Yeni, yeni yenilik ve iki bin on üçe merhaba...
Merhaba değerli arkadaşlarım.
Kıymetl şairler ve şiir severlere...
Şimdi kısacık iki satır bir yeni yıl kutlaması yapmayacağımı baştan söyleyim de günah gitsin benden.
İçimi hiç yapmadığım kadar bir iyi dökeceğim.
İçimde birikenlerden alınanlar olacaktır ama bunca yıl sabrettiğime onları uryan bırakmadığına şükretsinler.
Biraz da ben duygu sömürü yapayım bakalım.
Yani düşünürken, düşünürken, şükürler olsun şimdi şu sıralar halime şükretmem gerektiğinin bilincindeyken; ama olmaz ki kardeşim ağrıma gidiyor.
Ne ağrıma gidiyor söyleyeyim; şu emekli kartım, öylesine düşük ki kredisi seferberlik kartı gibi..
Koç burcuna mensubum ya azıcık inatçıyımdır hani...Ya da prensipler diyebilirsiniz.İnat ettim kredi kartı almadım, almayacağım da...
Bu memlekette emeklinin itibarı yok mu?
Şimdi anlatacaklarım için amma da övünüyor diyebilirsiniz ama, sabreder ve tahammül edip de sonuna kadar okursanz açıklayacağım.
Yılbaşı sanırım pazartesi günü akşamı.
Ankara yine sisli, yağmurlu ama her zamanki gibi ne tam yağıyor, ne de açıyor.Lakin bu gün güzel ve sanırım yılbaşında herkes kar beklerken, özellikle çocuklar(hayal kırıklığı yaşayabilirler.)Zira tatil çocuklar için ve kar diyince kardan adam ve okul çantaları üzerinde kaymak bile çocukları nasıl da neşelendirir.
Çocuklarımız, çevredeki çığlıklarıyla yetişkinleri de gülümsetip imrendiren çocuklarımız, belki sıcak havayla çok ta ilgilenmeyecekler.
Ama kış ne kadar geç gelse ve güneşli havalar ne kadar çok olsa fakirlerin yüzünü güldürür.
Fakir demişken; şimdi konudan konuya atlıyorum ya ne yapayım hiç unutamadığım az acılı bir anımı sizinle paylaşmak istiyorum.
Savaştan bir yıl önce doğmakla seferberlik çocuğu olmanın ve de beş yaşındayken babamın kaybıyla ben hem öksüz hem de savaş çocuğu sayılırdım.
Cumhuriyetin o pırıl pırıl olduğu ilk yıllar insan gibi yaşamanın erdemi tabii ki gerek canlarımızın kaybı ile gerekse savaşın ardında kalan yokluklar ve problemler yüzünden
pek tabii ki, yoksul bir ülke ve yoksul bir halktık ama dimdik ayaktaydık.
Savaş sonrası ülke fakirdi, aileler fakirdi...
Ekmek ve bir çok ihtiyaç karneyle ve kısıtlı miktarlarda veriliyordu.Bunları hatırlamam mümkün değil ben anlatılanlardan yola çıkarak o yılların genel görünüşünü anlatmaya çalışıyorum.
Yine de şimdiyle mukayese edildiğinde şimdiki gibi hiç bir şey kilo buçuk alınmazdı ve bereket vardı her şeyde...
Biz de rahmetli babamın bize bıraktığı kerpiçten ama çiftlikle villa arası ön ve arka bahçesinde her türlü meyve ağacının bulunduğu ve şimdilerde müştemilat denilen eskiden çamaşırhane adı altında her türlü ihtiyacı karşılayan bahçenin bir köşesinde, toprak damlı mini evimizle herkes gibi yaşayıp gidiyorduk.
Bahçemizdeki tulumba da şimdilerde düşündüğümde nostaljik konumuyla her daim hatralarım arasındadır.
Tulumba,bahçemizdeki ağaçlar; iki ağaç arasına kurulan salıncaklarım kadar her zaman baş rolde idi... Zira, haşarı ortanca abim küçükken kafasını tulumbanın çapraz demirlerine sokmuş bir daha çıkaramamıştı.
Olacak aksilikler genellikle ve de ne hikmetse, rahmetli annemin çamaşır gününe rastlar dı. ve Bahçede çamaşırlar kazanda kaynarken, ocağın ateşinden faydalanmak da o günkü işler arasındaydı.
