BEDAVA
Ambalajının üzerinde “altı rulo bedava” yazısı kırmızı renkte olduğundan dikkatimi çekti.
Saydım.
Toplamda kaç tane olması gerekiyor da altı rulo bedava onu anlamaya çalışıyordum. Tam otuz iki rulo vardı ambalajda, altı rulo bedava ise, demek ki normal adet yirmi altı olması gerekirken tuvalet kâğıdı firması bizim paklanmamıza katkıda bulunma için büyük fedakârlık yapmış.
“Bedava” Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde “emeksiz, karşılıksız, parasız” demekmiş. Yani sağ olsun firma “emeksiz” bize hayır hasenatta bulunuyor böylece.
Hayatımıza giren “bedava” ürünler hakikatten daha tasarruflu olmamızı mı sağlıyor dersiniz?
Yoksa etiketlerin tesiriyle her mal ve hizmette “bedava” arar hale mi getirildik. Artık arkadaşlıklarda, dostluklarda, yoldaşlıkta ve yarenliklerimizde en az maliyet hesaplar hale mi getirildik?
Yerinden sökülen devasa kayalardan arta kalan boşlukları gibi ruhumuzda meydana getirilen kof halleri dolduran yeni tarz ve anlayışlar bizi ne derce değiştiriyor.
Eskiden komşuluklarda yardımlaşma, dayanışma, dertleri paylaşma ve sevinci beraber yaşama temel vazifeleri oluştururken zamanın hızlı akışı, yeni maliyetler ve tutkuların getirdiği modern arzu ve takıntılar maliyet hesaplarının girmediği yer, duygu bırakmadı.
Yalnızca ticari münasebetlerimizde değil bütün içtimai ilişkilerimizde çıkarcı ve faydacı olmamızın kabahati sadece “piyasa ekonomisi” ne bağlanamaz tabi ki.
Biz de bu tür ilişkilere hazır hale getirildik zamanla.
Televizyon dizilerinde aklımızın kazanında kaynatılmaya çalışılan yeni anlayış ve tatların bize ne kadar uygun olduğuna değil, bizim yeni düşünce ve anlayışlara ne kadar uyumlu olduğumuz, ne kadar yenileşebildiğimiz, değişebildiğimiz, Avrupa Milletine ayak uydurduğumuz önem arz ediyor.
Bilhassa aile konusunda her akşam evlerimizin en ücra köşelerine mahremiyetin sınırlarını aşıp giren diziler bize “ bedava” aşk, ilişki, dostluk ve kahramanlık vaat ediyor.
İçimizdeki erdem frenleri dizilerin ve filmlerin etkisiyle usulca boşalırken, biz bu dirayetsizliği, mukavemetsizliği “gelişim” e ve “modernleşme” ye atfederek olmazsa olmaz babında kayıtsızlık makamında ninniler ile uyutuluyoruz.
Uyutuluyoruz ve bir zaman sonra dış etken olmaksızın, cebir ve dayatma olmaksızın kanıksıyoruz gafletimizi.
Manevi kalelerimiz birer birer yıkılıp düşman eline geçerken sessizlik uygarlık olarak oturuyor yemek masamıza.
Hafta sonu ziyaret ettiğim amcam Almanya’da işçi olarak yıllarca çalıştı. Emekli oldu. Bir Alman arkadaşının bizim aile yapımızı beğendiğini söylemiş. Amcam bize mahsus ar-hayâ eksenli davranışları sıralarken “biz babalarımızın yanında asla sigara içemeyiz” demiş. Alman arkadaşı da ertesi gün suratı beş karış işe gelince “Ne oldu moralin bozuk?” diye sormuş amca bey. Alman “ Sorma oğlum hafta sonu eve geldi, karşımda ayaklarını uzatıp sigara içiyordu, ikaz ettim, bana küstü ve evi terk etti” demiş. Amcam “ Sen babana saygı gösterdin mi ki oğlundan istiyorsun?” demiş. Bu kısacık anı yetmişli yıllarda vuku bulmuş.
Dönüp kendimize baktığımız zaman nelerin değiştiğini, daha doğrusu neleri yitirdiğimizi daha net görebiliyoruz.
Televizyon dizilerinde gerekçelendirilmiş “ihanetler” ahlaksızlıkları yutup uyuyoruz. Asla yüreğimize dokunmuyor.
Yapılan ihanetlere sebep olan “aşk” ve “ tutku” eşlerin birbirini aldatmasını makul kılıyor. Aldatmak için gerekçe olan “aşk” kutsallığında kirlenen dimağlarımız daha acı ve iğrenç akıbetlere hazırlanmış oluyor.
Yasak ilişki neticesinde hamile kalan liseli kızın düştüğü vaziyet değerlendirilirken karnındaki cenin’in hayat hakkı ve genç kadının annelik duygusu vicdan sofralarımıza sunuluyor.
Neden yaptığı?
Yaptığının ne olduğu hususunda en ufak bir izah olmadan, yapılan zina’ya giydirilmeye çalışılan dramatik kılıfları kafamıza geçirip görmemiz gerekeni değil, görmemizi istedikleri ve adına “modernlik” denilen zavallılığı lanse ettiklerini fark edemiyoruz, maalesef.
