- 1788 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (sa) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (5)
.......... devam
c. Karşı teklifler
Allah resulünün tebliğ faaliyeti hızla sürüyordu. Her geçen gün İslam’ın tebliği toplumda etkisini sürdürüyor. İlk anda sadece fakirlerin, kölelerin sahip çıkacağı zannedilen tebliğe, toplumun her kesiminden insanlar evet diyordu. Bu durum Mekke müşriklerini rahatsız etmeye başladı. Hafife aldıkları peygamberi muhatap almaya başladılar. Peygamberin amcası Ebu Talip, Mekkeliler ile yeğeni arasındaki ihtilafın büyümesini istemiyordu. Çünkü Ebu Talip inanıyordu ki, ihtilaf büyüdükçe yeğeninin başına kötü şeyler gelebilirdi. Tabi Allah’ın resulüne ne tür bir gelecek biçtiğini bilemezdi. İnsani yapısıyla olayları değerlendiriyor, yeğenine olan sevgisini öne çıkararak, başına kötü şeylerin gelmesini istemiyordu.
Tarihi bilgilere göre, Hz. Muhammed aleyhisselamdan Mekkelilere uzlaşı içeriğinde hiçbir teklif gitmedi. Ancak Mekkeliler bir zamanlar çok sevdikleri, arkasından gittikleri Mekke’nin lideri Abdulmuttalib’in de hatırına binaen, torunu Hz. Muhammed Aleyhisselamı kendilerine göre anlamaya çalışıyorlardı. Zira Mekkelilerin geleneklerinde Peygamberimizin soyu Mekke’nin liderliği için Dar-ün Nedve’de görev alan soydu. Belki de babası Abdullah ölmeseydi, soyundan Hişam Bin Melik, yani namı diğer Ebu Cehil yerine babası Mekke’nin lideri olabilirdi. Mekkeliler bu gerçeği de bilerek, acaba Hz. Muhammed’in kafasında Mekke’nin reisliği mi var sorusunu sordurttu. Onlar için aşiretin bölünmesi yerine gerekirse Muhammed’i Mekke’nin reisi yapabilirlerdi. Zaten aleyhinde hiçbir düşünceleri yoktu. Üstelik toplumda sevilen sayılan biriydi. Peygamberin amcası Ebu Talib’e bu yönde düşüncesinin olup olamayacağını sormaya karar verdiler. Ebu Talib’e gelip,
“Eğer Muhammed’in din iddia etmesinin altında, Mekke’nin reisliği, para pul, mevki, kadın varsa, biz ona mal mülk veririz, mevki ve makam veririz, Araplar içindeki en güzel kadınla evlendiririz” Allah resulü bu teklifi duyunca amcasına “Vallahi bir elime güneşi, bir elime ayı verseler, ben yine davamdan dönmem” diye cevap verdi.
Günümüzde bazı Müslümanların İslam’ın en iyi şekilde tebliği ve temsili için içinde bulundukları düzenlerde mevki makam peşinde olduklarını görünce, davranışlarının resulün davranışından ne kadar uzak olduğunu anlamaktayız. Hâlbuki Allah’ın resulü de diyebilirdi. Mekke’nin reisliğini ele geçireyim. Ondan sonra bir punduna getirir düzeni değiştiririm. Veya Dar-ün Nedve’de görev alayım. Oradaki etkin davranışlarımla dine en güzel şekilde hizmet eder, tebliğlerimi sürdürebilirim diyebilirdi. Ancak Hz. Muhammet aleyhisselam böyle demedi. Aksine, parada, pulda, kadında, reislikte, mevkilerde, makamlarda gözü olmadığını, bütün meselenin davasına hizmet etmek olduğunu söyledi. Çünkü sürdürdüğü dava kendisine ait bir dava değildi. Sürdürdüğü dava Allah’ın ona emrettiği dindi. Belki kendisinin ürettiği bir din olsaydı. İdeallerini, hedefini ona göre tasarlayıp, iktidarı düşünebilirdi.
