- 1891 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hz. MUHAMMED'İN (sa) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (6)
......... devam
c. Dar-ül Erkam
Tarihi bilgilere göre, Peygamberliğin 5. veya 6. yılında tebliğ faaliyetlerine ilişkin eğitim ve öğretim çalışmaları Dar-ül Erkam’ın evinde yapılmaya başladı.
Erkam b. Ebi Erkam el-Mahzun Mekke’nin kenarında, safa tepesi eteklerinde evi olan bir zattı. Müslüman olduktan sonra, evini tamamıyla İslam’ın tebliğ ve eğitim faaliyetlerine adadı. Özellikle baskı dönemlerinde Müslümanlar gece vakitlerinde, putperestler eğlenirken Erkam’ın evine gidiyorlar. Orada sabaha kadar gelen ayetleri okuyorlardı. Çoğu zaman Resulün de bu okumalara katıldığı rivayet edilir. Evin Mekke’nin kenarında oluşu, Müslümanların gözlerden ırak, sessizlik içinde, çalışmalarını güvenilir bir ortamda yapmalarını sağlıyordu.
Erkam’ın evinde yapılan çalışmalar Müslümanların yetişmesinde önemli rol oynadı. Birçok yeni Müslüman, bir araya gelip ayetler üzerinde eksikliklerini tamamladılar. O nedenle tarihe Erkam’ın evi, İslam tebliğinin temel taşı olarak geçti. Sonraki yıllar, Erkam’ın evini Müslümanlar örnek alarak, Kur’an okuma evleri kurdular. Tarikatların, cemaatlerin, mezheplerin oluşturduğu dergâhlar, medreseler, okuma evleri Erkam’ın evinin örnekliğiyle oluştu. Her ne kadar, birçoğu amacından saparak, bu evlerde (dergâhlarda) İslam’da olmayan bidat ibadetler gerçekleştirdiyse de, toplumun eğitiminde evler önemli roller oynamaya devam etti. Günümüzde Müslümanların Kur’an okuma çalışmaları hızla sürüyor. Evler, internet üzerinden odalar, Erkam’ın evinin yansıması olarak kendini gösteriyor.
O gün Müslümanlar okudukları ayetlerin gereğini yapma konusunda birbirlerini destekliyorlar. Gelen ayetlere “işittik ve itaat ettik” esprisiyle bakıyorlardı. Bugün Müslümanların Kur’an okuma çalışmalarının Dar’ül – Erkam’ın evindeki çalışmalarla ilgisi yok. Günümüzde Müslümanların Kur’an okumaları “işittik ve itaat ettik” prensibinden uzakta sürüyor. Okumalardan edinilen bilgilerle kimlik, kişilik oluşturma, hayata ayetlerin anlattığı dini aktarma konusunda eksiklikleri var.
Hz. Ömer’in Müslüman oluşuyla birlikte Müslümanlar tebliğlerini büyük bir gövde gösteriyle ortaya çıkardılar. O güne kadar toplumda tebliğ faaliyetini açıkça yapan Resul olarak görünüyordu. Her ne kadar Müslüman oldu diye hakkında ihbar alınanların yakalandıklarında İslam’ı anlatmış olmaları olsa da, tebliğ hüviyetinde değildi. Kur’an-ı resulden başka ilk okuyanın İbn-i Mesut olduğu konusunda rivayetler var. Rivayetlerle ilgili farklı görüşleri dile getirmenin fazla anlamı yok. Ancak on bin nüfuslu Mekke’de Müslümanların Erkam’ın evindeki ayet okumalarını dışarıya taşıması uzun sürmüştür. Mekke’deki Müslümanlara yapılan baskılar Müslümanları Erkam’ın evindeki gizli eğitime itmiştir.
Hemen her toplumda, farklı düşünceler, farklı ideolojiler, farklı dinler toplumsal söyleme geçmeden önce, günümüzde hücre evleri denilen evlerde benzeri eğitimleri sergilemişlerdir. Gizlilik, egemen olan her düzenin hiç hoşlanmadığıdır. Her ne kadar egemen güçler, toplumdan gizli iş çevirse de, toplumun kendilerine karşı gizli iş çevirmesine asla razı olmazlar. O nedenle, Mekkeliler de, Müslümanların gizli buluşmalarını takibe aldıkları, Müslüman olduğundan şüpheye düştüklerini takip ettikleri tarihi bilgilerde geçiyor.
