HASRET ...
Öğleden sonra deniz kenarına gitmek, sahil boyunca dolaşmak istiyordu günlerin yorgunluğunu ve birikmiş sıkıntılarını üzerinden atmak için.Sıkıntılar ve yalnızlıklar onu o kadar çok bunaltmıştı ki; ne yapsa, nerelerde dolaşsa kendini kurtaramıyordu moralsizliklerden. Can sıkkınlığı yüreğinde yuvalanmıştı. O yüzden de kendini sürekli işe vermiş, birikmiş tüm hıncını geç saatlere kadar çalışarak alıyordu. Küçük dükkanı onun tek dünyası idi. Her nasılsa bugün iş yerini kapatıp efkar dağıtmayı düşünüyordu. Memleketinden ayrı kalışı, uzakların koynunda biçaresizliğin ritimlerinde kaskatı kesiliyor, unuttuğu tebessümlerinin yerini dudaklarının üzgün hali alıyordu. İçindeki deli fırtınaların dinmesini, ruhuna çöken karanlıkların aydınlığa kavuşmasını arzular hayali; akıp giden her gününde sıkıntılara gark oluyordu. Çevresindeki tanıdıklarına halini belli etmeden, onlara meramını anlatmadan için için yanıyor, mum gibi eriyordu.
Gün ilerlemişti.Öğle vaktinin gelip dayandığı saate anlamsız bakışlarla baktı. Kafasındaki sıkıntılı düşüncelerden sıyrılması, baykuşların tünediği ruhunu dinlendirmek isteyişi bir gıdım fayda sağlayacağını ümit ediyordu. Havanın rüzgarlı ve yağmurlu olmasını aklının ucuna bile getirmemişti. Güz günlerinin havasının bedenini üşütecek olması o kadar da önemli değildi. Onun yüreği dört mevsim güzdü! Tereddüt etmeden koridordaki askılıktan deri montunu alıp giydi. Kapıya doğru yönelirken ceplerini karıştırdı. Evin ve arabanın anahtarlarını aradığı telaşlı halinden belliydi. Anahtarlarının cebinde olup olmadığından emin olmak istiyordu. Bir kaç kez dalgınlığına denk gelip anahtarları içeride unutmuş, çilingirciyi çağırmıştı. Kafasında türlü düşüncelerin oluşu onu dalgın yapıyordu. O nedenle dikkat etmeye çalışıyordu. Montun sol cebinden bir tomar anahtarı şakırtı sesi ile çıkardı. Dış kapıya doğru yönelecekken ani dönüşle mutfağa gitti. Ocağın düğmelerini kontrol etti. Bazı zamanlar dalgınlığından ocağın üzerindeki pişmekte olan yemeği, çaydanlığı unuttuğu olmuştu. Aklına gelir gelmez gittiği yerden geri dönüp gelmişti. Ama bazende içine şüphe düştüğünde de geri gelmişti emin olmak için. Bir gün spor saatine zamanında yetişmek için aceleyle çıktığı evinin kapısını kapamadan gitmişti. Komşusu farkına varıp evin kapısını kapamıştı ’ne olur ne olmaz’ diye O nedenle şimdi peşinen her şeyi kontrol ediyordu. Her yeri iyice kontrol ettikten sonra artık güvenle deniz kenarına gidebilirdi.
Arabasına binip biran önce uzaklaşmak istercesine gaza basıp yola koyuldu. Deniz uzak değildi kaldığı yerden. İki buçuk kilometrelik mesafedeki sahile havaların iyi olduğu günlerde bisikleti ile giderdi. Bugün yağmurlu ve rüzgarlı oluşu onu arabasına binmeye zorlamıştı.Hava pekte düzeleceğe benzemiyordu. Gökyüzündeki gri bulutlar gittikçe katranlaşıyor, Okyanusun nazlı dalgaları hırçınlaşıyordu. Martılar uçarken zorlanıyor, takati kesilmiş yaşlı insanlar gibi bitkinleşiyorlardı. Sokakların sessizliği, rıhtımlardaki kimsesizlikten belliydi neşesizlik. Sokak lambalarının rüzgarda tokatlanışı, denizin beş yüz metre kadar içlerine demir atmış dev gemilerin sağa sola yatışları korkutuyordu alabora olacak diye...
Aslında yağmurlar altında sırılsıklam olmayı hep yeğlemişti. Ilık bahar yağmurlarında özellikle sessiz, tenha kaldırımlarda yürümeyi çok seviyordu. Sırılsıklam aşıklığın ayrılıksı acılarında vücudunun ıslanmışlığının hiç bir önemi yoktu. Aşkının hasretliği onu deli-divane etmişti. Ama bugünün şartlar elverişli değildi. Ve bu güz günleri eskilere nazaran daha çetin, daha öldürücüydü. Yılların yalnızlığında elde ettiği tecrübeleri ona daha tedbirli olmasını öğütlüyordu geçmişi.
Caddelerden azami hızla ilerlerken Göktürk, cd çalarına Ali Kınık’tan bir cd koydu. Arabanın dört bir yanına yayılan ilk türkü isyandı. ’Alayına İsyan’ türküsünü çok seviyordu. Kendisine, memleketine, devletine, insanlığa yapılan adaletsizliklere, haksızlıklara baş kaldırışın ifadesi olarak o parçayı çok seviyordu. Dünyanın neresine baksa, kan ve gözyaşı vardı. Anaların acı feryatları, minik çocukların göğü yırtarcasına çığlıkları gözlerinin önüne perde perde iniyordu bu türküyü her dinlediğinde! Güçlü olanların ezdikleri, katlettikleri insanlık onuru zıpkın gibi yüreğine gelip saplanıyordu. Bazen sağ, bazen sol yumruğunu ve dişlerini sıkıyor, imkansızlıklar karşısına dikilince boynu sol yanına düşüveriyordu. Tek yapabildiği; kaleme sarılıp şiirler, hikayeler, makaleler yazmasıydı!..
Şiir yazmaya yüreğini koymuştu. Aşkına, vatanına, tüm insanlığa şiirler yazıyor, öfkesini ve hıncını ancak öyle alabiliyordu zalimlere karşı. Memleketinden uzak, ömrünü hibe ettiği diyar-ı gurbet ellerde her şey onun için dert, sancıydı. Çok sevdiği yarinden, vatanından, dava arkadaşlarından uzak kalışı da kendisini bitiren, yıpratan duygulardı. ’Gurbet ellerdeyim diye özümü unutmak mı gerek?’ diye sık sık kendisine sorduğu soruydu! Göktürk; yetiştiği ortamdan olsa gerek, milli duyguları tavan yapan bir kişiliğe sahipti. Hafta sonları olduğunda doğruca gençlerin yanına gider, onlarla yakından ilgilenir, bilmediklerini öğretiyordu. Geçen mayıs ay’ında bir cumartesi akşamı Bengü taşlara vurulan Bilge Kağan’ın Türk milletine öğütlerini uzun uzun anlatmıştı. Gurbet ellerde doğup büyüyen gençler şaşkın bakışlarla pür dikkat dinlemişlerdi onu. Tarihinin derinliklerini öğrettikçe gençlere, çok mutlu oluyor, hasretliklerini bir nebzede olsa gideriyordu. Onun yüreğindeki aşk bambaşkaydı!..
DEVAM EDECEK...
Zafer Direniş
...
24 Aralık.2912 Salı 23.15 Lahey