Ancak tebliğinin esası, Allah’ın diniyle, iktidara oynamak, mevki makam kazanmak, para pul, mal zengini olmak değildi. Tebliğin özü, esası, din ne Hz. Muhammed aleyhisselamındı, ne de herhangi bir insanındı. Dinin sahibi Allah’tı. Dinin hedefini, amacını, ilkelerini insanlar değil Allah koyuyordu. Elbette dini insanlar üretseydi. Ürettikleri dinin hedefini, amacını, ilkelerini kendileri koyabilirlerdi. Allah resulüne gönderdiği ayetlerle, neyi nasıl yapacağını zaten ayeti gönderirken hikmetini de (anlamını, davranışını) bildiriyordu. O nedenle Allah’ın resulü, kendine göre hedef, amaç, ilke belirleyemezdi. Bugün Müslümanların yaptıkları gibi, kendine göre, İslam’ın hedefi, amacı, ilkeleri şudur demiyordu. Bugün Müslümanlar bulundukları ülke şartlarına göre İslam dininin hedefini, amacını, ilkelerini kendilerine göre belirleyerek, birbirleriyle hedef, amaç, ilke kavgası veriyorlar. Eğer farklı cemaatlerden, tarikatlardan, mezheplerden, ülkelerden Müslümanların temsilcilerini bir araya getirseniz ve onlara “İslam’ın hedefi, amacı, ilkeleri nedir” diye sorsanız, belki birkaç kişinin aynı şeyi söyleyeceğini göreceksiniz. Ancak bugün onların bir çoğu;
- Kimi siyaset yaparak,
- kimi ıslahat hareketlerine giderek,
- Kimi içten içe devletleri ele geçirme metodu uygulayarak,
- Kimi gizli örgütler kurarak,
- Kimi terörize hareketler içine girerek,
- Kimi kültür hayatında etken olarak,
- Kimi devir iman devri deyip İslam’ın hukuki kurallarını bir kenara koyarak,
- Kimi özel ibadetlere dalarak,
- Kimi laikleşerek,
- Kimi sosyalistleşerek,
- Kimi kapitalistleşerek,
- Kimi tamamen dünyevileşerek,
- Kimi hümanistleşerek,
İslam’ın amacından, hedefinden, ilkelerinden söz edeceklerdir.
Diğer taraftan, batılıların, doğuluların, Müslüman ülkelerin başlarında bulunan siyasi erklerin, Müslümanlardan beklentileri var. Belki de birçok Müslüman grubun kendilerinden beklenen beklentilere göre de cevap aramaktadırlar. Örneğin,
- Laikler, Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
- Sosyalistler, Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
- Kapitalistler, Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
- Müslüman ülkelerin üzerinde sömürgecilik anlayışını en şiddetli şekilde uygulayan, Amerika ve Avrupa, Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
- Müslümanların ortasında kurulan, Yahudilerin şeriatçı İsrail devleti, Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
- Hümanistler, Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
- Ateistler, Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
- Müslümanların yaşadıkları ülkeleri yöneten iktidarlar, cumhuriyetler, krallıklar olsun, onlar Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
- Müslümanların yaşadıkları, Hıristiyanların, Budistlerin kurdukları, Amerika, Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerindeki toplumlar, devletin yöneticileri, Müslümanları görerek, toplumları Müslümanlıktan, Müslümanlardan ne bekliyor?
Müslümanların çoğunun beklentilere göre şekillendirdiğini düşünsek sanıyorum yanlış olmayacaktır.
Dünyadaki Müslümanları düşündüğümüzde, İslami hassasiyeti olanlarla, olmayanlar arasında, İslam’ın hedefi, amacı, ilkeleri hakkında büyük farklar olacağı gibi, asıl önemli büyük farklar İslami hassasiyeti olanlar arasında olduğu görülecektir.
