- 571 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Atandıktan Sonra Terk Eden Sevgiliyi Hunharca Katletmek
ellerime uzan ve tut göz yaşlarımı,
böyle herkes kaçırsın bakışlarını bir yana;
bir sen anla ağladığımı...
sen anla toprağına suyuna zenheri kızgınlığı günah iliştirdiğim...
sen ağla ve anlat ellerimde yitirdiğim yarınlarını...
üzülme sevgilim,
ölüm kefaret olur günahına....
bu anımı sizlere liriklerimle tasvir etmek istedim,
merhaba, ben marlin anson.
naif çocukluğumun en güzel çağı, belki de beni fahhar etmekten geri kalmayan en izafi yazıydı.
hangi yıl olduğunu hatırlamam ne yazık ki olasılıksız fakat; henüz 11-12 yaşlarında, adonis kasları geleceğe göz kırpan, çantasındaki binlerce lira bozuk para ile akranlarını sapanla vuran, ilkokulda kendine ait vip sınıfı olan, son derece toy, ama yine de ahlaki ögeleri birçok yetişkinden daha fazla kabarmış masum bir çocuktum.
hani çocukça aşk başkadır ya, sınıfın en ön sırasında oturan, sesini bile yılda bir defa duyuran ve arada altına işemesine rağmen kendisinden soğumadığım bir kız vardı... adı Elif’ti.
seviyordum onu, her şeye rağmen seviyordum, kızların onu aralarına almamasına, arkadaşlarımın onun bitli olduğunu iddia etmelerine rağmen, hatta her hafta muntazaman sınıfın ortasında altına kaçırmasına rağmen sevmiştim onu.
Tanrım ne de güzel bir kızdı, ay gibiydi sanki, sanki gök yüzü kendi ışığını bağışlamıştı o kırgın ve utangaç gözlerine...
Ve yıllar geçti... kasırları eskittik, ve bizde eskidik bir şekilde, önce lise sonra üniversite ve mezuniyet ve hayat... ve gerçekler, yani acı gerçekler... Türk gencinin kronik umutsuzluğu... İŞSİZLİK...
ve en sonunda kaldırımlara düşen en nadide kız çocukları gibi o melun sınavın ağına düştük... KPSS...
kalemler ellerimizde intihar silahı gibiydi sanki, sanki kalemler yosma bir gül gibiydi...
ve süreç sonlandı, puanlarımızı alıp beklemeye başladık, sevdiğim kadın ile ileri ki günlerin hayalini kuruyorduk üsküdar’da, kız kulesine nazır köşemizde başını omzuma dayardı ve hayal ederdik...
öyle güzel kokardı ki saçları, sanki malatya kokardı ya da nazilli belkide... anadolu’nun herhangi bir ücra köşesi...sırf kendimizden ibaret bir dünya... memur olacaktık, çok şeydi memur olup evlenmek bizim için... nasılda sığ hayallerimiz vardı oysa ki, bilemezdik sonumuzun böyle olacağını...bilemezdik, nasıl bilebilirdik ki?
ve an geldi Elif atandı, ben ise virgül farkı ile son atamayı kaçırmıştım, bir yandan sevdiğim kadının atanmasına sevinirken bir yandan da harcadığım iki seneye üzülüyordum, evet itiraf ediyorum, atanamamak çıldırtmıştı beni...
sonra onu görev yerine yolcu ettim, tabi gidene kadar geçen sürede ne sözler vermiştik birbirimize, bende onun yanına gelecektim hatta yine sınava girip çok yüksek bir puanla onun yanında olacaktım...o şimdiden evimiz için para biriktirecekti, ne de olsa atanmıştı...
aylar geçti, işte o melun zaman bize de kıydı en sonunda, gözden ıraktım...malumdu gönlünün en kuytu köşesinde sekeratını bekleyen bir rüya olacağım, malumdu bu apansız terkediş...
ve süregelen olaylar, tartışmalar, ilgisizlik derken ağzındaki baklayı çıkardı:
-ben ayrılmak istiyorum.
+ne?! ne diyorsun Elif?
-ayrılmak istiyorum, bak görüyorsun olmuyor yürümüyor.
