- 714 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
TIRNAK ÇOCUK
Cesur Usta, tam mutfağa geçmiş, ocağın üzerine demliği koymuştu ki; pencerenin camı tıkırdadı. Elllerini gözlerine siper yapıp, dışarıya baktı ama; akşamım karanlığında kimseleri göremedi. Bu sefer de merakını yenemeyip pencereyi açtı, sağı solu kolaçan etti. Az ilerde elektrik direğinin dibinde mahallenin çocukları oynuyorlardı. “ Bunlar de değildir, “diye içinden geçirdi. Pencereyi olduğu gibi açık bıraktı. Kim girecekti evlerine. Mahallenin hırsızlarının künyeleri nasıl olsa ezberindeydi. Selami, Kelami, Memati… Onların da hırsızlık asaletini ayaklar altına alıp da bula bula boyacının evini deşeceklerine ihtimal vermezdi zaten. “ Zengin semtlerde zengin godoşlar dururken benim gibi çulsuza tenezzül etmezler,” Yumurta tavasını eviyenin altındaki tencerelerin yanından çekti aldı. Her ne kadar hamarat biri olsa da kendi kendine iç çekti: Ah anam olacaktı ki şimdi evde beş dakka da Beşiktaş yapar; ne var ne yok önümüze yığardı. “Yalnızlık öyle zor ki; gel bir de bana sor “ diye kendince türettiği şarkı sözleri mırıldanmaya başladı.
Kardeşi Cemil Usta girdi mutfağa.
- Yapılacak bi iş var mı abi?
- Poşette ekmek yoksa bi zahmet bakkala koşuver. Poşette bir dilim ekmek vardı. Kime yetecekti. Üç erkek bir oturuşta bir somuna bana mısın demezlerdi.
Dış kapının bozuk tokmağı tıngırdadı bu sefer de . Babaları oturduğu tek kişilik kanepeden cırtlak sesiyle bağırdı:
- Kapı açık, gel gel.
Kendileri evdeyken içerden kapının sürgüsünü itelemezlerdi. Hepsinin de düşüncelerinin ortak noktası aynıydı; “eşek otlanacağı yeri bilir.”
Bir sürü haberle Zeliha girdi içeri. Elinde çökelikli pideler vardı. Bugün arsızlık yapmış, mahalle fırınında araya sıkıştırıp durmuştu yoğurduğu hamuru. Bir iki hırlamışlardı komşuları ama; o tınlamamıştı. Ne de olsa Hüseyin Usta’nın bacısı, üç kardeş ustanın da küçük halalarıydı. Oncağız işi başaramazsa yazıklar olsundu.Yine her zamanki gibi donanımlı gelmişti. Haberler fena sayılmazdı. Kafasına doldurduklarını boşaltmadan rahat edemezdi zaten.
Mutfaktan iki oda arasına sıkışıp kalmış bir metrelik daracık yerde halasıyla burun buruna geldi Cemil Usta.
– Bakkala… Cümlesini tamamlayamadan
- Çökelikli getirdim, dedi halası.
Çok geçmeden odanın ortasına bağdaş kurup oturdular. İki kardeş, pek umursamadılar halalarını. “Sadece hoş geldin hala, “deyip geçiştirdiler. Zeliha, havadan sudan konuşa dursun ağbeysi Hüseyin Usta; “bu kancık şimdi bir şeyler yumurtlayacak ama hadi hayırlısı,” diye içinden geçiriyordu. Aslında onun da derdi başkaydı. Ortanca oğlu Cüneyt’in kerhanede dostuyla geceleyecek olması hiç de umurunda değildi. Göstermelik olarak; “ O ibneye ders verme zamanı geldi, “ diye efelik yapmış olsa da hep numaraydı. Cesur ve Cemil Usta’ların yanında babalık asaletini yerler altına düşürmek istemiyordu. Kendisi de zamanın da ne haltlar çevirmişti gizliden gizliye. Saman altından su yürütme de eline su dökecek yoktu. Onun derdi; bir hafta önce evden kaçıp giden karısındaydı. Moda haline gelmişti sanki. Kavga yaptıkları zaman sırayla evi terk ediyorlardı. Karısı Fatma, Kayseri’deki köyünde;kendisi de Samanpazarı’ ndaki ucuz otellerde soluğu alıyorlardı. Şimdi evden kaçma sırası karısındaydı. Zeliha, iki lafın arasında:
- Yengemden haber var mı, diye zehir hafiyeciliğe yeltenince ağbeysinin erkekliği tuttu.