Bütün bunlar Müslümanların Allah resulünün hedef, amaç, ilke belirlemediğini, Allah’ın emrettiği hedefe, amaca, ilkelere göre hareket ettiğini anlayamadıklarının göstergesidir. Günümüzde Müslümanlar ne yazık ki, İslam dinini referans göstererek, İslam’ın hedefini, amacını, ilkelerini kendilerince belirleyerek, İslam’ı dünyevileştirmişlerdir. Bunun nedeni Müslümanlar kendi amaçlarını, hedeflerini, ilkelerini, beklentilerini İslam’ın amaçları, hedefleri, ilkeleri, beklentileriymiş gibi göstermeleridir. Mesela ülkemizden bazı örnekler verirsek,
- İslam gelecek, vahşet bitecek
- İslam gelecek, toplumda adalet ve huzur hâkim olacak
- İslam gelecek, ekonomik sorunlar çözülüp, ekonomik denge, refah sağlanacak
Gibi cümlelerin, aslında Allah’ın gönderdiği ayetlerle hiçbir ilgisi yoktur. Zira İslam gelince, vahşet bitmeyebilir. İslam gelince toplumda adalet, huzur hâkim olmayabilir. İslam geldiğinde ekonomik sorunlar çözülmeyebilir. Refah topluma hâkim olmayabilir. Çünkü bütün bunların oluşmasında Müslümanların iktidarının gücü önemlidir. Ancak Müslümanların güçlü olması, Müslümanların iktidarının güçlü olması yetmeyebilir. Toplumun tutumu, yabancı ülkelerin Müslüman ülkeye karşı davranışları, doğal afetler, savaşlar, adaletin, huzurun, ekonomik refahın sağlanmasında etkili olacaktır.
Ayetlerin özüne baktığımızda, Allah adaleti, huzuru, barışı emrederken, zaferin, fethin, refahın kendisinin elinde olduğunu beyan etmiştir. Yani insanlar zafer için, fetih için, refah için hayatlarını yaşayabilirler. Ancak onlara zaferin, fethin, refahın gelmesi Allah’ın elindedir. Allah isterse Müslüman toplumları, zaferle, yenilgiyle, fetihle, işgal edilmeyle, refahla veya sıkıntılarla imtihan edebilir. Nitekim Allah Bakara suresinin 155. Ayetinde, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. Sabredenleri müjdele!” demektedir. Allah’ın bu denemesinin önüne kim geçebilir? Müslüman iktidarlar, toplumlar, her şeyi planlayıp tam işleri oturttuk, “oh işler tamam, şimdi refah zamanı, huzur zamanı” dediklerinde, Allah’ın ayette sözü geçen imtihanlardan biriyle karşı karşıya geldiklerinde ne diyebileceklerdir? İnananlar acaba, ayette ifade edildiği gibi, başlarına gelene karşı, azimle, kararlılıkla (sabırla) durarak, inançlarından vazgeçmezler mi? Yoksa şüpheye düşüp İslam’dan, inançlarından vazgeçerler mi?
Bugün Müslümanların Kur’an çalışmaları veya İslam çalışmaları altında yaptıkları faaliyetlerin neticesini alamadıklarında, “öyle yapıyoruz olmuyor, böyle yapıyoruz olmuyor” deyip sürekli metot arayışı içine girmeleri, acaba gerçekten İslam’ın hedefiyle, amacıyla, ilkeleriyle mi ilgilidir? Yoksa, kendi hedefleriyle, amaçlarıyla, ilkeleriyle mi ilgilidir? Bu konuda Müslümanlar devlet olamamış resullerin hayatlarını anlatan ayetleri çok iyi kavramalıdırlar. İslam’ın hedefinin sadece devlet olduğu bilincinden hareket ederek, bütün çalışmalarını buna göre planlayan Müslümanların, Allah’ın iktidarı da bir nimet olarak istediği topluma verebileceğini hatırlattığını görmeleri gerekir. Aksi halde, kendi söylemleri içinde kendi labirentlerini oluşturmaktan öteye gitmezler. Nitekim bu gün Müslümanların içinde bulunduğu durum, kendilerinin oluşturduğu labirente benzer. Labirentin içinde oraya buraya dönüp durmaktadırlar. Halbuki İslam bir labirent değildir. Allah ayetlerinde bütün çıkış yollarını belirlemiştir.
Çıkış yolu konusunda Müslümanlar Allah’ın resulünü kendilerine örnek edinmeleri gerekir. İşte o gün, Peygambere yapılan teklifler peygamberi hiç ilgilendirmemiştir. Çünkü Allah resulü kendi aklıyla, mantığıyla hedefler, amaçlar, ilkeler koyarak kendi labirentini oluşturmamıştır. O Allah’ın kendisine bildirdiği çıkış yollarında azimle, sabırla yürümüştür. Resule yapılan teklifler gibi iktidarlar tarafından günümüzün Müslümanlarına yapılsa, günümüzün Müslümanları sanki hemen üzerine atlayacaklardır. Kaldı ki, günümüzün Müslümanları kendilerine teklif edilmeden bile, İslam’a göre oluşturulmamış yönetimlerde mevki, makam kapma yarışı içindedirler.