İçinde yaşadığımız düzende, kendisinden gizli çalışmalara razı olmuyor. Nitekim 70’li, 80’li yıllarda sıkça gördüğümüz, üç beş kişinin bir araya gelerek eğitim çalışması yaptığı konuları, düzenin egemen güçleri, devlete karşı hücre çalışması olarak nitelemiş. Yapanları cezalandırmıştır. Hatta suçlamalarda üç beş kişinin bir araya gelerek “devleti yıkmak için gizli faaliyet sürdürmek” şeklinde suçlanması düşündürücüdür. Böyle garip suçlamalar, söylemler devletin polisleri, savcıları, hâkimleri tarafından bile yapılmıştır. Suçlamaları insanın aklının alması mümkün değildir. Düşünebiliyor musunuz? “Beş kişi bir araya gelse, devletten gizli herhangi bir kitap okusa, devletin egemen güçleri bundan huylanıyor” Neden? Hatta o kadar ileriye gidiyorlar ki, bu üç beş kişi, binlerce askeri, binlerce polisi olan, kocaman bir devleti yıkabileceğini iddia edecek kadar gülünç duruma düşüyorlar. 90’lı, 2000’li yıllarda da düzen kendisinden gizli faaliyet gösterenlerin üzerine eskisi kadar yoğunlukta olmasa da gidiyor. Çağımızda gördüğümüz bu gülünç durumlar, aynen Mekkeli putperestlerde de görülüyordu. Mekkeli putperestlerde ulaşamadığı bilgilerin olduğunu sanıyor, Müslümanları bildiklerini sıkı takibe alıyorlardı.
Gizlilik her zaman toplumda bir güç olarak algılanmıştır. Gerçekte de böyledir. Zira bilinmeyen, insanın düşüncelerini alabora eder. Bilinmeyene karşı büyük merak doğurur. Üstelik bilinmeyen çoğu zaman tehlikeli kabul edilir. Hâlbuki bilinen şey ne kadar büyük olursa olsun, aşılabilir. Mesela; dünyanın en yüksek tepesi bile insan önüne engel olarak çıksa, insan onu gördükten sonra aşmanın yollarını arar. Ama bilmediği şey konusunda hiçbir hesaba giremez. Bu açıdan Dar-ül Erkam Mekkeliler tarafından keşfedilinceye kadar önem kazanmıştır. Zira oraya gelen Müslümanlar kendilerini güvende hissetmişler. Rahatça ayetleri okuyarak bilmediklerini öğrenmişlerdir. Ancak toplumda İslam’ın sürekli yayıldığını gören, hisseden putperestler, ortada kendilerinin bilmediği bazı olayların yaşandığını düşündükçe deliye dönmüşlerdir. Günümüzün devletleri de deliye dönüyorlar. Kendileri her türlü gizli teşkilatları kurarken, toplum içinde kendilerine karşı gizlilik istemiyorlar. Onların gizli teşkilatları evine, barkına, arkadaşına, akrabana, eşine, çocuklarına kadar ulaşırken, onlar asla gizliliğe tahammül edemiyorlar. Onlardaki bu bencillik, büyük bir haksızlık, eşitsizlik olarak ortaya çıkıyor. Yani devletler halkının bütün hayatına gizli bir şekilde müdahale edebilecekler, ama kendilerine karşı gizli faaliyet yürütülmesine razı olmayacaklar. Bu büyük bir haksızlıktır. İktidar olarak, devlet görevinde bulunanların kendilerinde bu tür hakları görmesi gariptir. Hâlbuki devletler halka hizmet için kurulur. Devlette görev alanlar halkın maaşlı memurlarıdır. Düşünebiliyor musunuz? Bir iş yeriniz var, orada memurlar, işçiler çalışıyor. Onlar size karşı gizlice teşkilatlanıyorlar. Sizin hakkınızda her şeyi biliyorlar. Ama siz onlar hakkında gizlice bir çalışma yapsanız hemen sizi suçluyorlar. Ne kadar mantıksız değil mi? İşte devletin, devlet görevlilerin durumu da budur.
Toplumsal muhalefette düşüncelerini açıkça söyleyemeyen, çalışmalarını açıkça paylaşamayanların gizlenmeye mecbur kalması, egemen güçlerin haksız baskılarından kaynaklanmaktadır. Ne var ki, bu tür haksızlığa uğrayanlar bir gün kendileri iktidar olduklarında, şikâyet ettikleri baskılardan daha çok baskı yapma eğilimini gösterirler. Özelikle iktidar değişimlerinin olduğu dönemlerde, değişimi gerçekleştirenlerin topluma uyguladıkları baskılar eskisinden beter olmuştur. “Gelen gideni aratır” esprisi her zaman kendini göstermiştir.
Baskının, zulmün altında edinilen bilgilerin, yaşanılan yaşamların değerleri elbette ki baskısız, zulümsüz dönemlerden daha değerlidir. Belki bu açıdan baskı ve zulümler kutsanıyor gibi olsa da, asla baskı, zulüm kutsanamaz. Allah’ın gönderdiği ayetlerin özünde, Müslüman olanın, her durumda da, ihlâsını (samimiyetini) koruması, üzerine düşen görevleri gereğince yapması esastır. Allah; baskı, zulüm döneminde de, baskısız, zulümsüz dönemlerde de insanın imtihan edildiğini bildirmektedir.