– Başlarım yengene şimdi…
“ Aman abi… “diyecek oldu, Hüseyin Usta daha fazla hiddetlendi:
- Kapa şom ağzını.
Aslında seviyordu karısını. Karısı da onu. Ama yine de kavga gürültü etmeden duramıyorlardı. Bir haftadır, çocuklar evden çıkıp gittiklerinde “ Fatma Fatma Fatma, “diye maçor kediler gibi miyavlıyordu evin içinde.
Zeliha, bu sefer de başka konuya geçti.
– Şengül, gocadan gelmiş, haberiniz var mı?
Cesur Usta’nın imiğinde yumurta lokması düğümlendi. Pıskırdı. Kırıntılar halasının suratına saçma tanesi gibi yapıştılar. Şengül, ilk aşkıydı CESUR Usta’nın. Eli eline değmemişti ama; ona duyduğu aşk,öyle kolay yutulur cinsten değildi. Ferhat ile Şirin’in aşkı ne ki. Gerçi kendi aşkı da Ferhat’ın kine yakın sayılırdı. Zamanın padişahı, Ferhat’ı basit bir nakkaş diye kayaları delip su arkı açması için cezalandırmıştı ya; kendisininki de ondan farklı değildi. Şengül’ü babasından istetince; aldığı yanıt belini bükmemiş miydi:
“ Kızımı boyacı parçasına mı verecem. Hemi de üstüne üstlük şarapçı Üseyin Usta’nın çocuğuna mı kaldı gızım”
Demek Şengül, baba evine geri dönmüştü ha. Dört yıl olmuştu evleneli. Birer ay arayla düğünleri olmuştu. Kendisinin çocuğu olmadığı gibi Şengül’ün de yoktu. “Çocuk yüzünden mi kovdular acaba,”diye geçirdi içinden. Sofradan kalkar kakmaz,dışarıya attı kendini, Cesur Usta. Mahallenin kahvesine takılacaktı son anda vaz geçti. Büfeden iki bira alıp ıssız bir mekan seçti kendine. Bulunduğu yerden mahallenin ışıklarını görebiliyordu. Her ışığın yayıldığı odalarda farklı dünyaların esintileri dönüp duruyordu. Kendisinden daha mutsuz olan var mıydı,acep. Gördüğü kadarıyla kaynanasından her gün dayak yiyen kopuk Ali, bile daha mutluydu. En azından sevdiği kızı almıştı. Kaynanasının dayakları okşama gibi geliyordu. Öyle söylüyordu, sorduğu zaman. Ah, ben de Şengül’le evlenseydim, üç öğün kaynanamdan dayak yemeye razıydım,” diye iç geçirdi. Bira şişelerini bitirdi. Bazıları gibi çakır keyif olunca savurup atmadı. Taşlara vurup hırsını şişelerden almadı. Büfeye geri veririm; şişe başı yirmi kuruş fena sayılmaz” diye düşündü. Onu mest eden İki bira değil,Şengül’dü. Kafası dumanlıydı. Kaderine yandı. Şengül’ün kaderine yandı.
- Ah ulan ibne dünya kimine kavun yedirirsin, bize de kelek diye sinkaflı bir küfür savurdu. Azilerdeki evin ışığı çok önemliydi. Şengül’odası… Altından geçmek istedi,ilk kaçamak buluştukları,koklaştıkları zamanlardaki gibi. Sonra vazgeçti. O şimdi benim dünya ahret bacım diye mırıldandıEve döndüğünde halası çoktan gitmiş, babası oturduğu divanda çoktan sızmış, kardeşi Cemil Usta hala uyanıktı. Kardeşten öte iyi bir sırdaş,iyi bir dostu Cemil Usta. Her şeyi özümsemiş gibi:
- Takma kafayı abi, bir gün kader bize de gülecek…
- Harikasın sen Cemil Gardeş!
2. Bölüm sonu
Devam edecek.