Allah’ın resulü Mekkelilerin teklifini ret ettiğinde Mekkelileri çok kızdırmıştı. Kızgınlıklarını fakir Müslümanlara, kölelere işkence yaparak teskin etmeye çalıştılar. Ancak Mekkelilere ne yaptıkları işkenceler, ne de başka bir şeyler çare olabiliyordu. Allah’ın resulü tebliğlerinden vazgeçmiyor. Hemen her yerde tebliğlerini sürdürüyordu. Arapların eğlence merkezlerine, ticaret için kurulan panayırlara, hac için gelenlerin çadırlarına giderek gelen ayetleri okuyordu. O çadırlarda içkili, eğlenceli, rakkaselerin dansları eksik olmuyordu.
Mekkeliler içinde bulundukları konuma çare arayışlarını sürdürüyorlardı. Sonunda kendilerince mükemmel bir çare buldular. Buldukları çare, bir yıl Allah’ın gönderdiği dinin uygulanması, bir yıl da putperestliğin uygulanmasıydı. Onlar akıllarınca, kendi dinleriyle, Allah’ın dininin mukayesesini yaptırarak, dinlerini üstün çıkarmak istiyorlar. Dolaylı olarak Allah’a ve Allah’ın dinine karşı tuzak kuruyorlardı. Hani ikinci dünya savaşından sonra, Rusya ve Amerika Yalta’da bir araya gelerek, dünyayı bölüşmüş, kendi nüfuz alanlarına aldıkları ülkelerde kendi rejimlerini uygulayarak hangisinin daha iyi olduğunu göstermek istemişlerdi ya onun gibi bir plandı Mekkelilerin teklifi. Hatta Rusya ve Amerika, en çarpıcı örneklemeyi Almanya’yı ikiye bölerek batısında Kapitalizm, doğusunda Komünizm uygulayarak göstermek istemişti. Netice Kapitalizm kazandı. Zira kapitalizm çıkarcı mantığıyla kazanacağını biliyordu. Mekkeliler de tıpkı kapitalistler gibi “dinimiz bizim çıkarımız” diyorlardı. Kapitalistler içinde de kapitalizm kazanmak için kurulmuş bir düzen (dindi). Bırakın yapsınlar, bırakın kazansınlar mantığını esas alan kapitalistler için, kazanmanın önünde her yol mubahtı. Binlerce yıl öncesinden de olsa, Arapların mantığı, Amerikan kapitalistlerinin aynıydı. Boşuna Avrupalılar kapitalizmi biz bulduk diye seviniyorlardı. Araplar inanıyorlardı ki, eğer dünyevi kavramlarla Hz. Muhammed ile mücadele ederlerse, mal mülk, para, mevki, makam, şan şöhret peşinde olmayan Muhammed’i kesinlikle alt edeceklerine inanıyorlardı. Onlar Müslüman olanlarında kendileri gibi eninde sonunda dünyaya yenileceklerini peşinen kabul etmişlerdi. Eğer tekliflerini peygamber kabul ederse, ellerindeki bütün gücü birleştirerek, putperestliğin en güzel din olduğunu göstereceklerdi. Onlara göre zaten peygamberin etrafında fakirler, yoksullar, köleler çoğunluktaydı. Üstelik Müslümanlardan zengin olanlar, zulüm görenlere yardım ederek güç kaybetmişti. Müslümanlarla putperestlerin sosyal, ekonomik durumu dikkate alındığında, bir yıl Allah’ın dini, bir yıl putperestliğin denenerek yapılacak kıyaslama da, putperest önderler kendilerini şanslı görüyorlardı. Onlar buna inanarak Allah’ın resulüne “bir yıl senin dininle, bir yıl bizim dinimizle Arapları yönetelim” dediler. Değilse kanacaklarına dair hesap kitapları tutmasa asla teklif etmezlerdi. Onlar belki de binlerce kere düşünerek, kazanacaklarından emin olarak tekliflerini peygambere ilettiler. Arapların teklifine karşılık Allah Kafirun suresini gönderdi. Alla Kafirun suresinde,
1. Ey Muhammed! De ki: "Ey kâfirler!
2. "Ben sizin taptıklarınıza tapmam."