O gün telaşalı bir gün olup,ilk öğlen yemeği hazırlanması ile yoğun geçecek güne başlanırdı.
Hazır kazanın altında korlaşmış ateş ve külü varken iki ara bir derede ateşte biberler közlenir, eğer durumlar müsaitse kuşbaşı etler de baharatlanıp şişlere geçirilerek kebap yapılır, yayık ayranı eşliğinde afiyetle yenirdi.
Bu pek nadir günlerde olsa da yediğimiz , içtiğimiz; ve ne yediğimiz belli olduğundan korkusuzca, kilo derdi olmadan yer içerdik. Hep bir arada çoluk çocuk ailece yenen bu yemekler her ne kadar iş güç arasında olsa da, dere kenarlarına gidilen piknikleri pek aratmazdı...
Dere kenarları demişken biraz bahsetmem yerinde olacak.
Oralara sırf piknik yapmaya gidilmez; esas gaye bahar aylarında evdeki eşyaların, özellikle kilimlerin, kışın isinden kirinden kurtulması için kilim yıkamak, temizlik yapmaktı.
Köpüç denen kalın tahtalarla dövülen kilimler temiz olmasına olurdu ama, hani bir hayli zahmetliydi de.
Yemeğin ardından kapının önünden geçen sepet sepet Sürsürü üzümlerinden alırdık; (tercihimiz daha çok oldukça kaliteli,olan ve Tehernebi denilen beyaz ince kabuklu olanıydı)Duyduğuma göre şimdilerde Sürsürü’de o güzel üzüm bağlarından eser kalmamış.
Oralara bir çok lokanta yapılmış.
O günlerin belki adetlerinden veya yoksulluk yüzünden olsa gerek, çamaşır yıkarken aklanması için soda yerine suda ıslatılan odun külünün suyu kullanıldığını da hatırlıyorum.
Mevsim kış ise, bahçede ağaçtan ağaca gerilen iplere asılan çamaşırlar gece soğukta donarlardı ve her biri bir adam görüntüsüyle, ve mis gibi kokusuyla o günlerden aklımda kalan unutamadığım en sıcak anılardır.
Çamaşırhanenin bitişiğindeki iki dut ağacı arasına kurulan salıncak benim değişmez mekanım olup bahçemizdeki en sevdiğim köşeydi...
Sabahtan akşama kadar annemin bütün çağrılarına rağmen, yemek saatinde dahi ısrarla ve sessiz bir baş kaldırı ile hayallerimle baş başa kaldığım salıncağım, en sevdiğim köşe olarak kaldı hep hafızamda...
Evin en küçüğü olarak Yalnız, ve birazcık da çalı kuşu hüviyetinde ağaçlara çıkıp inemeyen, abilerinden yardım isteyen o küçük kız çocuğu, yani ben; hayal dünyamda tasarladığım ilk şiirlerimi orada yazmıştım
Küçük kızın dünyası gittikçe büyüyordu. Kitaplarla tanışıp büyük abisinin sürekli roman türü kitaplar getirmesiyle de hayalleri büyüdü, büyüdü ve yeni yerler görmek yeni insanlar tanımak isteği ile gün geldi Ealazığa sığamaz oldu.
Ön bahçenin çepeçevre beton duvarları demir parmaklıkları vardı...Önceleri dubleks şeklinde bitişik ikiz ev yaptırmış rahmetli babam.
Sonra sanırım ihtiyaçtan olacak ev dört daireye ayrılmıştı. Üçü kiraya veriliyor bahçe katında biz oturuyorduk.
Evimizin bitişiğinde Akasya ağaçlarının olduğu, kiremit topu, istop oynadığımız, gece yarılarına kadar komşu çocuklarıyla güven içinde eğlendiğimiz bir ev yeri kadar da arsası mevcuttu.
Mutluyduk ama evin ağır vergileri yüzünden zor geçiniyorduk oldukça fakirdik.
Hani fakir şeytan derler ya biz de öyle diyelim.
Aslında var evin yoksul kedisi idik.
Rize köylerinden avrupa’ya çalışmaya giden Romanya’yada uzun yıllar çalışıp bir hayli varlık sahibi olan büyük babam(yani babamın babası)kışın İstanbul Ortaköy’deki (köşk değil belki ama ) mütena semtin konforlu dairesinde, yazın Erzurum’da köydeki arazisinde bolluk içinde yaşarken, aradaki bir üveylik üvey babaanne yüzünden bizim halimizi hatırımızı pek sormazdı...
