- 816 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
NEY VE SEMA
Mustafa CEYLAN
***********************
Ah be canım efendim, gönüller sultanı, ışığım, önderim, yollar içinde yolum, parmak ucum, alın yazım cananım ey ! Ey ki ey!!! Dönüşünden aldım ilhamı, topaç gibi, un değirmenindeki mil gibi dönüşüne vurgunum ve dünyanın beline dolanmış ekvatorun dönüşünden bir başka güzel senin dönüşün… Ah be ah!!! Bir elin göğün en üst katmanında, Hak ve hakikat ikliminde, öteki elin halkta ya, biz de ya, yanışım onadır işte. Sultanlar içinde can sultanım.
Sem, Sema, Semah, ah be ah!!!
“Halka halka, halk için sema da semah da…”
Akça öksüz çiğdemleri giyinip çıkmak yâr yoluna. Sonsuzluğun kollarında öte dünya aklığını bu dünyanın düğününe, gelince giysilere döne döne dönüştürmek ne güzeldir.
Ak… Ah eden içimin dış yüzünde doğuşta kundakta, ışıklı kabre yürürken, musalla üstünde üstümde gene ak. Bu ikisinin, kundakla musalla arasının arasında ben sefil yolcu, binlerce renkle haşır neşir, pas ve küf kokan yolcu. Sen, hayatın atom dönüşünde aşkı bilen ve bulan akça bakış, gerçeğin aynasının tebessümü; ben yorgun yüz cam kırıklarında…
*
1207 -1273 arasında 66 yıl yaşamışsın Dünyada… Sağlığında ve ışıklara yürüdüğün günde, her iki halde de peşinden sürükledin cümle insanları. Şimdi de sürüklüyorsun. Sultanım, gönlümün peşin sıra çağlayanlar içindeki kâğıt parçası gibi sürüklenişini ah bir bilsen, ah bir görseydin…
Ney ve sema…
Sen ve ben…
Alimler alimi, gönüller mimarı sen; ham hayâl, taş katısı yürek, aciz ve gariban ben…
“Akşam, akşam akşam
Bu dem sularda bir kamış olsam “
Olabilsem, sular içinde, kamışlık içinde bir kamış. Sular içinde susamış, bağrı yanık benim ben…
Ney…
“Yemyeşil kamışlıkta sevdikleriyle birlikte olmanın mutluluğu içindeyken bir el, onu vatanından ve dostlarından ayırır; elini, ayağını keser, vücudunu kurutur, bağrını deler… O da bu ayrılık acısından hazin hazin feryât eder.
Ney’in temsil ettiği kendisiyle sırdaş ve dert ortağı olan “İnsan-ı kâmil” de böyledir. İlâhî kudret eliyle asıl vatanından, yani ruhlar âleminden ayrılan insan da ıstıraplarla yoğrulup kemâle erdikçe vatanına, sevgilisine özlem duyar ve duyduğu hüznü, hasreti ney gibi esrarlı ve remizli bir şekilde dile getirir.” (Y.Doç.Dr.Yakup şafak, Mesnevi’den seçmeler, Syf:333)
Işığım, göz nurum, hünkârım; Horasan’ın Belh yöresindeki Vahş kasabasında (bugün Tacikistan sınırları içinde) doğmuşsun.
Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun annen, pırlanta dualarla kucaklayıp aldığında kucağına seni ve emzirdiğinde hangi cennet kokusu ve hangi cennet gıdasını vermiş ki sana? Alimlerin Sultânı unvanı ile tanınmış olan baban Muhammed Bahâeddin Veled’in bakışları mı yoğurdu iplik iplik seni?
Anadolu’ya Diyar-ı Rum derlerdi eskiler; adına da biz bu sebeple Celaleddin-i Rumî dedik işte. Ve Mevlâna deyişimiz de (Efendimiz) anlamına geliyor ki, sana olan saygımız, sevgimiz, hürmetimizin bir işaretidir ve bu işaret 700 asra yakın söylenip geldi ki daha binler asırlar
boyunca bu yüce millet tarafından söylenecektir de…
Baban Bahaeddin Veled’in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelerek, Seyyid Burhaneddin’in mânevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O’na hizmet etmişsin.