Mekkeli Müslümanlar, Dar’ül Erkam’daki faaliyetleriyle imtihanlarını yerine getirmişlerdir. Elbette daha sonra gelen baskısız, zulümsüz dönemlerde de imtihanlarının gereğini yerine getirmişlerdir. Allah yolunda samimiyetle hayatını ortaya koyanlar elbette huzurdaki hesapta karşılığını bulacaklardır.
d. Boykot
Mekkeli putperestlerin alay devri, tehdit devrine, tehdit devri baskı ve zulüm devrine geçmesine rağmen İslam’ın tebliği devam ediyor. İnsanlar Müslüman olmaya devam ediyorlardı. Yapılan baskılar karşısında Müslüman olanlar İslam’dan döneceklerine, aksine sabrediyorlar, ölüyorlar, her türlü sıkıntıya direniyorlardı. Baskılar arttıkça güçlü olan Müslümanlar kardeşlerine sahip çıkıyor. Ancak her zaman yetişemiyorlardı. Bu nedenle bazı Müslümanlar Habeşistan’a hicret ettiler. Mekke’nin önderleri Habeşistan’a giden Müslümanları geri istediler. Habeşistan’ın kıralı Necaşi Müslümanları vermedi. Mekke’nin elçilerini geri gönderdi. Baskı altındaki Müslümanların Mekke’deki Müslüman zenginler tarafından korunması. Hz. Muhammed aleyhissalamın amcası Ebu Talip, Abbas ve Hamza tarafından korunması. Mekkelilerin elini kolunu bağlarken, ortaya bir de egemenliği kendilerine ait olmayan Habeşistan çıkmıştı.
Habeşistan ayrı bir devlet, ayrı bir toplum, Müslümanlar gibi kitap gönderilen Hz. İsa aleyhisselamı takip eden bir topluluktu. Onların Hz. İsa Aleyhisselamı yüzde yüz doğru takip ettiklerini bir kenara koyarak, putperestliğe karşı oluşta, Hıristiyanlar ile Müslümanlar aynı konumdaydılar. Müslümanların Habeşistan’da sıcak karşılanmaları, Habeşistan kralı Necaşi’nin koruması altına girmeleri, Mekkeliler için önemliydi. Artık Mekkelilerin karşısında bir devlet vardı. Üstelik bu devlet, ticari merkez olarak Araplarca önemliydi. Dinini ticareti olarak gören Araplar, ticari ilişkileri olan devletle ilişkilerini bir çırpıda atamazdı. Eskiden beri Habeşistan’la sıcak ilişkileri olan Arapların böyle giderse ilişkileri bozulabilirdi. Diğer taraftan kendilerine bir kapı bulan Müslümanlar her fırsatta Habeşistan’a giderse, bir de Hz. Muhammed aleyhisselam hicret eder, Habeşistan’ı putperestliğe karşı örgütlerse, bu durum Araplar için hiç iyi olmayabilirdi. Kuzeylerinde Hıristiyan Roma İmparatorluğu, Güney batısında Hıristiyan Habeşistan’ın oluşu Araplar için tehlike arz edebilirdi. Her iki Hıristiyan toplulukla Hz. Muhammed aleyhisselam anlaşırsa durum hiç iyi olmazdı. İşte şimdi Habeşistan tam Müslümanların istediği gibi davranıyordu. Müslümanları koruma altına alıyor. Mekkelilerle ilişkilerinin bozulmasını göze alıyordu. Siyasi, ekonomik, toplumsal strateji açısından durum gittikçe kötüye gidiyordu.
Mekkeliler artık işin çığırdan çıktığına inanıyor. Olaylar Mekke’yi aşıp Habeşistan’a ulaşınca, Mekkelilerin Araplar nezdinde ki iktidar gücü zayıflayacaktı. Arabistan toplulukları, Müslümanları elinden kaçıran, içlerindeki ayrılığı bitiremeyen olarak görecekleri Mekke’nin önderlerine karşı güvenlerini kaybedeceklerdi. Mekke’nin dışına çıkmayan İslam tebliği, devletlere, bütün Araplara yayılabilirdi. Özellikle Habeşlilerin Müslümanlara karşı içten davranışları Mekke’nin putperest önderlerini psikolojik olarak bitirmişti. Deliye dönmüşler, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Birbirlerine düştüler.