+söz vermiştik birbirmize, söz...(konuşmamı bitirmeden bir hışımla araya girdi)
-söz möz yok, bitecek olmuyor işte, yok atanamadın işte kabullen, bir ömrü senin üzerine bina edemem, bitsin artık ne olur...
+peki....
ve artık son demindeydim kendi sınırımın, bitmişti artık kaybetmiştim o kahve rengi gözlerin buğusunu, iğde kokulu ellerinden mahrumdum bundan böyle...
ama gururum...yerle yeksan olmuştu bir anda ve almalıydım intikamımı...
bir gün çıktım gittim çalıştığı ilçeye, tanrım ne de güzel bir ilçeydi hayalimiz gibiydi sanki, o günleri düşününce ağlamaya başladım, sonra bir meyhane bulup içki içtim ve kendime geldim...
bir kafeteryaya girdim ki bir de ne göreyim, mesai saatinde sevgilim ve onun yanında bir adam, tanrım nasıl bir memuriyetti bu. devlet baba dedikleri bu olsa gerek..
tabi çok uygunsuz bir durumda yakalaldım onları.
+E..Elif...
-sen?!...
+evet ben, yıkıp bıraktığın adamın enkazı olan ben...
-neden geldin buraya?
+konuşma!
-ne olur sakin ol.
+sakin olamam, çünkü sensizim Elif...
yanındaki adama dönerek;
+beyefendi lütfen kız arkadaşımın göğsünden elinizi çeker misiniz, yoksa o elinizi tam 6 yerinden kırıp sizi %60 oranında engelli sınıfına sokmak zorunda kalacağım, sanıyorum bu yaşta malulen emekli olmak istemezsiniz değil mi?
-arkadaşım ben kalemimin hakkı ile atanmış bir memurum ve her memur kendisi gibi 657’ye tabi biriyle birlikte olmak ister, işte o yüzden bu göğüsler benim, bu kızda benim, senin konuşmaya hakkın yok, daha atanamamışsın bile ezik herif!
o habis adamın erol taş gibi kahkahlarına sevdiğim kadınından iştirak ettiğini görmek beni yıkmıştı...
uzaklaştım oradan, uzaklaştım o küçük elli kadından, tanıyamıyordum kendisi, bu sevdiğim kadın olamazdı, çünkü o çocukluğumdu benim, kursağımda düğümdü bakışları, sanki biraz yusuf, biraz züleyha idik, ben adını kaybetmiş bir yusuftum sanki, kör kuyudaydım evet tam olarak öyle, kör kuyudaydım ve ardımdan ağlayan bir yakup bile yoktu...
işte bu yüzden bir hiçtim ben..
ve oradan ayrıldım, saatin gece yarısını bulmasını bekledim ve bu arada o habis planımı kafamda kurguladım, bulmuştum...ikisinide işkence ederek öldürecektim.
yoksa nasıl kurtulurdum bu zemherir bakışlı kadının ızdırabından, hangi ten kaldırırdı yerle yeksan olmuş gururumu yerden... elbet kan yulardı göz yaşlarımı... çarem yoktu, öldürecektim ikisinide...
saat tahminen 01.00 sularıydı, evinin arka kısmına dolandım, çıkacak yer arıyordum, askerliğimi komando olarak yaptığım için kondisyon konusunda sıkıntı yaşamadan mutfak camına ulaştım ve içeri girdim.
girmez olaydım. içeri adımımı attığımda yine o memur ve üstüne üstük erkek olan arkadaşı ile el kızartmaca oynuyordu, tanrım yıkılmıştım, bir kez olsun ’çatlak patlak yüs yuvarlak kremalı çörek sütlü börek çek dostum çek arabanı yoldan çek’ diyalogları ile benle oyun oynamayan bu kadın, iki günlük adam ile el kızartmaca oynuyordu, hem de gözlerinin içine bakarak.
yıkılmıştım ve enkazımı bertaraf edecek kimseler yoktu etrafta. beni görünce çok oldular;
-marlin! nasıl girdin içeriye?