Ya şimdi ben nerde bulayım Seyyid Burhaneddin’i. Ya şimdi ben, hangi taşa vurayım başımı, Elmalı Yeşilgöl’den hıçkıra hıçkıra düşüp Düden suyuna mavi Akdeniz’e mi akayım, ne yapayım? Sen üstadına, öğretmenine 9 yıl hizmet etmiş, onun rahle-i tedrisinden geçmişsin; ya bana kimler ağlasın Sultanım, şimdi, ne üstad var diz kırıp kütüphanesine dalınacak, ne de o usta-çırak, öğretmen-öğrenci sistematiği var. Geçenlerde bir gazetede okudum, bir televizyon kanalından işittim bir lise öğrencisi öğretmenini kırk yerinden bıçaklayıp öldürmüştü. Ah be özü güzel, sözü güzel, kendi güzel Sultanım, bir bilsen halimizi…
Of ki offf!!!
Ne yaman çelişkilerle dolu bir zaman içindeyiz biz.
Diyordun ki :
“yollara sular dökün,
bahçelere müjdeler edin,
bahar kokuları geliyor,
o geliyor, o
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Yol verin, açılın, savulun.
Beri durun, beri.
Yüzü apaydınlık, akpak,
bastığı yeri ardında gündüzler gibi bırakarak
O geliyor, o.
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Gökler yeryüzünü kapladı, örttü bir anda.
Bir anda dört yanı misk gibi bir koku sardı.
Bir anda bir velvele, bir kıyamet koptu cihanda.
O geliyor, o.
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Bir anda can geldi bağlara, bağlar ışıdı.
Bir anda açıldı baktı bağlara gözler.
Bir anda bizde ne gam kaldı, ne dert kaldı, ne keder.
O geliyor, o.
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Yayından fırladı ok.
Hedefe ha vardı, ha varacak.
Bahçeler selama durdu.
Selviler ayağa kalktı.
Çayır çimen yollara düştü.
İşte konca, ata binmiş geliyor.
Biz ne duruyoruz,
O geliyor, o.
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Sen bizim yöremize gelirsen göreceksin, ey şems,
Huyumuz sadece susmak olmuş bizim, susmak.
Senin güzel gözlerinçin işte canım pusuda.
Rahatım kaçtı benim,
geceleri uykum kalmadı gitti ama,
bak işte o güzel günler yola çıkmış geliyor.”
Evet böyle diyordun… Gelen, baştan ayağa karalar giymiş, karalar, karalar, simsiyah karalar giymiş birisiydi ve Şeker Tacirleri Hanına inmiş, konaklamıştı. 1244 dü zaman… Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi yani (Tebrizli Şems) idi.
Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesi’ne doğru yola çıkmıştın ve atının üstündeydin ve yanında-yörende talebelerin, danişmendlerin de vardı. Atın dizginlerini tutarak sordu ya sana Şems, dedi ya :
- Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyâzîd Bistâmî mi?"
Yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştın değil mi?
- Bu nasıl sorudur?" diye kükremiştin "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O’nun yanında Beyâzîd Bistâmî’in sözü mü olur?" demiştin.
Bunun üstüne o simsiyah gece giysili gezgin, yani, Tebrizli Şems :
- Neden Muhammed "Kalbim paslanır da bu yüzden Rabb’ime günde yetmiş kez istiğfar ederim" diyor da, Beyâzîd, "kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah’tan başka varlık yok’ diyor; buna ne dersin?" diye eklemişti, değil mi?
Cevaben demiştin ki:
- Muhammed her gün yetmiş mâkam aşıyordu. Her mâkamın yüceliğine vardığında önceki mâkam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Beyâzîd ulaştığı mâkamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu". Demiştin…
Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak seni kucaklamış ve aradığım sensin” demişti değil mi?
Şimdi ben, Merec-el Bahreyn yani iki denizin buluştuğu nokta denilen yeri nerde bulacağım ki? Seller içinde kaybolup giden toz zerreciği, solmuş pörsümüş yaprağım ki, nereye , niçin, neden akıp gittiğimin farkında bile değilim…
Sonra, iki denizin buluştuğu yerden, medresedeki odaya gidip, o simsiyah, zifir kara giysili, "bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin” diyen Tebrizli gezgin Şems’in ilim ve aşk saatlerine bırakmıştın kendini. Dediklerine göre 40 gün, bazılarının dediğine göre de 6 ay sürmüştü o coşkun gönüllü, kabından taşan Şems’le birlikteliğin.
