İNAYET
Işıkları söndü tüm şehrin.. Karanlığın içinde ışıktan, alevden bir top yüreğim. Yoksun.. Kaç zaman oldu yaralarıma sesini sarmayalı. Kaç zaman oldu ellerimin çatlaklığına yüzünü sürmeyeli. Nice yollar aştım geldim, ruhumu saçarak, savurarak. Kaç zaman aldı çocuksuluğumu yüzümden, çırılçıplak kaldım. Ve o “zaman” hangi kentte, hangi kadına merhem yapıyor ellerini.
“içimin kuytususun..”
Kıskanmaya bile mecalim yok. Halsiz, ölgün bir kadın oldum büyüdüm derken. Yüzümde bir çizgi uzaması oldu yalnız onca yıl. Beklemek süzüyor imbiklerden yalnızlığımı. Eriyen mum olmuyor yandığında ey yar. Eriyen, yanan benim her seferinde. Ve sen yoksun. Yok oluşumu izlemek için bile olsa, yoksun..
Kaç okyanus doldurdu gözlerim bilsen, kahrolurdun.. Kaç artçı geçirdim yokluğunda, kendi içimde kendimi devirip kaç kere enkazlar altına yâr ettim bedenimi, bilsen; korkardın halimi kan revan görmekten.
Dağıldım.
Dört bir yanda ceset parçaları. Morarmış dudaklarım, akmış göz akım, ve tırnak aralarımda kanla, görsen; utanırdın..
Nikotinim giyotinim değil artık, yokluğundur canıma kıyan. Yokluğundur ipliğimi pazara çıkaran. Bir yara bir ömrü ne kadar kanatabilir? Bilsen, halinden, yorgunluğundan, yalnızlığından vazgeçip sürerdin önüme ötenazi halini.
Bilsen, katlanamazsın. Bilmesen, eksiliyorum her gün ömrümden ve araflar mıdır hep payıma düşen?
“şimdi kan sıçrayan takvimler nasıl güzel bir gün doğursun, yokluğunla teni kemiğine yapışmış bir bünye nasıl bir yetimi doyursun?”
Bedenini bırak öyle gel bana demişti zamanında bir şair. Çünkü bilirim tenden şarap süzülür. Süzülür de zehrim ziyanım olur ömrüme. Bedenini bırak da gel, gel ki; kuraklığı diline, dudağına vurmuş, çöle dönmüş yüreğime ruhunla vaha doğsun. İnayetimi sustururum. Ağzımı her açtığımda düşlerimden içeri boşalan o kanı durdururum. Sen gel yâr. –ki haneme yazılacak güzel bir ölüm sebebim, alnımdaki yazgıda övünebileceğim kan revan bir sevdanın adı olsun.
Kasım, 2011