BEYLERBEYİ KADINLAR HAMAMI VE BİR ERKEK ÇOCUĞU
1956-57 Yıllarında rahmetli annem haftada veya onbeş günde bir bizi tarihi Beylerbeyi kadınlar hamamına götürürdü. 1778 Yılında Padişah 1. Abdülhamit tarafından yapılan bu hamam o tarihlerde, diğer hamamlar gibi çok revaçta idi. Çünkü bilirsiniz o tarihlerde şofben filan olmadığı için, insanlar ya bizim gibi evlerindeki kara kazanla su ısıtarak veya bu hamamlarda yıkanırlardı.
Annem savaş yıllarını yaşamış her Türk vatandaşı gibi çok tutumlu bir kadındı. Bu yüzden de hamamın özel odalarını pas geçip, bizi bütün kadınların soyunup giyindiği umûmi salonda soyar, peştemalımızı belimeze takıp, sıkıca tuttuğu elimizden çekerek odadan çıkarırdı. Hamamın yıkanılacak bölümüne girmeden önce, büyükçe bir sobanın ısıttığı holden geçerdik. Burada eteklerini bellerine toplamış, uzun donlu, sigara içen “natır” lar (kadınları yıkayan kişiler) bulunurdu ve biz onlardan çok korkardık. Sadece natırlardan değil, koca memeli, şişman ve bana korkutucu bakışlarla (!) bakan diğer kadınlardan, kısacası annemizin dışındaki bütün kadınlardan korkardık. Dahası, utancımızdan ve korkumuzdan taa yerin dibine girerdik.
Efendim, kadınlar hamamında genellikle hanımlar peştemal takmazlardı. Ancak, bazıları ellerine aldıkları sarı hamam taslarıyla usûlen önlerini kapatırlardı. Çoğu öylece anadan ûryan dolaşıp, hem konuşacak birilerini ararlar hem de gelinlik kızların vücutlarını incelerlerdi. Anneciğim bizi, tam “külhan” nın (hamamı ısıtan odunların yakıldığı yerin üstü) olduğu göbek taşının olduğu en büyük odaya sokarak , orada bulunan iki adet sarı çeşmeli “kurna” ların ( sıcak ve soğuk suyun aktığı yer yüzeyindeki büyük lavabo) etrafında toplanmış kadınlara; “müsade buyur hanım” dedikten sonra onlara şöyle bir omuz atıp, kurnanın başına kurulurdu. Annemin güçlü otoritesi, diğer kadınların itirazlarına meydan bırakmadan, bize de; “gel yavrum, buraya muhabbete gelmedik, ikisabun atıp çıkacağız zaten” komutuyla bu itirazlar başlamadan biterdi.
Annem bizi sıcak suyla haşlayıp, keseledikten sonra, pençe pençe olmuş kızarmış bedenimizi üç kez de sabunlardı. Sonra bizi birköşeye otutturur , kendi işine yapmaya koyulurdu. Kurnaların başına gelen hanımlar, hemen önlerine veya göbek taşının üzerine evlerinden getirdikleri nevaleleri açarak sergilerlerdi. İşte bizim en korktuğumuz an da bu an idi. “Ya annemizin karşısına bir arkadaşı çıkarsa..?”... İşte o zaman kaçacak delik aramaya başlardık. Ama orada tuvaletten başka kaçacak bir delik yoktu, orası da koskoca “Hamam Böcekleri” ile doluydu. Aslında amacımız, bir an önce Çengelköy Havuzbaşı’n daki arkadaşlarımızın arasına dönüp onlarla oynamaktı. Ama eğer annem bir arkadaşı ile karşılasırsa, en az iki saat bu cehennemden kurtulamayacağımızı biliyorduk.
Bir süre sonra, kadınların getirdikleri meyveler, yemekler, börekler, sarmalar, tatlılar ve limonataların tatlarına bakma faslı başlardı. Bu sessizlik yerini hangi odadan geldiği belli olmayan, bir hanımın kusursuz ve eğitimli sesi, bir şarkı söylerdi. Hamamın dizaynından ve kubbesinden oluşan doğal “Hamam Eko” nun da verdiği güçle, herkes anadan üryan olmakla beraber yine de mistik bir hava oluşur, şarkının icrası bir başka güzel, bir başka anlamlı olurdu ki, hamamda bulunan diğer kadınların sesi soluğu kesilir, herkes o güzel sesi dinlerdi. Şarkının bitiminde gelen müthiş alkış tufanınan sonra, sıra oyun havalarına gelirdi ve hemen her kadın ilk önce oturduğu yerde, sonra da kalkarak oynamaya başlardı. Hamamdan çıkan hanımlar, zemini “topuk taşı” n dan yapılmış özel oda da ayaklarının altını da temizleyip öyle çıkarlardı.