+ikinizde öleceksiniz, üzgünüm dememi beklemeyin bu bir keyiftir benim için.
korku dolu bakışları beni mutlu ediyordu belimden silahımı çıkardım, susturucuyu yerleştirdim ve o memur erkek kişinin diz kapağına ateş ettim, diz kapağındaki kıkırdaklar fırlamıştı halının üstüne, çıkan parçaları çok bağırdığı için ağzına tıkadım.
tabi Elif’te boş durmadı bu arada, altına işemeye başladı, her zamanki gibi, ilk okulda da aynıydı, sidikli karı! her şeye rağmen sevmiştim onu ama çünkü o...ne önemi vardı bu saatten sonra...
hemen ölsünler istemedim, işkence edecektim onlara... ama yinede yüreğim dayanmıyordu, seviyordum ben bu çişli kontesi, kaldıramazdı naif sinem onun işkence acısını duymasına..ama kızgındım yine de ne olursa olsun ölecekti, ölmeliydi...
acı duymaması için yanımda getirdiğim yüksek dozlu amfetamini Elif’e zerk ederken bir yandanda o erkeğin gözlerine eritilmiş muşamba damlatıyordum, tanrım ne de güzel damlatıyordum...sanki guantalamo hapishanesinde başgardiyanlık yapmış kişiler kadar ustaydım bu işkence olayında...
ardından elif anfetaminin etkisi ile bilincini kaybetti, artık işleme başlayabilirdim, önce sızma zeytinyağını kızartıp üzerlerine döktüm erkek kişinin ağzına cezve soktuğum için ses edemiyordu, sanki beni hemen öldür der gibi bakıyordu yüzüme...ama hayır! bu kadar kolay olmamalıydı ihanetin karşılığı, kolay ölüm yoktu ikisinede...
yağlardan dolayı dökülen derilerini bir kenara topladım, sonra kurban derilerini kurutmada kullanılan kalın tuz ile iyice sıvazladım vücutlarını, tanrım nar gibi kızarmıştı ikiside... çocuklar gibi seviniyordum, aptalca çığlıklar atıyordum;
-ne güzel....!!!
erkeğin kulağına yaklaşıp;
-kimse beni sırtımdan vuramaz, kimse beni...
derken bir yandanda bıçaklıyordum bir onu bir de onu...
Elif’in yüzüne baktım, kendinden geçmiş bir vaziyette bakıyordu yüzüme, sanki o günlere, çocukluğumuza dönmek ister gibiydi, pişmanlık okuyordum kan revan içinde olan simasından...ama geri dönüşü olmayan bir yola girmişti....ihanet!
evet olmamalıydı bu, keşke ilk okul sıralarında olsaydık yine keşke atanma derdinde olmasydık, keşke her yıl ösym bürosuna gitme derdine düşmeseydik, oradaki memurları hiç tanımasaydık, silik isimlerimiz aktarılmasaydı aday bilgi formuna...keşke...
ve bu kadar yeterdi, nihayet bitirmeye karar vermiştim... evden çıkmadan ikisinin yüzüne tükürdüm, tabi öncesinde iyice genizimi kazıdım ve çok sağlam bir balgam attım üzerlerine... ne kadar da iğrençti ikisi de...bu iğrençliği hak ediyorlardı, pislik kötü durmazdı yakışırdı onlara...
çıkmadan gazı sonuna kadar açtım... ve evlerinin önündeki parkta banka oturup bir sigara yaktım, yerle bir olan gururumu kurtarmanın sevinci ve üstüne halen daha sevdiğim kadının birazdan ölecek olması beni hem mutlu ediyor hemde üzüyordu, sigaramın son dumanını aldım ve izmariti içeriye fırlattım...
gidiyordum en uzak diyarlara, kimsenin beni tanımadığı izafi yokluklara gidiyordum ve ağlıyordum...
ağlıyordum işte, elinden oyuncağı alınan, belkide cami avlusunda kaderi örülmüş suçsuz sabiler gibi ağlıyordum kara düşlerime...
dakikalar sonra o ses;
-bommmmmm!
evet, artık her şey bitmişti...tekrardan kazanmıştım yılgın gururumu...içime atarak her pişmanlığı...gidiyordum...
ellerime uzan ve tut göz yaşlarımı,
böyle herkes kaçırsın bakışlarını bir yana;
bir sen ağla ağladığımı...
sen anla toprağına suyuna zenheri kızgınlığı günah iliştirdiğim...
sen ağla ve anlat ellerimde yitirdiğim yarınlarını...
üzülme sevgilim,
ölüm kefaret olur günahına....