Dar’ün Nedve’de çok sert kavgalar başladı. Bütün suçu Haşim oğulları soyuna atıyorlardı. Her ne kadar Mekke’nin yönetici soyu Haşim oğulları olsa da, Haşim oğullarının Dar’ün Nedve’deki temsilcisi Hişam bin Melik (Ebu Cehil) aralarında olsa da, diğer soylar artık Haşim oğullarını karşılarına alma durumuna geldiler. Haşim oğullarına bir ültimatom gönderdiler. Ültimatomun konusu “Hz. Muhammed aleyhisselamı korumayacaklar, kendilerine ya sağ, ya da ölü teslim edecekler, eğer sağ teslim ederlerse ve Mekkeliler Hz. Muhammed aleyhisselamı öldürürlerse kan davasında bulunmayacaklardı” Sunumlarımızın başından itibaren Araplar da soya bağlılığın ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştık. Aşiretten olmak, aşiretine sahip çıkmak Araplar arasında onur meselesiydi. Haşim oğulları, putperestliğe karşı olsa bile, Dar’ün Nedve’deki temsilcileri olan Hişam Bin melik peygambere karşı alınan karara imza atsa bile, Haşim oğulları Abdullumuttalibin yadigarı Hz. Muhammed aleyhisselama sahip çıktılar. Haşim oğullarının aileleri anlaşarak ortalığa fısıltılı haberler yayıyorlar. Muhammed aleyhisselamın kendilerinde olduğunu söylüyorlardı. Bir yatak yapıp içine kendi çocuklarını yatırıyorlardı. Herhangi bir saldırıya karşı şaşırtmaca yapmaktaydılar. Hâlbuki kendilerinde olduğunu söyleyen ailede Hz. Muhammed aleyhisselam olmazdı. O başka bir yerde olurdu, olduğu yer de gizlenirdi.
Haşim oğullarının Hz. Muhammed aleyhisselama ve Müslümanlara bu şekilde sahip çıkması Mekkelileri iyice kızdırdı. Dar’ün Nedve’de boykot kararı alarak ilan ettiler. Boykotun maddeleri uzun değildi. Boykot kararını peygamberin aşiretine karşı uygulamaya başladılar. Tarihi bilgilere göre boykot kararı iki maddeden oluşuyordu.
“Haşim oğullarından ve Abdulmuttalip oğullarından kız alınmayacak, onlara kız verilmeyecek
Haşim oğullarıyla ve Abdulmuttalip oğullarıyla alış veriş kesilecek. Hiçbir şey satılmayacak, hiçbir şey alınmayacak”
Mekkelilerin amacı, Müslümanları, onları destekleyen Haşim oğullarını köşeye sıkıştırmaktı. Her ne kadar Müslümanlardan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve bazı ileri gelen Müslümanlar farklı soylara aitseler de, Mekkeliler onların soylarını direkt muhatap almadılar. Ancak hangi soydan olursa olsun Müslümanların tamamını boykot etmeye karar verdiler. Diğer soylar Haşim oğulları gibi içlerinden çıkan Müslümanlara sahip çıkmıyorlardı. Hz. Muhammed’in Haşim oğulları içinde çok seviliyor olması. Abdullmuttalibin Haşim oğulları arasında çok sevilmesi. Abdullah’ın yetimi Muhammed aleyhisselamın ölmek üzereyken dedesi tarafından aşirete emanet edilmesi. Haşim oğulları için Hz. Muhammed aleyhisselama sahip çıkmak, dinden öte anlamlar ifade ediyordu. Ama diğer soylar için aralarından çıkan Müslümanlar o kadar önemli değildi. Mekke’nin geleceği için aralarından çıkan Müslümanlar feda edilebilirdi. Gerçi boykot süresince Haşimoğullarından başka soylarında Müslümanlara sahip çıktığını görüyoruz.
Mekke’de yaşayan aşiretlerin bir araya gelerek Haşim oğullarını karşılarına almaları, Haşim oğulları tarafından tarihten gelen bir kavganın da ateşlendiğini düşündürüyordu. Tarihten gelen kavga, Dar’ün Nedve’de yönetici soy hangi aşiret olacak kavgasıydı. Uzun yıllardır Haşim oğulları bu konuda yetkiyi elinden bırakmıyor. Hiçbir aşirete de yöneticilik konusunda prim vermiyordu. Ancak Hz. Muhammed aleyhisselamın din tebliği, şartların bu noktaya gelişi, Mekke’nin aşiretlerinin eline fırsat verdi. Onlar ellerine geçirdikleri bahaneyi çok iyi kullanıyordu. Din kavgası, putperestliğin esas alınması, Kabe’nin korunması adı altında gizliden gizliye Mekke’nin dolayısıyla Arapların liderliğine oynamak gündeme geliyordu. Nitekim Medine’de Müslümanların devleti kurulduktan sonraki dönemde, resulün vefatından sonra meydana gelen iktidar savaşlarının altında da, liderlik kavgasında hangi aşiretin esas alınacağı konusu yatıyordu. Hz. Ebubekir Teym soyundan, Hz. Ömer Hattab oğullarından, Hz. Osman Ümeyye oğullarından, Hz. Ali Haşim oğullarındandı. Bildiğiniz gibi Ümeyye oğullarından Muaviye Hz. Ali’nin hilafetine karşı çıkarak savaşı başlatmış. Sonunda hilafeti ele geçirerek Emevi devletini kurmuştu. Abbasiler de aynı şekilde soy kavgasıyla Müslümanların başına iktidar olmuşlardı. Soyların iktidar kavgası ne din, ne kardeşlik tanıyordu.