Bir yandan yetmiş iki yaşında “Zigetvar” kalesini fethetmek için yollara düşmüş bir Osmanlı Sultanını sarayın hareminde hal’de kavun seçer gibi cariye kokladığını seyredip “vay be “ diyerek, kolay, yanlış ve amiyane bilgiyi boş heybemize doldurup, mahalle kahvehanesinde sığındığınız okey masasında kesin bilgi olarak meze yapabiliyorsunuz.
Siz odanızda kitap okurken, tefekküre dalmışken veya gazeteye dalmışken diğer odada çocuklarınızın nasıl bir saldırıya hedef olduğunu göremeyebilirsiniz. Siz büyütüp yetiştirirken evladınız başka bir ulusun veya zihniyetin eline geçmiş, “mankurt” olmuş olabilir.
Bu yüzden hayatımıza “bedava” olarak girmeye çalışan tuvalet kâğıdı bile olsa asla ve kat’a “bedelsiz” değildir.
Muhakkak bir karşılığı vardır ve bu karşılık zamanı geldiğinde karşınıza sizi mahvedecek, benliğinizden uzaklaştırıp siz ebediyen köleleştirecek tasma olarak boynunuza geçirilebilir. Bu tasmanın memleket dâhilindeki “gaflet ve delalet” sahiplerince renginin teninize uyduğu, sizi açtığı veya yakıştığı söylenirse sakın yutmayın.
Unutmayım ki o tasma sizi ve gelecek nesilleri başkalarının emri altında, onlardan olmadan sadece onlara benzemeye çalışarak ve daima taklitçi olarak, yanaşma olarak yaşatacaktır.
Biz bu vaziyet planının neresindeyiz? Diye düşünüyorum kaç zamandır. Bu uluslar arası değişim ve başkalaşım projesinin hangi aşamasındayız?
Kime ne kadar benzemek arzusundayız, akıbetimizle ilgili hedeflerimiz nelerdir?
Aramıza giren bilgisayar oyunlarında normal insanın kanını donduran sahneleri gayet olağan karşıladığımızı, oyun da olsa yüzlerce “düşman” askerini parçalayıp organlarını karargâhın duvarlarına yapıştırdığımızda duyduğunuz hazzın kökleri hangi insani duygudur?
Ve en büyük kaybımız her gün binlerce yazarın şairin kaleminden sayfalara hakkında en manidar ifadeler düzülmeye çalışılan “ aşk” değil mi?
Biz de “aşk” ı artık kapısında yaşlandığımız, eskitildiğimiz Avrupalıların gözleriyle görüyor, duygularıyla algılamaya çalışıyoruz.
O ülkelerde fuhuş merkezlerinin kapısında “Love “ yazar ve ilişkiler “one night stand” olmaktadır. Yani bizim “aşk” dediğimizde yüreğimizi titreten, aklımıza Melana Celaleddin’i,Yunus’u,Hallacı Mansur’u ,Yusuf ile Züleyha’yı,Kerem ile Aslıyı getiren o hissiyat hayvani, sıradan ve sadece şehevi ihtiyaçların tatminini ifade etmektedir. Ve en makbulü “bir gecelik” olanıdır.
Efendimiz(S.A.V) ‘in eşi Meymune Binti Hâris hasta olarak Mekke’ye getirilirken yol kenarındaki ağacın altında dinlenmek ister. Ve yanındakilere “ Bu akşam burada kalalım, eğer ölürsem beni burada defnedin” isteğine “hastasınız sizi tabibe götürmemiz lazım” demelerine “ Burada kalmak istiyorum. Zira Efendimizle burada nikâhımız kıyılmıştı ve burada kalmıştık” demiş, o gece o ağacın altında ruhunu teslim etmiş ve isteği üzere orada defnedilmiştir.
O ağacın altından bahseden aşk hikâyeleri ve sadakat duygularıyla dolu bir inancım müntesiplerinin bu kadar sıradan hislere ve heveslere esir olmaması için komşumuza, kardeşimize, çocuğumuza, arkadaşımıza, selam verene selamımızı alana “sahip” çıkalım.
Televizyonlarımıza, radyolarımıza, sanatımıza sahip çıkmalıyız. İnsanın “evrensel” değerleri olduğuna inanıyorum. Fakat o değerler içerisinde kendini ifade edebilmek ve kimliğiyle yaşayabilmek için “kültürel kafa kâğıdına “ da sahip çıkması gerektiğine inanıyorum.
Çözüm bizde. Başka yere bakmadan ve başkalarından medet ummadan elimizdeki imkânları değerlendirip çözümsüzlük hastalığından kurtulmalıyız.
Siz bu konuda ne dersiniz?
YORUMLAR
Her zaman hissedip de yazıya dökmediklerimizi, en güzel haliyle ifade etmişsiniz; çok teşekkür ederim. Aşk adına, aşka en büyük ihanet ediliyor aslında. Aşk temizdir, ulvîdir. En süflî duyguları aşk diye sunuyorlar ya... Haydi, onlar sunuyor da, bizler de seyirci oluyoruz ya... Ne denir?
Biz, müsaadeniz olursa, yazınızın altına imzamızı atarız.
Selâm ile.
erolabi
Selam ve saygı ile