Evvelki gün iki tarafı da giyilen pelüş bir manto aldım.
Ne tesadüfdür kü elimde de Sabahattin Ali’nin kürk mantolu Madonna romanı...
İlerde bu güzel romandan bahsedeceğim.
Belki ne alâka diye sorulabilir, nasıl bir bağlantı kurulduğu merak edilebilir...
Yalnınz ne var ki belirtmeden geçmemem gereken husus: mantonun kürk oluşundan ziyade ve Madonna’lıkla da uzaktan yakından bir benzerlik bir ilgi olmadığına göre geriye bir kışlık giysi manto kalıyor.
Ve bu kelimenin sıcak bir çağrışımı var. Şimdilerde her ne kadar manto, veya palto yerine kaban giyilse de kışı şiddetli geçen yörelerde uzun bacaklarımızı saran bir mantonun gerekliliği ve anlamı her zaman başkadır.
Evlere bile manto giydirilen bir dönemde beni kış boyu ısıtacak, karşılık beklemeden sevgisi ve sıcaklığıyla beni sarıp sarmalayacak bir manto aldığıma asla pişman olmayacağım.
Belki de bu yazı o münasebetle olmasa da, manto giyilen dönemleri anımsattı bana.Sanırım daha önceden tasarlanmış gibi bu yazı da bu nedenle kafamda oluştu; zira, bu üst üste gelen tesadüfler bi şekilde anılarımın canlanmasına vesile oldu.
Pek tarzım değil, spor giyimden hoşlanırım; ama insanın zamanla ihtiyaçları da zevkleri de değişiyor.
Kürk manto dedim pelüş dedim.
Giysi de imitasyon sevmem; lakin hayvan hakları var; ve onları koruma açısından olmasa bile (tabii ki o da çok önemli ama ben hayvan, insan, çocuk hakları diye ayırmıyorum)insan olarak, zalimlik olarak gördüğüm bu dehşetin günahına ortak olmak istemezdim elbette...
Kürkü için bir hayvanın öldürülmesine göz yumamam ve asla tasvip etmediğim (yani kürkü için bir hayvanı katletmek) düşüncesinden bile rahatsız olduğum bir konudur.
Sırf renkleri güzellikleri için sadistçe, bilinçsiz ve acımasızca vurulan kuşların yaşam haklarının ellerinden alınıp öldürülmesi içler acısı bir durum.
Bir de onların içleri doldurulup, evlerin duvarlarında sergilenmesi oldukça düşündürücüdür.
Sadece kürkü için acımadan şuursuzca vurulan hayvanlar, beni öteden beri hep çok üzmüştür.
Ha belki sanayide kullanılan, özellikle ayakkabı yapımında kullanılan; eti için kesilmiş, veya bi şekilde ölmüş hayvanların derilerinden yapılanlar, genel yaşam tarzımızda gerekli gibi görülebilir, acıma duygumuzu hafifletebilir.
Mi diye de kendimizle muhasebesini yaparak yanlışlarımızı,belki de yanlış alışkanlıklarımızı sorgulayabiliriz.
Her zaman alternatifler vardır ve biz insanlar böyle böyle çağdaşlaşıp evrimlerle evcilleşmedik mi?
Şimdi bunları neden anlattım?
Konuya geleceğim, aslen Rize’li olan baba tarafım Erzurum’da ve arazi aldıkları bir köyünde yaşıyorlardı...Amcam’sa geçimini oğullarının katılımıyla kendilerine ait kamyonlarıyla nakliyecilik yaparak sağlıyordu.
Amcamın o sıralar otuz yaşlarındayken vefat eden bir melekten daha da müşfik oğluyla ilk tanışmamız bir kaç sene öncesinde kış kıyamette Erzurum’dan kamyonuyla bize gelmesi ile olmuştu.
İhsan ağabeyimin niyeti, annemle birlikte bizi Erzurum’a götürmek akrabalarımızla, yani baba tarafımızla tanıştırmaktı.
Gideceğiz ama kış kıyamet, annem yengemle ben ve şöförümüz birlikte dört kişiyiz.
Sıkışık bir vaziyette ve oldukça zor şartlarda dağları karlı şiddetli kışların hüküm sürdüğü Erzurum’a gidecektik ve bu yolculuğu nasıl göze almıştık halâ düşüncesi bile titretir beni..
