taşımacılığı yapmaktı.
Sarıalan’dan Telesiyej’le Çoban kaya istasyonuna gelenler, istasyondan dışarı çıktıklarında bir müddet gözlerini karartsalar, sola dönüp yürüseler, Bursa’ya kuş bakışı bakan Bakacak tepeye, sola dönüp yürüseler Çoban kaya yaylası, Dombay çukuru mevkii ve sonrasında Otellere yayan çıkabilirlerdi. Bu kadar uzun yolu yaya yürümeye göze alamayanlara da Halit abi bedeli mukabilinde at arabasıyla hizmet vermeye kararlıydı.
Halit abi ve ailesi Çoban kayada kuracakları derme çatma çadıra lazım olacak eşyaları hazırlamışlar satın aldıkları atları at arabasına koşmuşlar, eşyaları arabaya yüklemişler bir sabah erkenden yola koyulmuşlardı.
Mevzudan haberi olan arkadaşları; Halit yapma; Çoban kaya Bursa’ya en az 40 kilometre, yolun tamamı da dik yokuş, senin aldığın bakımsız atlar bu kadar yolu zorlukla çıkarlar, başına iş alırsın deseler de Halit abinin keçi inadı tutmuştu, kendisine tavsiyede bulunan arkadaşlarını siz ne bilirsiniz diye terslemişti, bildiğinden caymamıştı.
Çadırda kullanacakları eşyaları ve çoluk çocuğu at arabasına bindiren Halit abi dizginleri eline almış, kamçıyı şaklattığı gibi deeeehh diyerek atları koşturmaya başlamıştı.
Halit abinin atları Yenimahalle- Alacahırka arasındaki düz yolda istenen hızda gitseler de Alacahırka köprüsünü geçince birden yükselen yola geldiklerinde hızlarını kesmişler, önlerindeki upuzun yolu da 6-, 5 saatte zorlukla alabilmişler, yanlarında getirdikleri yatak çarşaflarını kullanarak çadırdan başka her şeye benzeyen barınaklarını kurmuşlar, yatak döşeği içeri taşımışlardı.
Gerekli mutfak malzemelerini de bezden barınağın arkasındaki asırlık çam ağacının altına koymuşlardı.
Atlar ise açık havada barınacaklardı.
Bir sonraki günün ekmeğini bulup bulamayacağı şüpheli Halit abi, yürürlüğe koyacağı projesinin maddi kaynağını nereden bulduysa bulmuştu, biri beyaz, diğeri alaca iki bakımsız at ve elden düşme bir at arabası satın alarak Çoban kaya istasyonuyla civardaki yaylalar arasında yolcu taşımacılığına başlamıştı bile.
İlk günler işler istediği gibi girmişti, Halit abi iyi para kazanıyordu.
Yenimahalle’deki çokbilmişler gelsinler de para nasıl kazanılırmış görsünler diye övünüyordu.
Senin atların bakımsız, bu atlarla başına iş alırsın diye felaket tellallığı yapan şom ağızlı gelsin de projenin nasıl başarılı biçimde hayata geçirildiğini görsündü.
Geceleri Uludağ’da havalar yaz günü bile çok soğuk oluyordu, gündüz sürekli yolcu taşıyan atlar aşırı yoruluyor, gece ise atlar açık havada kaldıklarından üşüyorlardı.
O güne kadar ömrü hayatında at bakıcılığı yapmamış olan Halit abi atların derdinden anlamıyor, hayvanların günden güne takatten düşmesinin nedenini bilemiyor, atlar yavaşlayınca da çareyi atları acımasızca kırbaçlamakta buluyordu.
Atların ağzı, dili olmadığından dertlerini sahiplerine anlatamadıklarından, giderek güçten düşüyor, bunun neticesinde de her gün daha fazla kamçılandıklarından sırtlarında yaralar oluşmaya başlamıştı.
Aradan 15-20 gün geçmişti ki Halit abi bir sabah uyandığında ala renkli atın öldüğünü görünce şoka uğramıştı.
Beyaz renkli at ise bacaklarının üzerinde zor duruyordu, biri dokunsa yıkılacak gibi görünüyordu.
Halit abi beyaz renkli atın da hasta olduğunu, bu haliyle arabaya koşamayacağını anlayınca o öfkeyle eline aldığı kalın bir gürgen dalıyla ata bir girişmişti ki zavallı hayvan can acısından bağlı dizginlerinden kurtulmuş can havliyle çareyi ormana kaçmakta bulmuştu.
Bir atı ölen, diğeri de hasta hasta ormana kaçan Halit abi yaptığı hatayı anlasa da gururundan hatasını kendine bile itiraf etmiyor, terslikleri, atlarına musallat olan orman cinlerinin yıkıcı etkisine bağlamayı tercih ediyordu.