Mekkelilerin Haşim oğullarına karşı ilan ettikleri boykot, aslında Mekke’nin ve uzantısında Arapların liderliğinin kavgasından başka bir şey değildi. Boykot acımasız şekilde Haşim oğullarını, Müslümanları karşısına almıştı. Müslümanların zenginleri elinde avucunda ne varsa Allah yolunda harcamışlardı. İslam’ın gelişinin yedinci yılında başlayan boykot üç yıl gibi uzun bir süre devam etti. Günümüzün deyimiyle boykot tamamen bir ötekileştirmekten ibaretti. Toplumun geneli, toplum içinde yaşayan bir bölümü, köşeye sıkıştırmış. Toplumsal ilişkileri kesmiş. Toplum içinde yaşamalarına imkân vermez hale getirmişti. Bildiğiniz gibi, günümüzde de bu tür ötekileştirmeler vardır. Mesela,
1. Toplumda bazı kesimler arasında kız alış verişi yasaktır
2. Bazı kesimler bazı kesimlerle ticari alış verişi bırakmışlardır.
Ülkemizde bürokrat ve askeri kesim bir zamanlar yeşil sermaye olarak nitelendirdiği Müslümanların alış veriş etmemeyi, ihalelerine katmamayı öne çıkardılar. Tabi aynı şekilde Müslümanlar tarafından karşılık verildi.
Alevilerden, romanlardan kız almamak, toplumsal ilişkiler kurmamak, akraba ilişkileri kurmamak gibi olgular, tarihten beri getirilen kinlerin birikintisi olarak, boykot mantığında sürüyor. Aynı şekilde bazı toplumların soy inançları, aşiretlerine bağlılıkları, aşiret kuralları, aşiretler arasındaki ilişkiler için konulan kurallar, boykot mantığının uzantısı olarak görünüyor.
Günümüzün boykotlarında, baskı ve zulüm Mekke’deki gibi acımasız değil. Mekkeliler hem boykot yapıp, hem işkence yapıyorlardı. Günümüzde toplumun bir kesimi diğer kesime işkence etmiyor. Ama aralarına boykot kavramına girecek kurallar koyarak boykotu devam ettiriyorlar. Günümüzün sessiz, kemikleşmiş boykotu Mekkelilerin boykotundan beter olarak değerlendirilebilir.
Toplumsal ötekileştirme, toplumların birbirine karşı uyguladıkları sosyoloji, siyasi, ekonomik bir boykottur. Hemen her çağda, ötekileştirme eğilimi toplumun geneline hâkim olanların düşüncelerinde var olmuştur. Toplumun egemen güçleri, kendi iktidarlarını tehlikeli gördüğü anda, boykotun şiddetini artırmış, uzantısında işkence ve zulümleri gündeme getirmişlerdir. Ne yazık ki Müslümanların egemen olduğu dönemlerde de bu tür durumlar meydana gelmiştir. Mesela Müslümanların kuralları arasında da, erkeklerin gayri Müslim bir kadını alabilmesi, ama Müslüman kadınların gayri Müslimlerle evlenememesi bir nevi boykottur. Toplumların kendilerini koruma iç güdüşü, putperest, Müslüman, Hıristiyan, etnik köken fark etmiyor. Kendi aralarında güçlü olabilmek, etnik veya inanç açısından karışıp yozlaşmamak adına ötekileştirerek, boykot hükümleri uygulanmıştır. Mekkelilerin boykot kuralları olarak ilan ettiklerine bakınız.
Kız alınmayacak verilmeyecek
Ticari ilişki kesilerek, mal alınmayacak verilmeyecek
İlk kural, toplumsal, insani akrabalıkların oluşturulması, insanlık kardeşliğinin devamını sağlamak, böylece toplumsal ayrışmaları derinleştirmemek adına atılacak adımların akamete uğratılması olarak görülüyor. Eğer insanlar birbirlerinden kız alışverişi yapmazlar ise, akrabalıklar kesilmiş olacaktır. Hâlbuki Allah “Akrabalık bağlarının kesilmemesini” emrediyor. Ülkemizde “muhacir veya macur” diye nitelediğimiz, batıdan ülkemize göç eden Müslüman Türk kardeşlerimizden bazılarının uyguladıkları, Allah izin vermiş olsa da “akrabalardan kız almamak, akrabalara kız vermemek” evlilikleri mutlaka akraba dışından yapmak olgusu, boykot mantığını yıkan, akrabalık ilişkilerini genişleten bir kavram olarak ortaya çıkarak, toplumların insanlık arasında gelişmesini sağlamaktadır.