3. "Benim taptığıma da sizler tapmazsınız."
4. "Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim."
5. "Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz."
6. "Sizin dininiz size, benim dinim banadır."
Sureyi, o günkü dilden bu güne çevirerek okursak,
Ey Muhammed, de ki, Ey yalanlarıyla gerçekleri örtüp, ortalığı karartanlar,
Ben sizin emrine girdiklerinizi tanımam, sizin gibi, yalanlar üzerine kendime bir hayat kurmam,
Sizler de, benim emrine girdiğim, hayatımı ona göre yaşadığımın emrine girmezsiniz, benim gibi yaşamazsınız,
İşin gerçeği şudur ki, gelecekte de, sizin üzerinde yürüdüğünüz, yaşadığınız yola girecek değilim.
Görüyorum ki sizler de, inandığım, yürüdüğüm, yaşadığım yola girecek değilsiniz.
Herkes kendi yolunda yürüsün. Sizin yolunuz sizin, benim yolum benim olsun.
İnkâr edenlerin içlerinden geçenleri bilen Allah, resulüne yolunu çizdirerek, onların tuzağını boşa çıkardı. İnkar edenler, Allah ile, ilahlarını yarıştırmak isterken, Allah bu sureyle böyle bir yarışmanın içine girmedi. Allah’ın yolunun hiçbir şekilde, insanların çıkarlarına, yalanlarına göre kurulan yollarla yarıştırılamayacağını bildirdi. Eğer Allah’ın resulü Mekkelilerin dediği gibi, bir yıl putperestliğe, bir yıl İslam’a göre hayat kursaydı, öncelikle batıl bir yolla Allah’ın hak yolunu eşitlemiş sayılacaktı. Bu mümkün değildi. Zaten Allah’ın din göndermesindeki amaç, putperestlik düşüncesiyle karartılan inançların, hayat tarzlarının berraklaştırılması değil miydi? Allah’ın yolunu inkâr edenler hangi cesaretle, batıl yollarını Allah’ın aydınlık yoluyla yarıştırmak istiyorlardı? Allah onların haddi aşmalarına, haddini bilmezliklerine karşılık, sert bir dille değil, yolları ayırarak cevap veriyordu. Elbette gerçeklerin üstünü örten, yalanlarıyla hayatlarını yaşayanlar bir gün yok olup gideceklerdi. Allah katındaki gerçek buydu. Ama bunu inkar edenler bilmiyorlardı. Onlar kısa dünya hayatları içinde her şeyi kendilerine göre hesap ediyorlardı. Elbette Allah’ında kendine göre mutlaka bir hesabı vardı.
Yollar ayrıldı. Tuzak bozuldu. Allah’a inananlara netlik, Allah’ın yolunda azimle, kararla yürüme anlayışı hâkim oldu. Allah’ın resulü ve arkadaşları bu özle yaşadılar. Mekkelilerin tuzaklarına düşmediler. Mekkelilerin kurnazca önlerine sundukları dünyevi kavramlara aldanmadılar.
Ancak onlardan sonra böyle oldu mu? İnsanlar çıkarlarını, yalanlarını, hırslarını, bencilliklerini hayatlarının gayesi yapmadılar mı? Müslüman’ım diyerek, Allah’ın yolunda yürüdüğünü söyleyenler, siyasi, ekonomik hırslarına yenilerek, dünyevileşmediler mi?
Bugün Müslümanların yaşadıkları ülkelere bakalım.
Bazıları, Allah’ın yolundan uzak, batının egemenliğinde, batı tipi düzenler içinde yaşamıyorlar mı?
Bazıları geçmişin krallıklarını insanlar üzerinde egemen kılmışlar, batının güdümünde günlerini gün etmiyorlar mı?
Allah’ın şeriatını uyguladığını söyleyen ülkeler bile, gerçekte Allah’ın yolunda yürümeyip, yalanlar üzerine yaşamıyorlar mı?
İnsanlara çıkarları doğrultusunda zulüm yapmıyorlar mı?
İçlerinde her türlü fitneyi, fücuru (kötülüğü) yaşatmıyorlar mı?