Sevgili okur, rahmetli anneciğim bizi ilkokul 2. Sınıfa kadar zorla da olsa bu hamama götürdü. Önceleri korkumuzun dışında, ne biz kadınlara, ne de kadınlar bize ilgisizdi. Ancak, 6-7 yaşlarımızda kadınlar artık arkamızdan lâf atmaya başlamışlardı. “Babasını da getirseydin hanım”, “şuraya bak kazık kadar çocuk” gibi lâflar bizi yakıp kül ediyordu. Arkamıza dönüp, “teyze benim babam öldü, gelemez ki” demek istiyor, ama söyleyemiyorduk. Gerçekten her cumartesi tekrarlanan bu senaryo artık bizi perişan etmiş ve bu hamama karşı, gizli bir kin besler olmuştuk.
Çengelköy Havuzbaşı İlkokulunda 2. Sınıfa giderken çok otoriter ve ciddi bir bayan öğretmenimiz vardı. O hafta “Temizlik Haftası” idi ve öğretmenimiz bizlere, “İnsanlar Niçin ve Nerelerde Temizlenebilirler” başlığı altında bir kompozisyon yazmamızı söylemiş, bizlerde sınıf olarak kendimize göre bir şeyler yazmıştık. Bu kompozisyondan biz pekiyi almıştık. İşte o cumartesi olan oldu ve dünya başımıza yıkıldı. Annem yine bizi kıskacına almış, Beylerbeyi kadınlar hamamının yolunu tutmuştuk. Biz yine koca memeli, arkamızdan lâf atan kadınları düşündükçe, huzursuzlaşıyorduk ama annemin buna aldırdığı bile yoktu.
Beylerbeyi kadınlar hamamına girdik, umumi odada soyunduk, annem bize peştemalımızı taktı ve elimizden yine kerpeteniyle tutup, çekiştirerek hamamın koridoruna soktu. Aman... Allah’ım doğru mu görüyorum?.. Olmaz... Olamaz... Olasa olsa bir kabus bu... Bir de ne görelim, sınıfta bir bakışından bile çekindiğimiz ilkokul öğretmenimiz ve üstelik yanında kızı ile karşıdan bize doğru anadan üryan gelmiyorlar mı?.. Ellerindeki sarı hamam taslarını usûlen önlerine tutmuşlar, güle oynaya bize doğru geliyorlar. Şu fanî dünyada bundan fazla utandığımızı hatırlamamız imkânsız. Hemen oradan kaçıp kurtulmak istiyoruz ama annemizin kerpeten gibi parmakları buna mani oluyor. Sonra tuvaletteki koca hamam böcekleri... Ahh, nerelere kaçsam...
Hamamın koridorunda biz, öğretmenim ve kızı ile karşı karşıya geldik. Bizim düşüncemiz, annemiz bizi şööyle çaktırmadan arkasından içeriye doğru bir kaçırabilse, biz koca memeli kadınlara razıydık. Ama sevgili öğretmenim, belkide hayatta birkaç kez rastlayabileceğim bir büyüklük göstererek; “ nasılsın Hüseyinciğim” diyerek yanağımızı okşadı. Bu jest bize korkunç bir öz güven duygusu vermişti. Gelgelelim onlar, sanki kadınlar hamamında değil de, Çengelköy pazarında karşılaşmışlar gibi kahkahalarla dolu neşeli bir sohbete başlamışlardı. İnanın arkadaşlar o gün, kurnanın başında sıcak mı, soğuk mu yıkandığımızı hatırlıyamıyoruz.
Efendim, yıllar geçti ve biz 1967 yılında Beylerbeyi Spor Kulübünin lisanslı boksörü olmuştuk. Kulüp bizler için bu hamamda haftada iki kez rezervasyon yaptırmıştı. Eee işte, bir zamanlar deliler gibi korktuğumuz, hatta kin tuttuğumuz Beylerbeyi Hamamın da bu kez, özel oda, özel sporcu masajı ve özel bir ilgi görüyorduk. Ancak bazı ufak tefek detaylar dışında, ne umûmi soyunma odası, ne eteklerini bellerine toplamış, uzun donlu, sigara içen natırlar, ne koca memeli kadınlar, ne de ellerindeki sarı hamam taslarını usûlen önlerine tutan hanımlar, ne de arlamızdan, “babasını da getirseydin hanım” diye bağıran kadınlar... Artık hiç biri yoktu... O utangaç çocuk... Öğretmenim... Annem bile...
Hüseyin Tuna
Tunacan