İkinci kural ticari ilişkilerin kesilmesi, toplumların yaşamsal kaynağıdır. Zira ticaret, üretilen mal ve hizmetlerin, toplumda, insanlıkta paylaşılmasının diğer bir adıdır. Hibe şeklinde, karşılığı alınmadan yapılan paylaşımların ötesinde, ya takas yoluyla, ya da parayla değer biçilerek yapılacak karşılıklı alış verişler, üretimdeki kısıtlı imkânların toplum içinde bollaştırılması olarak karşımıza çıkar. Mesela bir toplum, toprağının, ikliminin cinsiyle belirli ürünleri üretirken, onları satarak üretemediği ürünleri alır. Yine aynı şekilde belirli konularda uzmanlaşan insanların emekleri satın alınarak, beceremediğimiz işleri yaptırarak, işlerimizin aksamasını engellemiş oluruz. O nedenle, ticari hayat, fıtri olarak yaşamın temelidir.
Mekkeliler tüm zekâlarını ortaya koyarak, dünyadaki insanlık yaşamının temeline boykotla sınır getirmişlerdir. Haşim oğullarının, Müslümanların akrabalıklar kurarak soylar ve bütün insanlık arasında yayılmasını engellemek istemişler. Ticari ilişkileri keserek, yaşam kaynaklarının kanallarını kesmek istemişlerdir.
Mekke’deki boykota karşı gerek Haşim oğulları, gerekse Müslümanlar bütün güçleriyle direndiler. Müslümanların bütün insanlığı kuşatıcı anlayışları, davranışları, toplumların genelinin Müslümanlara, Haşim oğullarına sıcak bakmalarına neden olmuştur. Aşiretlerin liderleri boykot kararında ısrar etseler de, aşiretlerin halkları, kendilerine zarar vermeyen, üstelik her türlü fakire, ihtiyaç sahibine yardıma koşan, boykot altındayken bile yardımlarına koşmaya çalışan Müslümanları görünce, liderlerini takip etmeyi bırakmışlardır. İlk dönemler gizliden gizliye Haşim oğullarına, Müslümanlara yardım eden putperest toplum, boykot ilerledikçe sesini yükselterek, “bu kadar olmaz” demişlerdir.
Mekke’nin önderleri, boykotunda fayda sağlamadığını, aksine boykotun bütün Arapları karşısına alacağının bilincine varmaya başladı. Boykot sürecinde, Mekke önderlerinin, kişisel hırslarının din adına uygulamaya geçirilmesi olarak algılandı. Boykot insanlık dışında kabul edilmeye başlandı. Bundan sonraki bölümlerde ayrıntılı inceleyeceğimiz, Müslümanların tutumu toplumu yanlarına çekti. Özellikle kafirun suresiyle Müslümanlar ile putperestler arasında yol ayrımının kesinleşmesi, Hz. Muhammed aleyhisselamın ve Müslümanların Mekke’nin yönetimine hırslanmaması, buna karşın Mekkeli önderlerin iktidarları için her şeyi yapabilecek davranışları sergilemesi toplumun tepkisine yol açtı. Toplumdaki tepkiler artmaya başlayınca Mekke’nin önderleri tamamen kaybedecekleri anladılar. Çare olarak boykotu bitirdiler.
Mekkelilerin boykotu ne getirdi?
- Müslümanlar ile Hz. Muhammed’e toplumun geneli sahip çıktı
- Toplumun geneli, boykota karar veren aşiretler dahi, önderlerinin yaptıklarını onaylamadılar
- Toplumun putperest önderleri boykota devam ederlerse iktidar güçlerini kaybedeceklerini anladılar.
- Müslümanlar ile putperest önderler arasında yol ayrımı iyice kesinleşti.
Peki, günümüzde boykot uygulanıyor mu? Elbette;
- Müslümanların kendi aralarında uyguladığı boykotlar var. Mezhepçilik, mealcilik, tarikatçılık gibi kavramlarla ortaya konulan kurallar, Müslümanlar arasında kesin bir boykotlaşmayı ortaya koymaktadır. Özellikle sapık, din dışı ilan edilen mezhep, ekol ve benzeri oluşumlara karşı, Müslüman toplumun genelinin boykotu çok acımasızdır.
- Türkiye cumhuriyetini kuran irade, batıcılığı esas alarak, ülke siyasetinde, yaşamında, ister geleneksel, ister kurana göre yaşanan Müslümanlığa, Müslümanlığa karşı kesin bir boykot uygulamaktadır.
- Özellikle doğu toplumundaki bazı aşiretler, koydukları aşiret kuralları ile dışındaki toplumlara boykot uygulamaktadırlar.
- Bugün açıkça dillendirilmese de, yaşama geçeceği anda çıkan tartışmalardan anlaşılıyor ki, toplumun bazı kesimleri, bazı kesimlerinden kesinlikle kız alıp vermez. Evlilikler kurmaz.