Ve bütün bu gerçekler varken, Allah’ın yolunda yürüyeceğini söyleyen Müslüman gruplar, içinde yaşadıkları düzenler tarafından, “haydi size düzenimizi değiştirmeden imkân verelim, inandıklarınızı uygulayın” deseler koşturmayacaklar mı? Onlara, “hayır biz batılın egemen olduğu bir yerde, gerçeklerin, hak yolun uygulanacağını sanmıyoruz. Ne zaman gerçekten Allah’ın yasaları topluma hakim oldu o zaman gerçek yolu buluruz” mu diyecekler?
Mekkeliler Allah’ın resulünü “bir yıl bizim dinimizle, bir yıl senin dininle yaşayalım, hangisi iyiyse devam edelim” diyerek dünyevileşme çukuruna çağırırken, Allah kafirun suresini göndererek, resulü bu çukurdan uzak tuttu. Bugün dünyevileşmek çukurunun, yanındaki, başındaki, içindeki Müslümanlar, Allah’ın ayetlerini dinleyerek, resulü örnek alarak çukurdan uzak duruyorlar mı? Yoksa çukura düşmek için hazır mı bekliyorlar? Yoksa çukura zaten düşmüşte, çukurdan çıkmamak için Allah’ın ayetlerini tevil mi ediyorlar?
Bütün bu soruların göstergesi, gerçekte insanların yaşadıkları yolun, yani dinin, yozlaştırılması veya saf, temiz tutulması konusunda başarılı olamadıklarıdır. Dünyevileşmek olgusunda insanlar, çıkarlarına yenilmeyi, kendi hedef, amaç, ilkeler noktasında Allah’ın yolunu (dinini) bulandırdıklarıdır.
Fetihleriyle, zaferleriyle övülen tarihin çocukları olarak yetiştirilen Müslümanlar, batıya karşı yenilmişliğin şaşkınlığı ve tekrar eski günlere dönmenin hırsıyla Allah’ın yolunu anlamak istemiyorlar gibidir. Allah’ın ayetlerine dikkatle bakıldığında, ayetlerin özü, insanların fetihler, zaferler yolunda yok olup gitmelerini değil, insanlık erdemlerini en yüksekte tutarak, insanlığa yeni bir ufuk, yeni bir çizgi kazandırdığı görülecektir. Onun için Allah zafer benim elimde, fetih benim elimde, hidayet benim elimde demektedir. Neyin fetih, neyin zafer, neyin hidayet olduğunu Allah belirleyecektir. İnsanlar kendi düşünceleriyle zaferi, fethi, hidayeti tarif edebilirler. Ancak insanların bu tarifi, tanımı Allah tarafından kabul edilecek midir? Öyle görünüyor ki, zafere, fethe şartlanmış insanlar, Allah’ın ayetlerini anlama yolunda, kendilerine bir duvar örüyorlar. İnsanların kavramları, düşünceleri, tanımlarıyla ayetlerin gerçeklerini örtüyorlar. Nasıl Mekkeliler ayetler ile kendi aralarına, anlayışlarını, çıkarlarını koyup, ayetlere karşı kör oldular, sağır oldular, dilsiz oldular ise, dünyevileşen Müslümanlar da aynı şeyi yapıyorlar. Müslümanların İslam adına ürettikleri kavramlar bile, ayetleri anlamanın önüne dikiliyor. Her üretilen kavram ayetlerin anlamını, insana, zamana, şartlara göre daraltıyor. Halbuki Müslümanların dini kavramlar üretme gayreti ayetleri anlamak içindir. Ama böyle olmuyor. Üretilen kavramlar gelecekte insanların ayetleri anlamasının önüne duvar gibi dikiliyor. Okunan ayetler o duvarlara çarpınca, insanlar kavramlarına göre ayetleri tevil etmeye başlıyorlar. Bir bakıma dini kavramlar üretme veya kavramlaştırma hareketi de, İslam’a ait değerleri dünyevileştirme olarak ortaya çıkıyor.
Dünya gelip geçici bir yer iken, Müslümanların kendilerine verilen küçücük ömür içinde gelip geçecek iken, Müslümanlar Allah adına, İslam adına dünyayı mamur kılmak için, inkâr edenlerden daha fazla dünyevi projeler ürettiler. İslam gelince dünya şöyle olacak, dünya böyle olacak dediklerine baktığınızda, sanki Mekkelilerin ortaya koyduğu din, ilah yarıştırması ortaya çıkıyor.