20. günün sonunda çok gururlandığı projenin suya düştüğünü nihayet idrak eden Halit abi, yatak çarşaflarını birbirine tutturarak oluşturdukları barınağı sökmüş, Bursa’dan getirdikleri bütün malzemeyi de toparlayarak tuttuğu bir kamyonete doldurmuş, ek bir ücret vermiş, boşta kalan at arabasını da kamyonetin arkasına bağlayarak Bursa’ya doğru geri dönmüşlerdi.
Halit abinin 6 çocuğundan biri olan Selim Hık demiş babasının burnundan düşmüştü, iddiacılıkta ve inatçılıkta babasını da geçmişti.
Nuh diyor, peygamber demiyordu. Yoğurda siyah diyorsa siyah kesiliyordu.
Bursaspor’un renginin siyah- kırmızı olduğunu iddia ederse, kim ne derse desin iddiasından caymıyor, kendi gibi düşünmeyenleri renk körü olmakla itham ediyordu.
Selim’e göre çok kişinin soğuk olduğunu düşündüğü kar bile aslında sıcaktı fakat ondan başka hiçbir Allah’ın kulu bu gerçeği bilemiyordu.
Bursa’yı da Osmangazi’nin vasiyetini dinleyerek kahbe Bizanslılardan söke söke alan Orhangazi değil de Selim’in ulu büyük dedelerinden biriydi.
Selim’in ulu büyük dedelerini çekemeyen fesat odakları meseleyi çarpıtmışlardı, hiç hakkı olmadığı halde fethin mimarının Orhangazi olduğunu yaymışlar, tarih bilimini de yanıltmışlardı.
Selim 25 yaşındayken, Uluabat gölü kıyısındaki köylerden bir kızla evlenmişti, evlenmelerinin üzerinden 2, 5 sene geçmişti.
Yaz mevsiminde çok sıcak olacağı belli olan bir cumartesi günü eşini ve 1, 5 yaşındaki çocuğunu alarak kayınpederinin köyüne gitmişlerdi.
Pazar sabahı kayınpederi ve kayınçoları damatlarına bir jest yapmak istemişlerdi, sabah erkenden bir traktörün kasasına doluşarak gölün piknik yapmaya müsait kıyısına gitmişler, açık havada, neşe içinde kahvaltılarını yapmışlardı.
Öğleye doğru hava sıcaklığı artınca Selim ayağa kalktı, üzerindeki giysilerini çıkardı, ayağındaki pantolonu da sıyırıp atınca ayağındaki siyah renkli mayosuyla kalmıştı.
Gölün huyunu, suyunu çok iyi bilen yaşlı adam ve oğulları; burası bataktır, buradan göle girilmez deseler de burnunu havaya diken damatlarını ikna edememişlerdi.
Selim göğsünü yumrukluyor, bana bir şey olmaz diyordu.
Eşinin ailesinin; yapma, etme, boğulursun demeleri Selim’in hiç mi hiç umurunda olmuyordu, aksine yapma, etme demeleri Selim’in hırsını kırbaçlamaktan öte bir anlam taşımıyordu.
Bütün uyarılara kulak tıkayan Selim gerildi, gerildi, gerildi, yeterince gerildiğine kanaat getirince de yaydan fırlayan ok misali koştu, koştu, koştu, çivileme göle dalış yaptı.
Ardan bir dakika geçti, 2, 3, 4, 5, 10 dakika geçmişti, Selim bir türlü suyun üstüne çıkamıyordu.
Ailenin korktuğu başına gelmişti, Selim gölün bataklığına saplanıp kalmıştı.
Ailenin gençleri köye koştular, telefonla Jandarmaya haber verdiler, Jandarma Bursa’dan dalgıç istedi, gelen dalgıçlar 2 saatlik bir uğraşmanın ardından Selim’in ölüsünü gölden çıkarıp sahile uzattılar.
Acı haberi duyarak Bursa’dan koşup gelen Selim’in aile fertleri çocuklarının gölün çamuruna bulaşmış cesedini görünce acı bir feryat koparıp Selim’in ölüsüne sarılarak ağlaşmaya başlasalar da olan olmuştu, Selim’in Uludağ boyundaki inadı, aklının önüne geçmiş, gencecik yaşta hayattan koparıp almıştı.
Ertesi günü Selim’in soğuk bedeni mahalle camisindeki gasilhanede yıkanırken, Selim’in açık gözleri sanki olup biteni seyrediyor, bana dokunmayın, ben ölmedim, ben ölemem der gibisinden bakınıyordu.
Dini kurallara göre yıkanıp kefenlenen Selim kabre indirilirken kendisini çok iyi tanıyan biri; ’’ah beni inatçı oğlum’’ diye dövünüyordu.
Selim bir inat uğruna göle dalmış, daldığı gölde çamura saplanarak hayatını kaybetmişti, Sevenlerini de acılara boğarak bu fani dünyadan ayrılmıştı.
Büyük sözü dinlemeyen Selim Selim bir inat uğruna genç yaşta kabre girerken geride gözü yaşlı bir eş ve 1, 5 yaşında bir çocuk ve inanılması zor bir hikâye kalmıştı