- Toplumun bazı kesimi, diğer kesimlerin ürettiği mal ve hizmetlerin ticari alışverişini yapmaz.
Yasa olarak toplumda var olmayan, ama toplumsal örf olarak gelen boykot kuralları, ne yazık ki günümüzde yasalardan daha güçlü olarak varlığını sürdürmektedir.
Bugün zihinlerimizde var olan boykot, kimi zaman inanç, kimi zaman fıkhi hüküm, kimi zaman örfi kaynaklı ortaya çıkmaktadır. Elbette her inanç varlığını ortaya koyabilmesi için belirli kurallar koyacaktır. Kuralların olması ise, kuralların içinde kalan ile dışında kalan arasında fark doğuracaktır. Kuralların içinde kalanlar iktidar olduklarında, ister istemez dışında kalanlara karşı tavır alacaklardır. Onların kural dışı davranışlarını boykot edeceklerdir. Ancak Allah Müslüman’a her konuda adil olmasını, insanların inançlarına, yaşamlarına baskı yapmamasını, özellikle yaşamlarını tehlikeye sokmamasını emretmektedir. Allah’a, dinine, Müslümanlara savaş açmayan topluluklara karşı barışı, huzuru sunması gereken Müslüman, Allah’ın ayetlerinde anlatılan insandır. Allah’ın ayetleriyle kendini geliştirmeyen insan, elbette aklına, bilgisine, örfüne, tarihine göre kendini geliştirecektir. İnsanların aklı, bilgisi, örfü, tarihi ise, insanların ayırmakla meşguldür. Allah’a olan inanç, ayetlerin gösterdiği bilinçle, aklın, bilginin, örfünün, tarihin ayırdıklarını birleştirir. İnşallah Müslümanlar Allah’ın istediği bilince ulaşarak kafalarındaki boykot düşüncesini kaldırırlar.
Boykot düşüncesini derinliğine incelediğimiz zaman, hem boykot uygulamasında, hem de boykotun bitirilişinde, toplumun aşiret anlayışı, akrabalık bağları etken olmuştur. Elbette insanların birbirine davranışları da etkilidir ama aşiret insanlarının aşiretlerine sahip çıkışı, ideolojik, dini, düşünce, felsefi bütün değerleri ikinci plana itmiştir. Aşiretçilik anlayışı bugünkü dilimizde etnik köken veya genişlemesinde ırkçılık olarak kendini gösterir. Eski deyimle kavmiyetçilik anlayışı boykot düşüncelerinde etkendir. Taraf olma duygusu aidiyet olgusunun uzantısı olarak, boykotlarda etkilidir. Günümüzün dünyasında Arap, Türk, Fars denilince hemen Müslümanlar akla gelir. Hâlbuki bu üç ırktan insanların içinde, Hıristiyan, Musevi, ateist, laik, Budist olanlar vardır. Sportif faaliyetlerde, kazakların, Taciklerin, Macarların, Azerilerin, Kafkasların toplumumuzda sempatiyle karşılanması, özellikle batılılara karşı mücadelelerinde desteklenmesi aşiret veya kavmiyetçilik anlayışının uzantısı olarak, din, ideoloji tanımaz. Atilla’nın torunları olarak, Macarların Hıristiyan olmasına rağmen hun kökenli olmalarından dolayı ülkemizde sempati kazanması başka türlü değerlendirilemez. Kazaklar, Tacikler, Kafkaslar, Azeriler, Rusya’nın egemenliğinde yaşarken solcu, komünist yetiştirildiler. Müslümanlıkla ilgileri kesildi. Genç nesillerinin İslam’la diyalogu koparıldı. Buna rağmen ırksal bağlarımız nedeniyle, onları sempatiyle karşılarız.
Aşiret veya ırksal bağları kuvvetli olan bütün toplumlar, taraf olma noktasında, dinleri, ideolojileri bir kenara bırakarak, aidiyet duyduğunu toplumdan yana olurlar. Aynı ırktan olanların birbiriyle din, ideoloji kavgası vermesini dikkate alarak, böyle değildir dememiz zordur. Ne yazık ki, geçmişte, bugün, eski deyimle kavmiyetçilik, yeni deyimle ırkçılık anlayışı, bütün etkenliğini toplumlar üzerinde sürdürmektedir. Hatta öyle ki, günümüzde çokça duyduğumuz “Türklerden başkası doğru dürüst Müslüman olamaz” diyen Türk toplumunun inancına karşılık, “Müslümanlık Araplarla özdeşleşmiştir” diyen Arap toplumunun inancının altında, inançtan çok ırkçılık anlayışı yatmaktadır.