İslam geldiğinde, toplumlar şöyle olacak, ekonomi böyle olacak. Müslümanların kurduğu devletler şöyle olacak, böyle olacak gibi tasarımlarına baktığınızda, Müslümanlar aslında ne yapıyorlar? Sorgusunda, sanki Müslümanların oluşturacağı düzenler ile bir bakıma inkâr edenlerin düzenleri kıyaslanmış oluyor? Kapitalistlerin, sosyalistlerin, laiklerin, kralların kurduğu düzenler ile Allah’ın yolu karşılaştırılıyor? Mekkelilerin de asıl amacı bu değil miydi? Allah’ın kafirun suresini göndererek asıl bu yaklaşıma, bu anlayışa karşı çıkmadı mı?
Dünyevileşmek adına geleceğe vaat, Allah tarafından ret ediliyor. Mekkelilerin yolu dünyevileşmek adına sağlam adımlarla yürünülen bir yoldu. Allah’ın yolu ise dünyevileşmekten uzak, ilkeleri, hedefleri, amaçları putperestlikten başkaydı. Kafirun suresiyle Allah’ın resulü, Mekkelilere, ben sizin gelecek için tasarımladığınız dünyalık bir yolda olamam, ben kendi yolumda yürürüm, siz kendi yolunuzda yürüyün demiyor muydu?
Allah ayetlerinde insanlığa kısa öz bir yol emrediyor. Ve “Ey insanlar sizi imtihan için gönderdiğim dünyada, Rabbinize, yarattıklarına sevgiyle, saygıyla yaklaşan, adaleti esas alan, verilen nimetleri hakça paylaşan bir yaşam kurarak, kötülükten uzak, iyiliği hâkim kılan insan olarak yaşayın” demiyor mu? Böyle davranmaktan sorumlu tutulan, imtihan edilen bir insan olarak, dünya için, gelecek için ne düşüneceğiz?
- Kapitalistler gibi, zenginleşmenin, güçlü devletler olmanın yolunda mı yürüyeceğiz?
- Krallar, tiranlar, imparatorlar gibi, ilkelerini, ideallerini, amaçlarını gerçekleştirmek için, insanları oradan oraya koşturan, savaşlarda öldüren, zenginliklerini dünya üzerinde devasa yapıtlar için harcayan mı olacağız?
İşte bu sorular, sorgular çerçevesinde Allah kafirun suresiyle yolları ayırıyordu. Müslümanların yolu asla bu sorulara evet diyemezdi. Müslümanların görevi, güçlü iktidarlar kurmak, zenginlik, devasa yapılar, saraylar, camiler, hanlar, hamamlar, köprüler, evler yapmak değil, insanlık arasında en güçlü adaleti sağlamaktı. İnsanların özgürce, Allah’ın nimetlerinden yararlanma, Allah’a karşı imtihanlarını sağlıklı gerçekleştirme yolunda onlara imkân vermekti. Allah’ın yarattığı her varlığa, canlıya, cansıza, insana zarar vermesini önlemek, her varlığın haklarını korumaktı.
Öyle inanıyorum ki, Mekkelilerin Allah resulüne getirdikleri tekliflerin özü henüz kavranmış değildir. Bu öz kavranamayınca elbette kafirun suresinin özü de kavranmayacaktır.
Günümüzde bazı Müslümanlar, kafirun suresinden, Allah’ın yolundan gitmeyen iktidarları ret etmeyi, beşeri düzenlerden uzak durup, Allah’ın insanlara emrettiği düzeni kabul etmeyi anlıyor.
Elbette bu özler de kafirun suresinde var. Ancak kafirun suresinin anlattıkları sadece bu değil. Müslümanların zenginlikleriyle, inkar edenlerin zenginliklerini kıyaslamak. Müslümanların Allah’ın emirleri doğrultusunda kuracağı düzenin, beşeri düzenlerden daha mutlu, daha zengin, daha refah bir hayat sunacağını iddia etmekte, kafirun suresiyle ret edilmiştir. Çünkü Allah’ın düzeni (dini) hiçbir dinle (düzenle), dünyevi kavramlarla kıyaslanamaz, karşılaştırılamaz. Ne yazık ki, günümüzde Müslümanlar, Allah’ın yoluyla, beşeri düzenlerin yolunu kıyaslama, karşılaştırma yoluyla Mekkelilerin resule önerdiklerini yapıyorlar. Böylece beşeri düzenleri inkâr etseler de, karşılaştırma yaparak Allah’a ters düşüyorlar. Allah, her şeyin hâkimi, yöneticisi olarak, hiçbir hâkimle, yöneticiyle kıyaslanamaz. Allah’ın düzeni, hiçbir düzenle, karşılaştırılamaz, kıyaslanamaz. Bu yönde üretilecek her türlü fikir, uygulama kafirun suresiyle ret edilmiştir.