Ve sen,
Değirmen taşının arasından bir buğday tanesi gibi geçmiş, iğne deliğinden iplik olup çıkmış, eleklerden süzüm süzüm süzülmüştün… ve sende büyük bir değişme olmuş, yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünümle ortaya çıkmıştın.
Gayri vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışını her eylemini terk etmiştin. Her gün okuduğun kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, talebelerini de aramaz olmuştun.
Konya’nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esmişti.
Sahi taa o günlerden beri sorup durmakta Konyalılar ve sorup durmaktayız bizler :
Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Seninle hayranların arasına nasıl girmiş, sana bütün görevlerini nasıl unutturmuştu?
Şikâyetler, ayıplamalar o dereceye varmıştı ki, bazıları Şems’i ölümle bile tehdit ettiler, biliyorsun…
Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli, sana Kur’an’dan bir âyet okumuştu Ayet’te deniyordu ki:
İşte bu, sen ile ben’in arasındaki ayrılıktır. (Kehf Suresi, 78. ayet)
anlamına geliyordu, değil mi?
Ve;
Ayrılık gerçekleşmiş ve üstadın, öğretmenin Şems, bir gece habersizce Konya’yı terk etmişti…
Öğrencisinden, senden, habersiz yola çıkmış, yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incinmişti. Dönüp Konya’ya gelmiş ve sana
"neden beni bırakmıyorsun?" diye sormuştu.
Sen de hocana "neden gitmek istiyorsun?" demiştin.
Şems de bu soruna: "Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz"diye cevap vermişti, hatırlıyorsun değil mi?
Sonra, evet sonra;
Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladın, Dönüşte Tebrizi’nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttın, riyazete (her tür perhize) başladın.
O kara giysili usta öğretici Şems günlerden birgün, bir kere daha sessiz sedasız çıkıp gitmişti…
Ve canda can ustam, özümün özü, dost yürek, insanlık iftiharı sen; bir anda Şems’in gidişi üzerine; kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmiştin. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems’i aratıyordun. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup senden özür dilerken, bazıları da üstadın Şems’e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler, öyle değil mi?
Sonunda onun Şam’da olduğu öğrenildi.
Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli’yi alıp getirmek üzere acele Şam’a gittiler. Geri dönmesi için yanıp yakardığın gazelleri Şems’e sundular.
Diyordun ki :
“Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yâr başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme”
Sundular da söylediklerini, yazdıklarını; Şems, Sultan Veled’in ricalarını kırmadı ve Konya’ya döndü değil mi?
Konya’ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama seninle öğretmenin, ışık ve pervane misali, gene eski düzeninizi sürdürdünüz.
Çekemeyenler, kıskananlar, arayıp da seni bulamayanlar, dedikodu ve karanlık dolu, çirkin dillerini çıkardılar dışarı.
Başta, talebelerin, dervişler, seni, Tebrizli Şems’ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da, Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir külah giydiği için sana kızıyordu.
Tebrizli Şems’e karşı birleşenler arasında bu kez, ikinci oğlun Alaeddin Çelebi’de vardı.
Sonunda sabrı tükendi Tebrizli’nin;
"Bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboluverdi.
Şems seni ateşledi,ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki,alevleri içinde kendi de yandı. O sebeple gitmek, uzaklaşmak istiyordu.Aslan gelecek deyişi de ondandı galiba...
Gidiş o gidiş…
Deliye dönmüş, yanmış, yakılmıştın amma bulamamıştın bir çare değil mi?
Sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndün.
Tebrizli Şems’in türbesi Hacı Bektaş Dergahı’nda diğer Horasan Alperenleri’nin yanında şimdi…
“Hamdım, piştim, yandım”sözleriyle özetlemiştin cümle hayatını…
17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştun. Cenaze namazını vasiyetin üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği seni kaybetmeye dayanamayıp cenaze namazı öncesinde bayıldı. Bunun üzerine, cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.
Ölüm, evet ölüm…
Yok oluş değil… Suretten asıla geçiş. Bir kere daha beyazları çekmek ten üstüne. Ten kafesinden can kuşunu sevdiğine havalandırmak. Beyazlar içinden daha bir beyazı giymek, giyinmek. Kendi düğününü yaşamak ölüm.
YORUMLAR
Suretten aslına dönmek"
evet istediği buydu ve dileğine kavuştu kavuşalı bizi hasrete boğdu hep
Mekanı şeksiz cennettir
Bütün dünyanın gıpta ile seyrettiği bir düğün
saygılar hocam