Her türlü anlayışın olumlu olumsuz yanları vardır. Doğrulara karşı olan ırkçılık anlayışı olumsuz iken, doğrudan yana ırkçılık anlayışı olumlu görülebilir. Ancak bu bakış açısı, çıkarlara göre hareket etmek olarak nitelenecektir. Mekke’deki boykot, aşiretçilik yani ırkçılık anlayışının, Müslümanlara karşı yapılan boykotta olumlu sonuçlar doğurduğu, aşiret anlayışının, akrabalık bağlarının boykotu çözdüğü, bitirdiği unutulmamalıdır. Allah’ın gönderdiği İslam dininin önündeki en büyük engel atalar dinidir. Atalar dinini incelediğimizde karşımıza kavmiyetçilik yani ırkçılık çıkar.
Toplumların temel değerlerini oluşturan, örf, inanç, kültür birikimi, günümüzde millet olarak tarif edilir. Allah toplumu oluşturan örfe, inanca, kültüre Allah ayetlerinde atalar dini diyor. Dolayısıyla günümüzün millet tarifini oluşturan anlayış, Allah’a göre atalar dinidir. Onun için nasıl resulün karşısına atalar dini olan putperestlik dikildi ise, günümüzde de toplumların atalar dini Allah’ın ayetlerinin karşısına dikilmektedir. Yani günümüzün millet anlayışı, Allah’ın dininin önüne dikilir. Halbuki Kur’an-da millet Arapça kökenli olarak din anlamındadır. Ülkemizde kullanılan anlamı ise, ırk esas alınarak, ırktan olanların, inançları, toplumsal yaşam biçimleri olarak kabul edilir.
Ülkemizin toplumsal yapısı, farklı ırklardan oluşurken, İslam dini ortak noktadır. Ancak;
Müslüman Türk toplumlarda oluşmuş, Müslüman – Şamanist din anlayışı.
Müslüman Kürt toplumlarında oluşan, Müslüman – putperest aşiret din anlayışı.
Müslüman Fars toplumlarında oluşan, Müslüman ateşperest din anlayışı.
Müslüman Araplarda var olan, Müslüman – Arapların atalar dini anlayışı.
Etkenliğini sürdürmüştür. Hâlbuki bu toplumlar yüzlerce yıl önce Müslüman olmuşlardır. Müslüman olduklarından itibaren Allah’ın ayetleriyle netleşmeleri gerekirken, önceki dinleriyle İslam’ı birlikte yaşamayı gerçekleştirmişlerdir. Böylece topluluklar, İslam diniyle, önceki dinleri arasında ortaklık kurarak yen ibir üretmişlerdir. Ürettikleri dinin saf İslam’la hiçbir ilgisi yoktur. Allah’ın dini halis kılın ifadesi inançlarda, dini yaşamda gerçekleşmemiştir. Onlar Allah’ın ayetlerinin yol göstermesinden çok, örflerinin, eski dinlerinin gösterdiği yola uymuşlar. Yıllarca yaşadıkları hayatın oluşturduğu anlayış, yaşama biçimi, gittikçe kemikleşerek, ayetlerin anlaşılmasının, hayata aktarılmasının önüne geçmiştir. Bugün Arap, Fars, Türk ve Kürk toplumlarının İslam dini anlayışı, Allah’ın kur’an-da bildirdiği İslam’dan uzaktır.
Mekke’deki boykota dönecek olursak, Mekke’deki boykotun kırılmasında yararı olan aşiret / ırkçılık anlayışı, daha sonra Allah’ın dininin yerine geçerek, ayetlerin yeryüzünde uygulanmasını engellemiştir. Resul zamanında parlayan ufak tefek tartışmalar. Resulden sonraki dönemde ayyuka çıkmış, Müslüman toplumları Allah’ın yolundan uzaklaştırarak, kavimlerin, Irkların, soyların birbiriyle kanlı mücadelelerine neden olmuştur. Bugün, yakınlaşmanın, ortaklaşa hareket etmenin baş kriteri, inançlar olma yerine, ırklardır. Bazı mezheplerin oluşması… Müslümanlar arasında birçok mezhebin kemikleşmesi… Mezhepler içinden hak ve batılların ayrılması. Günümüzde siyasi, ideolojik organizasyonların oluşması, dikkatle izlenirse, ırksal yaklaşımların, dini, ideolojik yaklaşımlardan daha etken olduğu görülecektir. Hâlbuki Allah katındaki gerçek iman, atalar yolunu terk edip, toplumların ürettiği ilahları, anlayışları terk ederek, ayetlerin çizdiği yola girmektir. Müslümanlara düşen görev, olumluları en güzele, olumsuzları olumluya dönüştürecek bir gayretin içinde olmalarıdır. İnsanlarda, toplumlarda var olan, her türlü kötü, olumsuz eğilimler, dinamiğinde bir enerjiye sahiptirler. Müslüman; bütün bu enerjileri olumluya çevirmesini bilerek, ayetlere göre dini yaşamış olacaktır. Dünyadaki imtihanın esası da budur.
devam edecek...............