Allah resulü, Mekkelilerin tekliflerine kafirun suresiyle cevap vererek, kendisinin asla böyle bir kıyaslama, karşılaştırmaya giremeyeceğini. Yollarının kesinlikle ayrı olduğunu… Hiç kimsenin zorlanmadığını… Herkesin kendi yolunda yürüyeceğini vurgulayarak, tuzağa düşmüyor. Bugünde Müslümanların düşüncelerini kafirun suresiyle bütünleştirerek, Allah’ın yolunda yürümeyenlerin tuzaklarına düşerek, Allah’ın dini (düzeni) ile beşeri düzenlerin kıyaslanmasına, karşılaştırılmasına girmemesi gerektiği aşikârdır.
Allah’ın yolunu inkar edenler, dünyevi kavramlarına Müslümanları entegre etmeye çalışıyorlar. Müslümanların da kendileri gibi dünyevi kavramlarla konuşmalarını istiyorlar. Mekkeliler kendi kavramlarına inanıyor, Muhammed’in yolunun kavramlarıyla kıyaslandığında galip çıkacaklarına inanıyorlardı. Allah bırakın kıyaslamayı, asla karşılaştırmayı, yaşam içinde yarıştırmayı bile kabul etmedi. Hâlbuki günümüzde Müslümanlar, İslam adına ürettikleri kavramları, beşeri düzenlerin kavramlarıyla, kıyaslıyorlar, karşılaştırıyorlar. Böylece kafirun suresinin tersine hareket ediyorlar.
Sizin dininiz size, sizin kavramlarınız size, sizi idealleriniz size, sizin amaçlarınız size, sizin ilkeleriniz size, bizimkiler bize… Herkes kendi yoluna… Yollarımızı ayırdık. Asla kıyaslama, karşılaştırma yapmayız. Allah’ın dini (düzeni) deneme tahtası değildir. Rabbimiz Allah, hiçbir varlıkla eşitlenemez, kıyaslanamaz, karşılaştırılamaz. Dediğimiz gün, kafirun suresi Müslümanların kalbinde yer bulacaktır.
devam edecek.............
YORUMLAR
Ah O yüce insanı keşke hakkıya anlayabilseydik, nasıl bir insan, nasıl bir baba, bir eş, bir öğretmen, bir komutan, bir kul...olduğunu bilebilseydik ve takip edebilseydik Onun ayak izlerini,
ki o zaman görürdük o izlerin bizi gerçek mutluluğa nasıl götürdüğünü.
Müsadenizle O müthiş insanla ilgili söylenen bir kaç sözü sizinle paylaşmak isterim.
Thomas Carlyle:’İnsanlar her şeyden daha fazla Muhammed’e kulak vermelidir. Diğer bütün sözler, onun karşısında boş sözlerdir.’
Prof.Dr.H. Mones:’O’nun her sözü bir vecizedir.’
Jane Pelo:’O’nun davasında heyecanı asildi.’
Aleksi Lovazon:’O Allah tarafından gönderilmiş bir hak peygamberdir.’
G’la Faytt:’Ey şanlı arap!Aşk olsun sana....Adaletin ta kendisini bulmuşsun.’
Raymons Leronge:’14 asır geçmesine rağmen Hz. Muhammed bu zamanın tek rehberi,tek hidayet resulüdür.’
Sosyolog V.D.Eratsen:’Ben şahsen Hz. Muhammed’in hayranıyım.’
Prof.Jules Masserman:’Bütün zamanların en büyük lideri Muhammed idi.’
Prof.Dr. Michael Hart:Muhammed tarihte dini ve dünyevi açılandan en üstün başarıya ulaşmış tek kişidir.’
Tolstoy: Muhammed, hürmet ve saygıya fazlasıyla lâyıktır.
Tebrik ve teşekkürler ...