Lakin kış mevsimini aylarca gayet soğuk ve çetin şartlarda geçiren Erzurum’a giderken benim sırtımda bir mantom bile yoktu..
Elazığ’da sünnet edilen çocukların bir kivresi olur ki akrabadan ileridir.
Hem kapı komşumuz, hem de ortanca abimin kivresinin aşağı yukarı ben yaşlarda olan kızının mantosunu verdiler bana...
Yola çıktık. Pül ömür taraflarında şiddetli kar fırtına tipi var.O havada hangi akılla öylesine çetin ve uzun bir yolculuğa çıkmışız şimdi anlam veremiyorum.
Yollar ise, sürekli viraj tehlikeli ama ben ilk kez babamın memleketine gidiyor olmanın sevinci, ve çocuk olmamın heyecanıyla yolculuktan mutluyum.
İlk kez evden çıkıyor ve bir muhteşem macera yaşıyorum tıpkı korku ve macera dolu bir Türk filmi gibi.
Bu hiç unutamadığım bir anıdır.
Yazdıklarım makale midir anı mıdır her ne olursa olsun denemedir.
Muhtemelen kusurlarım çok olacaktır.Zaman zaman öyküler yazıyorum ama bu yazı türü ne olursa olsun biliyorum ki hatayı affetmez.
Ezelden beri ilgi alanımda sanat hep baş rolde olmuştur; keza edebiyat tabii ki şiir sinema, fotoğraf, resim ve kitaplar bütün ömrümde benim olmazsa olmazlarım olup, olanla övünmüş olmayana yerinmişimdir.
Şöyle ki ya iyi bir gazeteci, ya sinema film yapımcısı; ya da iç mimar olamadığım için özlem duymuşumdur hep.
Çocuklarımı değilse de, torunlarımı bu yönde etkilemeye, yönlendirmeye çalıştığım söylenebilir.
Doğru mudur değildir midir tartışılır ama, benim özenmelerim illa ki olsun tarzında baskı değil öneridir.
Kendilerini çok yönlü eğitmeleri, meraklı olmaları için, hevesli olmaları için bir nevi nasihat veya konulara dikkat çekme isteğim olmuştur.
Hayatım boyunca her şeyde estetik aramışımdır.
Modayı takip etmek değil ama giydiğini yakıştırmak; Temizliğe giyimine gösterdiği itina, insanın kendine olduğu kadar başkalarına karşı da görevi olmalıdır.
Arzularım hep düzenli şehirler, zevkle dekore edilmiş evler, bakımlı bahçeler, piknik alanları yani insana yaraşır yönünde idi hep.
Velhasılı bu deneme yazısının adı ne olursa olsun bir gayesi olmalıydı; düşündüm kendi kendime, ne anlatmıştım ne anlaşılıyordu? Bu yazının haspel kader okunduğunu var
sayarsam; okurun yorumları ile eksikleri, fazlalıkları denetleme fırsatı bulacak mıydım?
Yazdıklarım birikimlerimin dökümü ile politik bir söylem mi, genel bir sesleniş veya egemenliklere başkaldırı mı idi.
Konunun özü ve son sözü ne idi diye düşündüğümde, oğluma yaptığım bir şakaya tepki olarak onun da birazcık homurtuyla, ve gülümseyerek vücut diliyle söylemsiz yanıtından anladım ki, erkek egemenliğine bir sitemdi yazdıklarım.
Ne demiştim oğlum ve torunuma; (bir sevgilim, beni saracak bir sevgilim olmadığı için beni bu kışın soğuğunda ısıtacak bir kürk manto aldım kendime:)
Şüphesiz bu yazının içinde her birinin rolü vardı ama, ne manto ne hayvan hakları ne de fakirlik, yalnızlık, öksüzlük, üveylik kimsesizlik değildi baş rolde olan.
Bu yazıda iyisiyle, kötüsüyle yaşanmış hatıralar ve koskocaman bir hayattı dile getirdiğim.
Burada artık izninizle hoşça kalın demenin vaktidir.
Hoş görü gösterebileceğinize inandığım bir çok şeyi ve özelimi sizlerle paylaşmak istedim.
Okursunuz, veya okumazsınız; şayet okursanız, yorumlarınız birazcık umudumu kıracak olsa dahi çok faydalanacağımı düşünüyor şimdiden teşekkür ediyorum sevgilerimle...
:) bitti...
Yüksel Nimet Apel
28/Aralık/2012/Cuma/Ankara
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.